Prof. Dr. Şakir ÇINKIR
Kategori: Eğitim Bilimleri - Tarih: 08 Ekim 2025 09:47 - Okunma sayısı: 73
Prof. Dr. Şakir ÇINKIR
(Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi)
Türkiye’de eğitim politikalarının en büyük zaafı, planlama yerine refleksle hareket edilmesidir. 2012’de 4+4+4 sistemi yürürlüğe konulduğunda, temel gerekçe “eğitime erişimi artırmak”tı. Ancak pedagojik hazırlık yapılmadan atılan bu adım, 60 aylık çocukların ilkokula başlaması gibi ciddi uyum sorunlarına yol açtı. Bugün yeniden 3+1 veya 2+2 gibi modellerin tartışılması, aslında bu geçmiş deneyimlerden ders alınmadığını gösteriyor. Eğitim sisteminde yapılan her değişikliğin toplumsal ve kurumsal bir maliyeti vardır; öğretmen uyum sağlayamaz, veliler güvenini kaybeder, öğrenciler yön duygusunu yitirir. Gelişmiş ülkelerde reformlar veri temelli, uzun vadeli ve paydaş katılımlı planlamalarla yapılırken bizde kararlar hâlâ siyasal takvimlere göre alınmaktadır. Eğitim sisteminin bu kadar sık biçim değiştirmesi, süre tartışmasından çok bir “yön kaybı” tartışmasıdır. Zorunlu eğitimi 12 yıldan 11’e indirerek sistemde kalite sağlanamaz; asıl mesele, eğitimin amacının yeniden tanımlanmasıdır.
Bilim ve teknolojideki ilerlemeleri gerekçe göstererek lise eğitiminin süresini kısaltmak, pedagojik değil, politik bir tercihtir. Çünkü dünyada eğitimi kısaltan değil, erken çocukluk eğitimini zorunlu hale getiren ülkelerin sayısı artmaktadır. Eğer Türkiye’de gerçekten bir süre revizyonu yapılacaksa, bu kısaltma lise değil okulöncesi kademesine kaydırılmalıdır. Beş ve altı yaş gruplarının okulöncesi eğitime zorunlu olarak dahil edilmesi, hem öğrenmeye hazırlığı güçlendirir hem de eşitsizlikleri azaltır. Üstelik lise eğitiminin üç yıla düşürülmesi, yaklaşık %25 oranında branş öğretmeninin norm fazlası olmasına neden olacaktır. Bakanlık, bu öğretmenleri nerede istihdam edeceğini açıklamamıştır. Benzer bir durum, 5 yıllık ilkokulun 4 yıla düşürüldüğü ve 3 yıllık ortaokulun 4 yıla çıkarıldığı 2012 reformunda da yaşanmıştı. Planlama eksikliği, sadece öğretmenlerin değil, öğrencilerin de mağduriyetine yol açar. Lise süresini kısaltmak, ne nitelik sorununu çözer ne de eğitime verim kazandırır; tam tersine, sistemin bütünlüğünü bozar.
Bu söylem, eğitimi ekonomik ihtiyaçlara indirgeme hatasıdır. Hiçbir anne-baba çocuğunu sanayide çırak ya da usta olsun diye dünyaya getirmez. Ayrıca sanayide çırak bulunamamasının nedeni eğitim değil, çalışma kültüründeki onur kırıcı tutumlardır. Çıraklara yönelik saygısız davranışlar, düşük ücretler ve güvencesizlik, gençleri bu alanlardan uzaklaştırmaktadır. Eğitim sistemini bu yanlış davranışların faturasını ödemek için değiştirmek akılcı değildir. Evet, ortaöğretim içinde akademik, davranışsal veya duygusal olarak sistemde tutulması güç öğrenciler bulunabilir; ancak çözüm bu öğrencileri dışlamak değil, güçlü bir ölçme-değerlendirme ve yönlendirme sistemi kurmaktır. Öğrencilerin yeteneklerine ve ilgi alanlarına göre meslekî rehberlik sağlanabilirse, meslek eğitimi daha çekici hale gelir. Almanya ve Hollanda örneklerinde olduğu gibi, saygı gören bir meslek eğitimi sistemi kurmak, lise süresini kısaltmaktan çok daha sürdürülebilir bir çözümdür.
Eğitimde güven, istikrar ve öngörülebilirlikle oluşur. Ancak son yirmi yılda hemen her bakan değişiminde reform yapılması, bu güveni zayıflatmıştır. Öğretmenler sürekli değişen müfredat ve sınav sistemine uyum sağlamakta zorlanırken, veliler “çocuğum mezun olana kadar sistem yine değişir mi?” kaygısı taşımaktadır. Öğrenciler ise öğrenme sürecini bir yarış olarak görmekte, eğitim yalnızca sınav başarısına indirgenmektedir. Bu durum sadece pedagojik değil, toplumsal bir krizdir. İstikrarlı sistemlerde, örneğin Finlandiya veya Almanya’da reformlar 10 yıllık planlamalarla yürütülür, paydaşlar sürece katılır. Türkiye’de ise kararlar tepeden inme biçimde alınmakta, bu da kurumsal hafızayı ve mesleki aidiyeti zedelemektedir. Güven, ancak uzun vadeli, katılımcı ve veri temelli bir planlama kültürüyle yeniden tesis edilebilir.
Eğitimi basamaklara ayırmak idari değil, gelişimsel bir zorunluluktur. Çocukların bilişsel ve duygusal gelişimleri dikkate alınmadan yapılan her reform, pedagojik çöküntü yaratır. 60 aylık çocukların ilkokula başlatılması bunun tipik örneğidir. Basamaklandırmanın amacı, her yaş grubuna uygun bir öğrenme ortamı yaratmaktır. Bu nedenle, eğitimin “kaç yıl” süreceğinden çok, “nasıl bir içerik ve rehberlik” sunulduğu önemlidir. Ortaokul ve lise düzeyinde bireysel farklılıkları ölçebilen sistemler kurulmadıkça, hem akademik hem duygusal uyumsuzluklar artar. Eğitimde “herkese aynı program” anlayışı yerine, yönlendirme temelli çoklu yol tasarımlarına ihtiyaç vardır. Pedagojik uyum, sadece süreyle değil, öğretmen niteliği, sınıf ortamı ve rehberlik hizmetleriyle sağlanabilir. Aksi halde basamaklandırma, çocukların gelişimini desteklemek yerine onları erken olgunlaşmaya zorlayan bir mekanizmaya dönüşür.
OECD ülkelerinde eğitim politikaları siyasal tercihlerle değil, toplumsal uzlaşı ve bilimsel veriyle biçimleniyor. Finlandiya’da müfredat her 10 yılda bir yenilenir; Almanya’da her değişim öncesi öğretmenler hizmet içi eğitime alınır. Türkiye’de ise reformlar genellikle aceleyle, pilot uygulama yapılmadan yürürlüğe giriyor. Bu, eğitim sistemini sürekli bir deneme tahtasına dönüştürüyor. Bir ülkenin ekonomik krizleri, yolsuzlukları ve toplumsal çöküşü eğitim sisteminden bağımsız değildir. Türkiye’de de 3Y: yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar, kadına şiddet, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, hayavanlara yöenlik şiddet, adliye önlerindeki kavgalar, doğa tahribatı ve toplumsal umutsuzluğun temelinde, planlı eğitimden uzaklaşmış bir eğitim sistemi vardır. Eğitim, artık bireyleri özgürleştiren değil, yönlendiren bir araca dönüşmüştür. Bu kısır döngüyü kırmanın yolu, eğitim politikalarını siyasal iktidarlardan bağımsız, kurumsal bir vizyonla planlamaktır.
06 Ekim 2025 18:38
04 Ekim 2025 13:26
01 Ekim 2025 15:10
05 Ekim 2025 19:33
07 Ekim 2025 20:19
02 Ekim 2025 21:48
04 Ekim 2025 01:39
01 Ekim 2025 16:11
05 Ekim 2025 19:47
07 Ekim 2025 20:36