Kafamızın İçinde Ne Var?

Edebiyat - Haydar Uzunyayla

Merak uyandıran sorular sormayı severim. Bu hem konuya dikkat çekmek hem de sorgulama ve öğrenmeye yönelik ilgiyi arttırdığı için önemlidir.

Başlıktaki kafanızın içinde ne var sorusunun ilk başta herkesçe bilinebilecek cevabı şudur: Kafamızın içinde beyin var… Bu doğrudur ve bu yazının konusu da sınırlarını henüz tam olarak keşfedemediğimiz bu gizemli organımızı neden yeterince işlevsel hale getiremediğimiz üzerine birkaç söz söylemek olacaktır.

Beynimiz en ileri, en üretken organımızdır. Onun aracılığıyla düşünür, onun aracılığıyla konuşur, fikir üretiriz. Onun kökleri üzerinden mantık, kavrama, fark etme ve akıl yürütmeyi gerçekleştiririz. İhtiyaçlarımıza ulaşmak, düzen oluşturmak, art arda ilerleyen bir dizi düşünce, kavram ve olguları ayırma gücünü ondan alırız. Sabah kahvaltısında ne yiyeceğiz? Bir tehlike anında, sözgelimi üzerimize gelen bir araçtan nasıl kurtulacağız? Bir otoritenin kucağından öteki otoritenin kucağına düşmemeyi nasıl başaracağız? Bizi çevreleyen hayatın zorluklarını, mutlu-mutsuz, kederli-kedersiz acı yanlarını nasıl fark edeceğiz gibi sorulara cevaplar ararken onun sınırlarında dolaşırız ve onun bütünlüklü potansiyelini ne kadar açık, ne kadar berrak, ne kadar işlevsel halde kullanırsak, hayatımızın akış yönünü de aynı ölçüde kolaylaştırmış olacağız.

Ancak bunun bir zahmeti, bir külfeti vardır: Kafamızın içinde taşıdığımız nesnenin gücünü kullanmak, öğrenmek, zihin ve bilinç faaliyetlerimizi geliştirmek gerekiyor. Geçmişi ve şimdiyi anlama, geleceği tasarlama, “Ya bir yol bulma ya bir yol yapma –Hannibal-“ görevini yüklenmek gerekiyor. Kendi çabamızla sayı sayma, kendi çabamızla renkleri ayırabilme ve isimlendirme, kendi gözlerimizle görme becerisini edinebilmeliyiz… Bunun tersi, yani düşünmeyi kısıtlama, onu işlevsiz hale getirme durumunda ise uykuya yatmış oluruz. Ya da toplumsal ilişkilerimizin en anlaşılmaz, en tehlikeli yanını oluşturan aynileştirilmenin ve genelleştirilmenin bir parçası oluruz. Efendi-köle bilinci de genel olarak bu iki temel (aynileştirilme ve genelleştirilme) üzerinde oluşur ve sürekli şekilde taklit ve tekrar üretir. Oysa insan taklit ve tekrarlarla değil, yaratıcı özellikleriyle özeldir. Dolayısıyla tarih boyunca ileri sürüldüğü

şekliyle, genelleştirilmenin veya aynileştirilmenin bir parçası olmak bizi asla ‘daha fazla insansı’ yapmaz. Bu yanlış bir yönelimdir ve bunu isteklendirmek, kalabalıkları bir hamam böceği kolonisine veya sadık bir “bekçiye” dönüştürür sadece. Aynı şekilde ahlak, sözleşme, inanç, tapınma, kurgular ve değerler, mitler yaratmak, sabah çıkmak, akşam dönmek, düzene uyum ve benzeri şeyler de “insani olmanın kuralları” olarak anlaşılmamalıdır… Bir arada olmak ama herhangi bir efendinin buyruğu altında hayatı idame ettirmek, aynı düzeni paylaşmak asla bilinçli bir sosyal yapı olmaz. Bu, mecbur edilmiş sosyal ilişkilerin köleliğinden başka bir şey değildir aslında.

Avutanla avutulanın koşulları da bir değildir ve önemli farkı da fark etmek zorundayız. Bizim işimiz, yalanın yalan olduğunu, ateşin yaktığını, suyun hayat verdiğini ortaya çıkarmak olmalıdır. Hiç kimse “Bir bilen, bilge lider” değildir ve hayat bir liderin, bir kahramanın, bir tanrının veya bir mollanın veya etnisitenin yardımı olmadan da devam eder ve bu önemli gerçekten dolayı, aynileştirilmeyi öğütleyen yapılara, kurumlara ve kahramanlara, tabak dolusu en güzel üzümlerimizi sunmanın gereği yok. İnsanın kendini değersizleştirmesinin ilk basamağı, kendini ötekine sunmakla başlar. Veya onu onaylamakla teslimiyete ilk adımı atar ve bu ilk adımla birlikte efendi sizi gagalamaya başlar. Daha ilk adımda sizi ısıracaktır, çünkü ısırmak ve gagalamak meşruiyet kazanmanın gereğidir.

********

Kafamızın içindekini işler hale getirmeliyiz. Birikim, bilgi ve yaratıcılık yaratmak, bunu gelecek kuşaklara aktarmak, yaşamı gerçeklik çizgisine oturtmak da işimizin önemli boyutudur. Doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, adalet, eşitlik ve daha başka şeyleri açık şekilde tanımlamak gerekiyor. Kendimize ait birinci basamağın bizi zirveye taşıyacağını bilmeliyiz. Bir dalda kaç kuşun tünediğini kendi gözlerimizle sayabilmeliyiz.

Dünyaya bakmanın onlarca bakış açısı vardır. Bunlardan biri mutlak şekilde kendimize aittir ve bu özeldir. Mevcut yaşam hiçbir şekilde dışımızdaki gücün bize gösterdiği tek yaşamdan ibaret değildir. Gezegenin neye benzediğini, düşüncenin ve bilincin önemini, yaşamın nasıl işlediğini biliyoruz artık.

Konuyu, düşünmeyi ve öğrenmeyi öğrenmiş biri, her koşulda ışığın değdiği yeri görür, diyerek bitirelim. …