Mustafa Pala
Kategori: Edebiyat - Tarih: 06 Temmuz 2025 21:14 - Okunma sayısı: 101
YALAN VE ÜSTYALAN
Aydınlanma devrimimizin mirasçıları, Cumhuriyet’in halkçı eğitim kurumları Köy Enstitülerine saldırılara göğüs germeye, onları aydınlık bilinçleriyle savunmaya devam ediyorlar. 2024’te Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Atıcı’nın “bir borç çalışması” dediği “Köy Enstitülerine Saldırılar Tarihi” Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanmıştı. Atıcı, çağdaş dünyanın örnek eğitim modeli kabul ettiği enstitüleri nasıl hedefe koyduklarını, enstitülere saldırılarda kimlerin hangi yöntemleri kullandığını belgeleriyle açıklamıştı.
Yine geçen yıl aynı yayınevi, eğitimci yazar Nazım Mutlu’nun “Eğitimimizin Karşıdevrimle Sınavı”nı yayımlamıştı. Nisan 2025’te ise Berfin Yayınları, yazarın eğitim konulu “sınav”larından ikincisini kitapçı raflarına taşıdı: “Köy Enstitülerinin Yalanlarla Sınavı”. Kitabın yazılmasını Cezmi Bayram’ın Köy Enstitüleri-Bir Masalın Tahlili (Ötüken Yay. 2020) adlı kitabının esinlediğini söyleyen Mutlu, bu araştırmasında, Cumhuriyet eğitiminin temel felsefesini ve programını temsil eden enstitülerin maruz kaldıkları yalan ve iftiraları bir araya toplayıp yalancının mumunu bir güzel üfleyiverdi. Yatsı geçmişti ama olsun, enstitüler dün olduğu gibi bugün de sahipsiz değildi.
Mutlu, titizlikle hazırladığı bu çalışmasında Köy Enstitüleri’ne yönelik 40 yalanı ve daha fazlasını derleyip her birini de tek tek yanıtlıyor. “Sağlı Sollu Başka Saldırılar” başlığı altında da Kemal Tahir’in Bozkırdaki Çekirdek adlı romanında, dönemin enstitü muhalifi siyasilerine, eğitimcilerine, yerel güç odaklarına, köylülere ve hatta öğrencilere söylettiği yalan yanlış bilgileri, düşünceleri romandan yaptığı alıntılarla ortay koyuyor.
Bu yazının meramı ise enstitülere yönelik bu “saldırı” ve “yalanlar”ın ideolojik ve kültürel arka planına bakmak. O arka planda Kemal Tahir’in Bozkırdaki Çekirdek adlı romanını bu saldırı ve yalanlar bağlamında yeniden okumak. Ancak bir romandan söz edildiğinde, artık edebiyat alanına girmiş, dolayısıyla yalanın cılız çıplaklığından uzaklaşılmış, bir “üstyalan”a, yani kurguya geçmiş oluruz. Sözlüklerin yaptığı gibi kestirmeden giderek “yalan”ı “gerçeğe uymayan söz, uydurma” diye tanımlarsak, “üstyalan”ı da “gerçeğe uymayan söz”ün idealize ve estetize edilmişi biçiminde anlamamız gerekir.
Bu haliyle üstyalan, kuşkusuz yalandan çok daha etkili ve tehlikelidir; çünkü başka kurucularla birlikte, yanlış bilinç anlamında ideoloji inşasına harç taşır. Bu nedenle yalan karşısında yeterli kabul edilen reddedici ve yanıtlayıcı tutum, yanlış ideoloji karşısında eleştirel bir düşünceyi gerekli kılar. Kurulma aşamasında ve sonrasında enstitüler için üretilen yalanlar ve atılan iftiralar, sözünü ettiğimiz iki titiz çalışmayla bir kere daha yanıtlanmış oluyor. Sorun yeterince anlaşıldığından, yazımızda tekrara düşmemek için onları bir kere daha aktarmak yerine, Kemal Tahir’in söz konusu romanı üzerinden bu yalan ve iftiraların arkasında yatan ideolojik kaynağa odaklanmayı deneyebiliriz.
Bir dönem sağ, bir dönem sol entelektüellerin baş tacı ettiği, asıl adı İsmail Kemalettin Demir olan Kemal Tahir (13 Mart 1910-21 Nisan 1973, İstanbul), Türk edebiyatının ve düşünce dünyasının etkili bir kalemi. Tezli sosyal romanlarında özellikle Türk tarihi, toplum yapısı ve köy hayatını ele alan Tahir’in babası II. Abdülhamid’in yaverlerinden Tahir Bey, annesi Nuriye Hanım. Galatasaray Lisesi’nde başladığı eğitimini yarım bıraktı, çeşitli işlere girdi çıktı, 1930’larda gazeteciliğe başladı; Vakit, Haber, Son Posta gibi gazetelerde çalıştı. 1938’de Nazım Hikmet’le birlikte, “Donanma Davası” olarak bilinen “orduyu isyana tahrik ve teşvik” suçlamasıyla tutuklandı. 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı, 12 yıl sonra 1950’de serbest kalabildi. Hapishane yıllarında, “Göl İnsanları”nın (1955) iki öyküsünü yazdı, sonra yoğun bir şekilde romana yöneldi. Sağırdere’den (1955) Karılar Koğuşu’na (1974) yirmi kadar roman yazdı: Rahmet Yolları Kesti (1957), Yorgun Savaşçı (1965), Devlet Ana (1967), Kurt Kanunu (1069), Yol Ayrımı (1971) …
ROMANLAR VE TEZLERİ
Kemal Tahir, Marksist düşünceden etkilenmekle birlikte, Türk toplumunun kendine özgü yapısını vurgulayan Asya Tipi Üretim Tazı (ATÜT) temelli bir tarih ve toplum tezi geliştirdi. Batılılaşma eleştirisi temelinde Anadolu insanının gerçekliğini yansıtan eserler yazdı. Çeşitli konularda tuttuğu 10 ciltlik notları, mektupları ve 7 senaryosuyla özgün edebiyat ve düşünce evrenini kurdu. Eserleri, Türk edebiyatında “millî roman” anlayışının önemli örnekleri sayılan Tahir, tarihsel ve toplumsal konulara yaklaşımıyla edebiyat ve düşünce dünyasında derin izler bıraktı.
Kemal Tahir, Türk tarihi ve toplum yapısına dair düşünce evrenini, salt Batı’ya ait bir süreç olarak gördüğü aydınlanma karşıtlığı temelinde inşa eder. Bu temelden baktığı Cumhuriyet devrimine de Batı’dan ithal bir sistem muamelesi yapar. O kadar ki Cumhuriyet’in kurucu kadrosu ve onu izleyenlerin tarih ve toplum tezlerini, Atatürk’ün Söylev’inden Halide Edip’in anılarına, “Birinci Adam, İkinci Adam, Üçüncü Adam, Üçbuçukuncu Adam marifetleri” diyerek tiye aldığı Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam, İkinci Adam biyografilerinden “zinde kuvvetleri enayi belleyerek kaleme alınmış” dediği Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’ne kadar, Türk toplumu tarihinin “kancıklığa uğratıldığını” ileri sürer. (Notlar, Sanat Edebiyat 1, Bağlam Yay. 1989)
Romanlarında Türk toplumunun tarihsel ve sosyolojik yapısını, Batılılaşma eleştirisi, Osmanlı’nın kuruluş dinamikleri, Türk köylüsünün kendine özgü gerçekliği ve Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmaları üzerinden analiz eder. Buradan hareketle, Marksist tarih okumalarındaki feodalite kavramının Batı’ya özgü olduğunu, Osmanlı’nın ise devletçi ve merkeziyetçi bir sistemle kurulduğunu savunur. Nihayet Osmanlı’nın kuruluş dönemini anlatan ve “kerim devlet” kavramına odaklanan Devlet Ana, Osmanlının, göçebe Türkmenlerin “ahilik” ve “alp-eren” geleneğiyle devletleşerek oluştuğu tezini arkasına alır. Bu yeni devletin halkın ihtiyaçlarını gözeten, adaleti temel alan bir yapı olduğunu vurgular. Bu nedenle Osmanlıda Batı’daki toprak aristokrasisi (feodal lordlar) yoktur; devlet, toprağı tımar sistemiyle yönetir ve köylüyü korur. Osman Gazi, Şeyh Edebali, Dursun Fakıh gibi karakterler, halkla iç içe, onların sorunlarını bilen ve çözüm üreten kişiler olarak resmedilir. Devlet, sadece siyasal değil, ahlaki ve kültürel bir dayanak olarak da sunulur. Kemal Tahir’in ATÜT kuramını daha çok Doğu-Batı çelişkisi ve özel mülkiyet temelinde değerlendirdiği bellidir. Ancak Devlet Ana romanı, Osmanlının kuruluşunda Türkmenlerin etkisi, Alevi tarikatı olan Kalenderîlere yaklaşımı ve Babai isyanında Ertuğrul Bey’in rolü gibi konular üzerinden çokça tartışılmıştır.
Eşkıyalık ile ağalık sisteminin ilişkisi bağlamında bir Anadolu panoraması çizen, 1930’ların son yıllarında Çorum-Sungurlu yöresinde geçen olayların kurgulandığı Rahmet Yolları Kesti’de Türk köylüsünün eşkıya-ağa baskısı altında ezildiğini, halk arasında eşkıyalığa duyulan hayranlığın aslında çaresizlikten kaynaklandığını anlatır. Burada yaşanan toplumsal düzenin Batı’daki feodalizme benzemediğini savunur. Köylü, bir yanıyla devlete, diğer yanıyla ağaya bağımlıdır ve devletle ağa arasında sıkışıp kalmıştır. Tahir’e göre Kurtuluş Savaşı sonrası devrimler tepeden inmecidir ve Anadolu insanının değerleriyle çatışır.
Günümüzün yeni Osmanlıcılarıyla paralellik kurulabilecek biçimde “Millî mücadele kazanıldı ama ruh kaybedildi…” mesajı veren Yorgun Savaşçı, yenilmiş hisseden İttihat Terakki üyesi, Osmanlı subayı Yüzbaşı Cemil’in iç çatışmaları üzerinden Batılılaşma ile gelenekler arasındaki gerilimi ortaya çıkarır. Yazarın Osmanlı devlet yapısı ve Doğu-Batı sorununa bakışını da yansıtan roman, Osmanlı’nın klasik şemaya uymadığını, feodal veya kapitalist olmadığını, “devlet mülkiyeti” temelli bir sistemle yönetildiğini savunur. Kurt Kanunu’nda 1920’lerin Ankara’sında siyasi çekişmeleri anlatırken, yeni devletin “devletçi kapitalizm” ile şekillendiği, “devletin sermayeyi kontrol ettiği” bir düzeni betimler.
Özetle Kemal Tahir’e göre“Cumhuriyet, temelden gelmeyen, gerçek dışı bir atılım, şartlara göre bir kalıp aktarışı”dır (a.g.y). Oysa merkezî otoritesi güçlü Osmanlı, halkla iç içedir ve bu yönüyle Batı feodalizminden farklıdır… Türk köylüsü, Batı’daki gibi serf değildir ama devletle ağa arasında sıkışıp kalmıştır. Cumhuriyet öncesi ve sonrası Batılılaşma hareketleri, Türk toplumunu yapay bir modernleşmeye itmiş, köklerinden koparmıştır. Kemalist devrimler, Anadolu insanının gerçekliğine uymamaktadır…
ASYA TİPİ ÜRETİM TARZI
Kemal Tahir’in tezli romanlarının tezini büyük ölçüde oluşturan ATÜT, Marksist terminolojide önemli, ancak tartışmalı bir tezdir. Bu tez, özellikle Batı dışı dünyada kapitalizm öncesi farklı bir toplumsal yapıyı ifade eder. Temelinde, merkezi devlet kontrolü, özel toprak mülkiyetinin olmayışı ve komünal köy yapıları gibi karakteristik özellikler bulunur. 19. yüzyıl Avrupa’sının bakış açısıyla şekillenen ilk ATÜT anlayışı, Asya toplumlarını genellikle “durağan” olarak tasvir etmekteydi; ancak bu görüş daha sonra sorgulandı ve ikna edici sonuçlar elde edildi.
Marks’ın sorunu ilk kavramsallaştırması Batılı gözlemcilerin, özellikle Hindistan ve Çin’deki kapitalizm öncesi toplumlara ait gözlemlerinden etkilenmişti. Marks, bu toplumların Avrupa’daki feodalizm ve kapitalizmden farklı sosyoekonomik yapılar sergilediğini fark etmişti. Richard Jones ve Hegel gibi düşünürlerin “oryantal despotizm” ve Doğu toplumlarının doğası hakkındaki görüşleri, onun bu konuya olan yaklaşımında etkili olmuştu. ATÜT’ü tartıştığı temel metinler arasında New York Daily Tribune için yazdığı makaleler ve Grundrisse bulunmaktaydı. Bu yazılar, sahada bir gözleme değil, Hindistanda İngiliz varlığını meşrulaştırmak için şirketlerin yazdırdığı kitaplar ve raporlara dayanıyordu. Marks’ın amacı, kapitalizmin Avrupa’da başlama nedenini ve özellikle Asya imparatorluklarının döngüsel doğasını, özel toprak mülkiyetinin olmayışını anlamaktı. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde Avrupa’nınkinden farklı bir gelişim gösteren Asya toplumlarını açıklamak için ATÜT kavramını formüle etti. Ancak 1860’tan sonra Rusya’nın hızla sanayileşmesi üzerine, kendi küçük tarlalarını eken Rus köylülerinin Batılı köylülere benzediğini teslim ederek kuramını güncelledi ve 1931’de Stalin, Asya toplumlarını incelerken bu kuramın geçerli olmadığını ilan etti. (Ahu Yalçın Terzi, Teori, Eylül 2021)
Marksizm’e ilgisi açık olan Kemal Tahir, “Notlar”ında başka başka adlandırsa da Osmanlı toplum yapısı ve özgün Türk-İslam sentezi arayışı için ATÜT’ü sol çevrelerde bir meşrulaştırma zemini olarak kullanmak eğilimindeydi. Oysa Türk solu, tezin zayıflığını, geçersizliğini ve hatta onun emperyalizm tarafından Türkiye’yi hizaya çekme olanağı olarak nasıl kullanıldığının farkındaydı. 1980’lerin başında tez, tekrar gündeme gelip tartışılmaya başlandığında, o yıllarda çok konuşulmuş olan “Aydınımız, İnsanımız, Devletimiz”in yazarı Erol Toy’a konuyu sormuş ve şu yanıtı almıştık:
“… Hata, kurdun kuzuyu yemesinden gelmektedir. Şöyle: Aristo Bilge, İskender’i Doğu’nun üstüne saldırtmaya hazırlarken bir ayrım yapmıştır. Batı uygardır, Doğu barbardır! Bu temellendirmeye göre de uygarın, barbarı uygarlaştırması bir uygarlık borcu olmaktadır… Sonra kapitalizmin yükseliş ve emperyalizmin başlayış dönemi olan 19. yüzyıla gelindiğinde ise, Batı aynı tekerlemeye yenilerini katmıştır. Uygar Batı, barbar Endülüs ve Osmanlı’nın şamarı altında yeterince bunaldıktan sonra, yeniden yekinirken eski ağıza yeni taam gereklidir. Doğu artık hem barbardır, uygarlaştırılması, sömürülmesi gerekir hem de Hegel Bilge’nin dilindeki gibi durağandır, akışkan kılınması, Batı’ya benzetilmesi gerektir… Ee bütün bunlar da hadi çocuklar yapıverin, demekle olmayacağından önce topraklar işgal edilerek sömürülür. Bu söktürülmezse, kafalar işgal edilerek uygarlaştırılır.”(Erol Toy, Yanıtlarıyla, Yaba, Şubat 1983)
Bu yanıt, Kemal Tahir’in ATÜT inancıyla Batı karşıtlığını bir paradoksa çevirirken, İngiliz’in Hindistan’da ve güneşinin batmadığı her yerde ve ABD’nin dün Irak’ta bugün Suriye’de İran’da, bütün bir Doğu’yu BOP çerçevesinde “demokratikleştirme” projesinin gerekçesini de yeterince deşifre etmektedir. Batı sömürgeciliğinin Doğu toplumlarının sömürüsünü meşrulaştırma aracı kıldığı ATÜT’ü, Osmanlı ve Türk toplumunun özgün bir analiz aracı olarak kullanma paradoksu, dün muhafazakâr, bugün siyasal İslamcı münevverin Cumhuriyet karşıtlığında ideolojik bir zemin olarak kullanılmaktadır!
BOZKIRDAKİ ÇEKİRDEK’İN TEZİ
Sosyolojik roman, mevcut uygarlık biçimini eleştirir ve toplumsal yapıda temelden yanlış bir şeyler olduğunu gösterir. Bu nedenle sosyolojik verilerle dolu Kemal Tahir’in romanlarını bu tür içinde değerlendirmek kaçınılmazdır. Sosyolojik roman, toplumsal sorunları, eşitsizlikleri ve çelişkileri açığa çıkararak okuyucunun farkındalığını artırma ve onu eleştirel düşünmeye teşvik etme potansiyeline sahiptir. Kuşkusuz bu farkındalık ve eleştirel tavır, tarihin tekerleğini geriye değil, ileriye doğru döndürme çabasına güç verirse, tarihin aydınlanmacı ve ilerlemeci yanında yer alır.
Sol ve sosyalist görüşleri nedeniyle Nazım Hikmetlerle birlikte cezaevlerinde süründürülen Kemal Tahir’den beklenen böyle bir eleştirelliktir. Ne var ki o, yukarıda açıklamaya çalıştığımız tezlerini, sahadaki olgusal gözlemlerinden çıkarmış olmaktan çok; cezaevinde geçen yaşamının en verimli döneminde buralardaki mahkûmlardan aldığı etkilere dayandırdığı izlenimi vermektedir. Cumhuriyet sonrasını konu alan romanlarında olumlu karakterlere rastlamak neredeyse mümkün değilken, romanlarının Osmanlı karakterlerinde tersi söz konusudur! Cumhuriyet sonrasında da köylülerin, devleti sürekli “Osmanlı” biçiminde adlandırması, bir yandan olmasını istediği “devlette süreklilik”in bir yandan da “özgünlükle” geliştirdiği ileri sürülen “Osmanlı Türklüğü” tezinin dışavurumudur.
Tezli roman, adından da anlaşılacağı üzere yazarın düşüncelerini savunmak, benimsetmek için kurguladığı bir ortamı açığa çıkarır; edebiyatı toplumsal değişim ve eleştiri için güçlü bir araç olarak değerlendirir. Bunun için yazar, inandırıcılık sınırları içinde toplumsal olgularla istediği gibi oynar. Kemal Tahir’in bir hamuru yoğurarak ondan tezlerini savunabileceği mekân, karakter ve sosyoloji yaptığı Bozkırdaki Çekirdek tam da böyle bir romandır. Bu nedenle romanı, Son Havadis ile Pazar Postası’nın yayımcısı ve CHP’nin devrimci köklerinden ayrılıp sosyal demokrat partiye dönüşmesi gerektiğini ilk öneren siyasetçilerden Cemil Sait Barlas’a (liberal gazeteci Mehmet Barlas’ın babası) “aziz dostum” diyerek ithaf etmesi anlamlıdır.
Romanda Cumhuriyet’in aydınlanmacı eğitim felsefesiyle enstitüleri kurup tüm yurtta yaygınlaştırmak istenmesi konu edilmiş ve kıyasıya eleştirilmiştir. Özetle tez, biz Batı toplumlarından farklıyız, bizde özel toprak mülkiyeti yok. Biz değişim ve dönüşüm dinamiklerine değil, istikrarlı bir sürekliliğe sahibiz. Enstitü gibi kurumlar Batı dayatmasıdır, tepeden inmeciliktir, halkımızın geleneksel kültür ve yaşam tarzına uymaz. Zaten Cumhuriyet de antidemokratik bir biçimde halka dayatılmıştı, o yüzden tutmadı… gerekçelerine dayandırılmıştır. Hatta romanın enstitülerin işleyişine değil, kuruluşuna odaklanması nedeniyle, Kemal Tahir’in asıl sorununun bu eğitim atılımından çok, Cumhuriyet’in kendisine yönelik bir eleştiri olduğunu söyleyebiliriz.
Cumhuriyet’in kültür devriminin bir parçası olarak şehir ve köy arasındaki eğitim eşitsizliğini gidermek, kendi köylerinde görev yapacak öğretmenler yetiştirmek amacıyla açılan Köy Enstitüleri’nin 14.sünün kuruluşunu konu alan ve kitap olarak ilk baskısı 1967’de (Remzi Kitabevi) yapılan “Bozkırdaki Çekirdek” ilk olarak Nisan 1965’ten itibaren Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Romanın zamanlandığı 1943 yılı Türkiye’sinde kırsal ve kentsel bölgeler arasında belirgin bir sosyoekonomik uçurum bulunmaktaydı. Kırsal kesimde ağaların ve dini liderlerin etkisi güçlüydü ve geleneksel toplumsal değerler yaygındı. Köy Enstitülerinin öncülleri olan, askerliğini çavuş rütbesiyle yapanların eğitmenliği, köy eğitmen kursları gibi projeler daha Atatürk zamanında başlamıştı. Bu eğitim atılımı, geleneksel yaşamı demokratik bir yapıya dönüştürmeyi ve modern bir eğitim anlayışını yaygınlaştırmayı amaçlıyordu. Ancak, tüm çabalar toprak ağaları ve din önderleri gibi yerel güç odaklarının ve bu odakların sağladığı çıkarların etkisindeki bazı siyasilerin direnciyle karşılaşmıştı.
“Bozkırdaki Çekirdek”, işte bu direnci meşru kılacak bir biçimde, modernleşme çabalarının kırsal kesimdeki yansımalarını eleştirel bir yaklaşımla betimlemektedir. Enstitülerin kuruluş aşamasında farklı ideolojik görüşler ve toplumsal kesimler arasında gerilim artmış, modernleşme çabalarıyla geleneksel yapılar karşı karşıya gelmişti. Köy Enstitüleri bu çatışmaların odağında yer almış, bazı kesimler tarafından komünistlik, karma eğitim ve milli değerlere aykırılık gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmıştı. Bu eleştiriler, enstitülerin 1954 yılında kapatılmasına kadar uzanan bir süreci tetiklemişti. İşte sonrasında da süren tartışmalara Kemal Tahir, bu aydınlanma projesine eleştirel bile değil, karalayıcı bir yaklaşım geliştirdiği Bozkırdaki Çekirdek’le katılmıştı.
“KARAMSAR” GERÇEKÇİLİK
“Bozkırdaki Çekirdek” romanı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidarı döneminde, 1940’lı yıllarda, Çankırı, Kastamonu ve Çorum topraklarının kesiştiği Keşiş Düzü mevkiinde Dumanlı Boğaz Köy Enstitüsü’nün kurulma sürecini ve bu süreçte yaşanan olayları anlatmaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından bu enstitüyü kurmakla görevlendirilen idealist Müdür Halim Akın ve köylülerin deyişiyle “gâvur esdüdü”nün kurucu ekibi Müdür Yardımcısı Nuri Çevik, Öğretmen Cemal Avşar ve sosyoloji yüksek lisans öğrencisi ve öğretmen Emine Güleç ile birlikte çalışmalara başlar. Çeşitli köylerden toplanan on sekiz erkek ve dört kız öğrenci de bu çalışmalara katılır. Müfettiş Şefik Ertem karakteri ise Kemal Tahir’in alter egosudur; roman boyunca onun düşünce ve enstitü eleştirilerini dile getirir ve halkın değerleriyle çatışan, devletin tepeden inmeci modernleşme anlayışı kıyasıya eleştirilir.
Bu eleştiriler, sonraki yıllarda da enstitü karşıtlığına ideolojik bir dayanak oluşturur. Kemal Tahir, romanda eğitimin modernleşme aracı olarak kullanılması ve köylüye rağmen köylünün dönüştürülmeye çalışılmasının yanlışlığını anlatma çabasındadır. Temel eleştirisi, devletin enstitüler aracılığıyla kırsal nüfusu dönüştürme değil, denetleme arzusuna yöneliktir. Ona göre Enstitülerde yetiştirdiği militanları aracılığıyla CHP, faşizan kollarını köylere kadar uzatmak istemektedir. Romanın temel çatışması, çağdaş olduğu kadar ulusal ve yerel gereksinimleri karşılamak amacıyla kurulan enstitülerden umulan ile ağa, kayıt dışı tüccar ve dinsel manipülatörlerden oluşan yerel güç odaklarının toprak üzerindeki mülkiyeti kontrol etme arzusu arasında gibi görünmektedir. Gibi görünmektedir, çünkü Kemal Tahir, ortada bir çatışma olduğuna kani değildir. Ona göre iki taraf da kötüdür ve enstitü kurucu ekibini de köylüleri de olumlamaz.
Kemal Tahir, görece yeni ve aynı kökten türemiş, sesçe benzer “ayrıntı-ayrım, özgü-özgün” gibi sözcükleri, bir romancı için bağışlanmaz biçimde birbirinin yerine kullanarak da olsa yerel karakterlerin ağızlarıyla ustaca geliştirdiği diyaloglara dayanan anlatımıyla ilerletir romanı. İlerletirken de toplumsal yapının bütün olumsuzluklarını, köyün kapalı “durağan” yapısını, kendir (uyuşturucu) yetiştiriciliği ve ticareti gibi geleneksel tarım dışı ekonomik faaliyetleri ve bu faaliyetlerin biçimlendirdiği geri ilişkileri etkili bir betimlemeyle görünür ve hissedilir kılmayı başarır. Ne var ki yazarın betimlemede kalan bu toplum eleştirisi, enstitü söz konusu olunca, betimlemeden çıkıp çözümlemeye evrilerek ideolojik bir nitelik kazanır. Çözümlemenin ideolojik altyapısını, yukarıda açıklamaya çalıştığımız ATÜT kuramı ve onun Kemal Tahir yorumu oluşturur.
Kemal Tahir’in genel karamsarlığı ve sevgisizliği Bozkırdaki Çekirdek’te de egemen bir izlek olarak karşımıza çıkar. Romanın en idealist kişiler grubunda bile ona göre, olumlanacak bir karakter, benimsenebilecek bir ilişki yoktur: Müdür ve yardımcısı hayalperest ve halktan kopuk, Cemal öğretmen, Ankara’nın jurnalcisi; Emine, Batılı yaşam tarzıyla köylüden uzak bir müteahhit kızı… Öğrencilerin kimi ailesine karşı gelerek kurucu ekibe katılmış, kimi karşı cinsin cazibesiyle; kimi askerde tokat yemektense tokat atma üstünlüğü elde etmek, kimi de baba baskısıyla çalıştığı tarladan kurtulmak amacıyla…
Köylülerde temiz diyebileceğimiz tek bir karakter yok. Zeynel Ağa’nın otoriter ve çıkarcı tavrı, kırsal kesimdeki geleneksel güç odaklarının değişime karşı direncini ve kendi çıkarlarını koruma çabalarını yansıtır. Kadın düşkünü, yobaz Deli Derviş’in marjinal, yıkıcı karakteri, geleneksel toplumun sorunlu ve çatışmacı bir gösterenidir. Karmaşık bir kişiliğe sahip olan Sultan köyün öğretmeni Murat’la yatarak yerel halkın modernleşme sürecindeki potansiyel rolünü siler. Köyün muhtarı, Zeynel Ağa’nın devletle ilişkisinde kullandığı maşa, diğerleri güç dengeleri içinde kendi çıkarları için her şeyi yapmaya hazırdır! Ve tabii Ankara’da en tepedekilerin, inancı tükenmiş ve samimiyetsiz iş yapma(ma) biçimleri de unutulmamış…
Enstitünün kurulması, doğal olarak Şirin Köyü’nün zengin ve nüfuzlu Zeynel Ağa’sının muhalefetiyle karşılaşır. Zeynel Ağa, enstitünün kendi otoritesini sarsacağından endişelenerek çeşitli yollarla bu girişimi engellemeye çalışır. Enstitünün su ihtiyacını karşılayacak boruların geçeceği arazinin sahibi olduğunu iddia eden din adamı Deli Derviş de inançlarına ters düştüğü ve çıkarlarına engel olduğu enstitünün karşısında yer alır. Bu engellemeler, egemen yerel güçler ve etkisindeki köylüler ile enstitü ekibi arasında gerginliklere ve çatışmalara yol açar. Enstitü ekibinin açığını kollayan Zeynel Ağa ve Deli Derviş, öğretmen Murat Ören’i tuzağa düşürüp hapsederler. Ekip, Murat Öğretmen’i kurtarmayı başarır ancak Deli Derviş’in öfkesi daha da artar, göz koyduğu Öğretmen Emine Güleç’i kaçırır. Roman, bu kaçırma olayının ardından yaşanan silahlı çatışma ve trajik sonla biter.
Bir yanda köy ağasının, yobaz din adamlarının enstitü düşmanlığında anlaşılmayacak bir durum yoktur; hatta onların etkisi ve güdümündeki yerel aktörlerin, köylülerin direncinde de… Diğer yandan Müfettiş Şefik Ertem’de somutlaşan enstitü kurucu ekibinin inançsızlığı ve umutsuzluğu yer alır. O halde soru şudur: Romanın temel çatışmasının bu iki yönü nasıl oluyor da Kemal Tahir’in yoğurduğu enstitü eleştirisi hamurunda kucaklaşıp romanı çatışmasız kılıyor? Kuşkusuz çatışmasız bırakılan roman, hapishane koğuşu arkadaşlarından dinlenmiş hikâyelerle biçimlenmiş, herhangi bir sosyolojik veriye dayanmayan ve Asyatik kuramla gerekçelendirilmeye çalışılan kişisel bir düşüncenin dile getirildiği “deneme” türüne indirgenmiş oluyor.
Romana mekân seçilen bozkır coğrafyası ve kültürel ortamı, eserin temaları ve olay örgüsü üzerinde derin bir etkiye sahiptir. Bu çorak ve verimsiz coğrafya, romanın atmosferini belirlemekte ve karakterlerin yaşam koşullarını şekillendirmektedir. Kemal Tahir’in niyetinden bağımsız olarak, bozkırın zorlu doğası, hem Köy Enstitüsü kurma çabasındaki idealist öğretmenlerin ve öğrencilerin karşılaştığı fiziksel engelleri hem de bu mücadelenin gerekçesini simgeler. Bozkır kültüründe ve toplumsal ilişkilerde geleneklerin ve ağa, dinî lider gibi otoritelerin etkisi büyüktür. Roman, bu kültürel yapının Köy Enstitüsü gibi yabancısı olduğu modernleşme girişimlerine karşı nasıl bir direnç gösterdiğini betimlerken yazarın enstitü karşıtı duruşuna da zemin oluşturur.
Köy Enstitüleri reddiyesiyle idealizm ve gerçeklik arasındaki çatışmayı uyumlulaştıran Kemal Tahir, yerel güç odaklarının direncini yansız bir biçimde sergilerken, uygulamanın pratik zorlukları içindeki idealist vizyona kuşku düşürür. Romanın daha gerideki ama daha önemli teması, modernleşme ve batılılaşma eleştirisidir. Bu tema yazara, Türkiye’nin modernleşme projesine, özellikle kırsal kalkınma ve eğitim alanındaki yaklaşımlar karşısında eleştirel bir zemin sağlar. Batılı eğitim modellerinin ve ilerleme anlayışının, yerel değerlere ve ihtiyaçlara ne kadar uygun olduğu sorusunu tartışmaya açar. Ne var ki Kemal Tahir, hiyerarşilerin ve çıkar çatışmalarının reform çabalarını engelleyici etkisi karşısında taraf değil, en iyimser olasılıkla gözlemcidir.
BOZKIR VE ÇEKİRDEK METAFORU
Roman, aydın ile halk arasındaki uzaklığa da yer ayırır. Köy Enstitüleri projesinde yer alan eğitimciler devletin yarı aydınları olarak betimlenir. Onların kent kökenli idealist yaklaşımları ile kırsal kesimde halkın yaşama, düşünme biçimi arasındaki uyumsuzluklar, romanın tartışma konularındandır. Roman, dışarıdan gelen değişim çabalarının, geleneksel yaşamın güvenliğinden çıkmak istemeyen halk tarafından nasıl algılandığını sorar. Ne var ki Tahir’in bu soruya Cumhuriyet karşıtlığıyla biçimlenen suçlayıcı ve yargılayıcı yanıtı, Yaban’da halktan yana aydın eleştirisi yapan Yakup Kadri’nin gerisindedir.
Son olarak, romanın adında da geçen “bozkır” ve “çekirdek” metaforları önemlidir. Bozkır, zorlu ve verimsiz bir coğrafyayı simgelerken, “çekirdek” bu zorlu ortamda yeşerme potansiyelini temsil eder. Roman, toplumsal ilerleme ve gelişmenin, yani çekirdeğin yeşermesi fikrinin, yerel güçlerin etkisindeki halkın geri yaşam koşullarında, yani bozkırın çetin ve susuz doğasında ne kadar olanaklı olduğu sorusunu metaforik biçimde sorar ve Kemal Tahir, “Coğrafya kaderdir!” der gibi boyun bükerek soruyu olumsuz yanıtlar.
Özetle Kemal Tahir, enstitüleri “Çekirdeği olsa, bozkır kalır mıydı bozkır?” teslimiyetiyle eleştiri bombardımanına tutar. Eleştiri, yapıcı değil yıkıcı olunca da bugün açıktan hedef alınan Cumhuriyet ve laik, bilimsel eğitim karşıtlığı cephesine mermi taşımış olur!
Bizim sorumuz ise açık ve net bir yanıttır: “Çekirdek sulanmazsa bozkır nasıl yeşerir?”
05 Temmuz 2025 23:02
01 Temmuz 2025 09:55
12 Temmuz 2025 10:54
02 Temmuz 2025 21:37
06 Temmuz 2025 20:57
14 Temmuz 2025 22:25
11 Temmuz 2025 14:38
18 Temmuz 2025 18:27
05 Temmuz 2025 01:03
05 Temmuz 2025 23:16