ÖNGÜL ZEHRA KAYA
Kategori: Edebiyat - Tarih: 24 Aralık 2025 01:33 - Okunma sayısı: 85
Bir makaleden etkilenip hikâye yazmaya başladım. Gerçeklikten yola çıkarak kaleme aldığım kurmacalardan biriydi bu. Sonra ne olduysa hikâyenin akışında sürüklenirken buldum kendimi. Oysa olaylar çoğu zaman tersine işler, deneyimler kurguyu doğurur.
Ben önce sözcükleri yazdım, yaşadıklarımsa sonradan gelip bu sözcüklerin içine yerleşiverdi ve olay örgüsüne dönüştü. Bu yüzden anlatılarım için bir festival günlüğü değil bir hikâyenin hayata karışma hâli diyebilirim.
Tunus’un kadim bir şehri olan Sbeitla’da, nisan ayının ilk günlerinden ortasına uzanan bir zaman diliminde gerçekleşen Shepherds Festivali’ne davet edildim. Gitmeden önce, orada neler yapabileceğimi zihnimde tasarlarken bir makaleye rastladım. Akademik bir dergide yayımlanmış, Tunus’taki Türk izlerini ve Türkçe ile Tunus Arapçası arasındaki ortak sözcükleri ele alan uzun bir çalışmaydı. Satırlarına göz gezdirirken Tunus’a henüz gitmemiştim. Anlatılanların büyük kısmı benim için yaşanmamış ama yaşanması olası bir ihtimaldi.
Makalede Mustafa Solmaz, Osmanlı Devleti’nin üç yüz yıldan fazla bir süre boyunca pek çok alanda hizmetler götürerek Tunus’ta derin etkiler bıraktığından söz ediyor. Makaleyi yazma amacında ise Tunus’taki Türk eserlerini göstermek ve kullanılan ortak sözcükleri karşılaştırmak olduğunu belirtiyor; bu karşılaştırmalarla Osmanlı’nın yalnızca cami, kervansaray ve köprüler inşa etmekle kalmadığını, mutfaktan günlük hayata, yer adlarından dile kadar uzanan geniş bir alanda ülkenin kültürüne derin izler bıraktığını vurguluyor.
Okumalarımda Türklerin, ticari hayatı canlı tutarak halkın gelir seviyesini artırabilmek için Türkçe “kasaba” sözcüğünden bozma “kasba” adıyla çok sayıda çarşı ve han yaptıkları, on yedinci yüzyıldan itibaren imar faaliyetlerini artırdıkları; halkın ihtiyacını karşılamak üzere farklı bölgelerde kütüphaneler, köprüler, hamamlar, çeşmeler, su kuyuları ve mahzenler inşa ettikleri gibi pek çok bilgiye ulaştım.
Tunus’taki Türkler, köklerini unutmamak için geldikleri yerlerin adlarını kimi zaman soyadı, kimi zaman lakap olarak kullanmışlar. Kalâat Kasba, Soliman,Türki gibi pek çok yerleşim yeri, geçmişi unutmamak üzere mekâna iliştirmenin bir yolu olmuş. Makalenin ilerleyen bölümlerinde, Türk araştırmacıların yeterince ilgilenmediklerine; yerli aydınların ise çoğu zaman gerçekleri yansıtmaktan uzak kaldıklarına dikkat çekiliyordu. Solmaz, Tunus’taki kütüphane ve arşiv merkezlerinin yanı sıra Türk ve Fransız arşivlerinin birlikte incelenmesinin yalnızca Türk izlerini doğru biçimde tespit etmek için değil ülkenin gerçek tarihini anlayabilmek açısından da önemli olduğunu vurguluyordu.
Makaleyi okuduktan sonra zihnimde neler yapabileceğime dair bir çerçeve oluşmaya başladı. Öncelikle ilk gençlik çağına yönelik bir öykü yazmalıydım. Kurgularımın çoğunu kendi yaşanmışlıklarımla beslediğim için kahramanları da biz olduk. Oğlum Ali’yi bir sözcük avcısı olarak düşündüm, sözcük biriktiren ve onların peşlerine düşen bir koleksiyoncu... Dünyanın dört bir yanına dağılmış, çok uzak coğrafyalarda dahi kullanılan Türkçe sözcükleri toplayan bu çocuğun en büyük hayali, Kaşgarlı Mahmut gibi bir sözlük yazabilmekti. Hikâyede Ali ve annesi bir uçağa binip sözcüklerin izini sürmeye başlıyorlar, Tunus’ta Kartaca Havaalanı’na iniyorlar ve türlü türlü maceralara atılıyorlar.
Hikâyedeki Ali, Tunus’un Sbeitla sokaklarında dolaşır; mağazaların vitrinlerine, tabelalarına bakar. Karşısına çıkan sözcüklerin neredeyse tamamı Fransızcadır. Bu kadar eski bir coğrafyada tabelaların tamamının başka bir dilde yazılıyor olması içini burkar. Tam da o sırada bir ayakkabı mağazasının tabelasında “babuş” sözcüğü gözüne ilişir. Ne kadar da tanıdıktır! Vakit kaybetmeden Türk Dil Kurumunun etimoloji sözlüğünü açar ve “pabuç” sözcüğünün izinin Farsçaya kadar uzandığını, pa ve puş sözcüklerinden oluştuğunu görür: Ayak ve giymek. Bir sözcüğün, en temel iki ihtiyaçtan doğmuş olması dikkatini çeker. Sözlüğe göre Farsça papuş’un sonundaki “ş” sesi, Türkçede “ç”ye dönüşmüştür. Tıpkı en sevdiği tatlı olan “sütlü aş”ın “sütlaç” olması gibi… Sözcüklerin yolculuk sırasında biçim değiştirerek yaşamaya devam etmesi ona tuhaf gelir.
Ben bu sözcükle makalede karşılaştım. Türkçe ile Tunus Arapçasındaki benzer sözcüklerin derlendiği bölümde “pabuç” olarak yer almaktaydı. Karşısında ise Farsça yazılmış hâli vardı: “babuş”. Aynı sözcük, farklı bir alfabede, farklı bir ses örgüsü ile karşıma çıkmıştı ama hiç yabancı değildi. Yalnızca harfler farklıydı, sözcüğün kendisi yerli yerindeydi.
Ali mağazanın içine girer ve etrafı dikkatle incelemeye başlar. İçeride Arapça konuşan on üç yaşlarında bir çocuk vardır, kasada ise dedesi oturmaktadır. Ali, sözcük üzerine konuşmaya başlayınca dedenin yıllar önce Anadolu’dan geldiğini ve Türkçe bildiğini öğrenir.
Bu sahne, Tunus’a gitmeden önce makaleden etkilenerek yazdığım öykünün bir parçasıydı ve tamamı kurmacaydı. Henüz yola çıkmadan sözcüklerin peşine düşen bir çocukla annesini Sbeitla sokaklarında dolaştırdım ve tabelasında “BABUŞ” yazan mağazaya götürdüm. O sırada bunun bir kurgu olduğunu sanıyordum. Ta ki Tunus’ta tabelasında “BABUŞ” yazan mağazaya gerçekten adım atana dek… Bu ayrıntı, gerçek hayatta karşılık buldu ve benim için ilginç bir deneyime dönüştü. Anlattıklarım, bir festivalde yaptıklarımın dökümünden çok, hikâyemin yazıldığı yerden çıkıp hayata karışmasıydı. Festival boyunca, daha önce yarattığım kurmacanın içine düşmüş gibi hissettim kendimi.
Dillerin ayrılmaz bir parçası olan sözcüklerin, tıpkı göçmen kuşlar gibi bir dilden başka bir dile göç ettiklerini biliyordum. Bana kalırsa hikâyeler de öyle, sözcüklerle taşınıyor ve yayılıyor. Ama bu yer değiştirmenin gerçekleşebilmesi için farklı dillerde konuşan toplulukların bir noktada karşılaşması gerekiyor. Yüzyıllar önce Osmanlı ile Tunus’un karşılaşması gibi… Bugünse Ali ile “babuş”un buluşması ve atölyede ortak sözcüklerle üretilen anlatılar… Hepsi, aynı hikâyenin farklı anlarına tanıklık ediyor.
Türkçe, yaşayan diller arasında en eski olanlardan biri. Tarihsel derinliğinin yanı sıra konuşulduğu alan bakımından da geniş bir coğrafyaya yayılmış durumda. Bu coğrafya boyunca pek çok devlet kuran Türkler, ilişki kurdukları topluluklarla yalnızca bilgi değil sözcük alışverişinde de bulunmuşlar ve dillerin birbirine değdiği yerlerde sözcükler de yer değiştirmiş. Tunus’a davet edilmem ve ardından ürettiğim çalışmalar, bütün bu düşünceler etrafında şekillendi. Yüzümü çocuklara ve gençlere döndüm ve Türkçe ile Tunus Arapçasında yer alan benzer sözcüklerden yola çıkarak yazma üzerine atölyeler kurdum. Daha ilk günden itibaren çalışmalarım basının, akademik çevrelerin ve halkın ilgisini çekti. Ortak kullandığımız bu denli sözcüğün olması herkes için şaşırtıcıydı.
Çocuklarla atölyeden sonra kültür gezilerine çıktık. Tarihî yapılara bakarken ben “kale” dedim, onlar “kal’a” diye karşılık verdi. Aynı yapıya bakıyor, aynı sözcüğü benzer seslerle söylüyorduk. Aramızda tercümana bile gerek yoktu.
Masaya gelen yemeklerin adları da öyleydi: Ben “çorba” istedim, onlar “şorba” dedi. Ardından aklımıza gelen tüm yemekleri sıralamaya başladık: “dolma, bamya, bürek, fasulya, kebeb, köfte… “ Bunları yemek için değil her seferinde bir ortak sözcük daha bulmanın verdiği sevinçle söylüyorduk. Üzerine “bakleve” yedik, “kahva” içtik. “Bu harikulade davet için teşekkür ettim. Hemen anladılar, zaten aynı sözcüğü kullanıyormuşuz: “Harikulade”. “Davet” de ortak sözcüklerimizdenmiş.
Sözcüklerin yaşayan mucizelerden biri olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu sayede Tunus halkıyla aramızda güçlü bir bağ oluştu. Az şey mi? Ortak kullandığımız, beş yüze yakın sözcük varmış.

01 Aralık 2025 09:55

10 Aralık 2025 16:42
13 Aralık 2025 19:19

12 Aralık 2025 23:09

05 Aralık 2025 06:37

03 Aralık 2025 03:51

10 Aralık 2025 11:30

12 Aralık 2025 12:24

08 Aralık 2025 17:11

04 Aralık 2025 22:56