John Langshaw Austin, analitik felsefe ile kıta felsefesinin kesiştiği noktada dil felsefesinin öncülerinden biri olarak How To Do Things With Words (Sözcüklerle Nasıl İş Yapılır, 1962) adlı eseriyle “konuşma edimleri” (speech acts) teorisini geliştirdi. Dili yalnızca dünyayı betimleyen bir araç olarak görmediğini, dilin aynı zamanda eylemler gerçekleştirdiğini savundu.
Önce “doğruluk değeri olan ifadeler” (constative), sonra “eylem gerçekleştiren ifadeler” (performative) ayrımını yaptı. Daha sonra bu ayrımı aşarak her konuşma edimini üç katmana ayırdı: “Düz söz” (locutionary act), “edim söz” (illocutionary act) ve “etki söz” (perlocutionary act). Bu ayrım dilin, sırasıyla anlamını, gücünü ve etkisini analiz etmek için kullanıldı.
Düz söz, ifadenin ses, gramer ve anlam açısından üretilmesiydi ve bu, sözün literal (temel, alışılmış) anlamını ve referansını (gönderge) içeriyordu. Örneğin, “Kapıyı kapat” ifadesinde düz söz, basit bir biçimde söylemek gerekirse, sözcüklerin sesini, gramer yapıyı ve “kapı”yı işaret ediyordu. Yani düz söz katmanı, dilin betimleyici yönü ve konuşmanın “ne söylendiği” ile ilgiliydi.
Edim Söz, konuşmanın gücünü, yani neyi gerçekleştirdiğini gösteriyor ve konuşmanın niyetini, toplumsal işlevini işaret ediyordu. “Kapıyı kapat” ifadesi bir emir, rica veya uyarı olabilirdi. Austin’e göre, edim söz, konuşmayla ricada bulunmak, emretmek, uyarmak gibi bir dizi eylem gerçekleştirmekteydi. Bu katman, konuşmanın ritüel ve tören gibi anlaşmalara (konvansiyon) bağlı olduğunu göstermekte; başarılı olması için uygun bağlam, niyet ve alımlama gerektirmekteydi.
Etki söz ise konuşmanın dinleyicide yarattığı dolaylı sonuçtu ve konuşmacının kontrolünde olmayabilirdi. “Kapıyı kapat” ifadesi dinleyiciyi korkutabilir, ikna edebilir veya kızdırabilirdi. Yani etki söz, konuşmanın “ne etki yarattığı” ile ilgiliydi ve edim sözden farklı olarak ikna etmek, korkutmak gibi zamanla gelişen etkileri içermekteydi. Austin, bunu edim sözden ayırdı; çünkü etki sözün etkileri konvansiyona bağlı değildi; bağlama ve dinleyiciye göre değişiyordu.
Çağdaş felsefe ve cinsiyet teorisi alanının önde gelen düşünürlerden Judith Butler, dil, cinsiyet, kimlik ve iktidar arasındaki ilişkileri inceleyerek, toplumsal normların ve kimliklerin nasıl inşa edildiğini sorguladı. Butler’ın dil felsefesi, özellikle söylem, performativite (toplumsal eylem biçimi olarak işlevsellik) ve toplumsal inşacılık kavramları etrafında şekillendi. Dil, Butler için sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda kimlikleri, toplumsal rolleri ve iktidar yapılarını oluşturan ve sürdüren bir mekanizmaydı.
Michel Foucault’nun söylem analizinden etkilenen ve dilin iktidar ilişkileriyle iç içe olduğunu belirten Judith Butler, Austin’in konuşma edimleri kuramını yeniden yorumladı ve genişletti (Heyecanlı Konuşma: Performatifin Siyaseti- Excitable Speech: A Politics of the Performative, 1997). “Edim söz” kavramını temel alarak onu “post-yapısalcılık”, “queer teori” ve “feminist kuram” bağlamında dönüştürdü. Austin’in edimsel (performatif) ifadelerini, toplumsal kimliklerin inşasını açıklamada kullandı; edim sözün gücünü, ritüel ve törensel doğasını vurguladı. Örneğin, nefret söylemi (hate speech) edim söz bir eylem olarak bireyi “öteki”leştiriyor ve yaralıyordu; bu, konuşmanın psişik ve toplumsal bir şiddetiydi.
Butler, dilin sabit olmadığını, aksine tekrarlanan alıntılar yoluyla toplumsal gerçekliği yarattığını vurgular. Edim sözün tarihsel birikimle güçlendiğini, her konuşmanın geçmiş normları alıntılayarak yeniden ürettiğini söyler. Örneğin, toplumsal cinsiyet kimliği bu performansla inşa edilir: “Sen kızsın.” ya da “Erkek adam ağlamaz.” edim sözü, bireyi bir kategoriye çağırır ve cinsiyet normlarını pekiştirir. Ancak Butler, Austin’in bağlamı sınırlı görmesini eleştirdi; edim sözün heyecanlı bir doğası olduğunu bunun da bir direniş olanağı yarattığını söyledi; queer grupların hakaret sözlerini yeniden anlamlandırmalarını, onları bir direniş olanağı olarak kullanmalarını örnek gösterdi.
Ona göre, edim sözün gücü hem baskıcı hem özgürleştiriciydi. Gezi Parkı olaylarında “çapulcu”, kadın eylemlerinde “sürtükler” söylemi anımsanacak olursa; dil, muhatabı yaralamakla birlikte ona değişim ve direniş olanağı da veriyordu. Çünkü nefret söylemi, edim söz olarak söylendiği anda zarar verici, yaralayıcıydı; ama etkileri geçiciydi. Nefret söyleminin bu özelliği, sansür ve politik direniş tartışmalarına konu oldu. Sonuç, dilin gücü, normları sorgulamak için kullanılabilirdi. Özetle Butler, Austin’in söz edimleri kuramını politik bir araca dönüştürdü. Edim söz, kimlikleri sabitlemiyor, aksine kırılgan ve değişime açık tekrarlarla onları sürekli inşa ediyordu.
İktidarın Psişik Yaşamı’nda (Ayrıntı Yay. 2005) Butler, öznelliğin oluşumunda dilin ve toplumsal normların rolünü inceledi. Foucault’nun iktidar teorisiyle Freud, Lacan ve Althusser gibi düşünürlerin psikanalitik ve ideolojik yaklaşımlarını birleştirdi. Öznenin (bireyin) bağımsız bir varlık olmadığını, iktidar ilişkileri ve söylemler aracılığıyla inşa edildiğini savundu. Foucault’nun “iktidar özneyi üretir” fikrinden yola çıkarak, bireyin kimliğinin, toplumsal normların içselleştirilmesiyle oluştuğunu ileri sürdü.
Louis Althusser’in “çağırma” (interpellation) kavramını kullanan Butler, bireyin toplumsal normlar tarafından “çağrıldığını” ve bu çağrıya yanıt vererek özne haline geldiğini belirtti. Örneğin, “kahraman” ya da “ahin” olarak adlandırılmak, bireyi bu kategorilere uymaya zorluyordu. Ancak bu süreç, tamamen pasif değildi; birey, normlara uyma ve onlara direnme arasında bir gerilim yaşıyordu. Bu nedenle Butler, iktidarın hem baskıcı hem de üretici olduğunu düşünüyordu. İktidar, bireyi kısıtlıyor ama aynı zamanda ona bir kimlik ve varoluş alanı sağlıyordu. Bu çelişkili doğa, baskının direnişi de mümkün kıldığını gösteriyordu; çünkü normlar asla tamamen sabit değildi.
Butler, dilin fiziksel yaralamaya benzer bir etki yarattığını vurguluyor; nefret söyleminin, hakaretlerin veya ayrımcı ifadelerin, bireyin benliğini ve varoluşunu tehdit ettiğini ileri sürüyordu. Örneğin, birine yöneltilen ırkçı veya cinsiyetçi bir hakaret, sadece geçici bir incinme değil, bireyin toplumsal konumunu ve psişik bütünlüğünü kalıcı olarak zedeliyordu. Öte yandan insanlar, dil aracılığıyla var oluyor ve kimlik kazanıyorlardı; bu nedenle de dile karşı kırılgandılar. Bu kırılganlık, dilin hem bireysel hem de kolektif düzeyde yarattığı bağımlılığın bir göstergesiydi.
Dilin yaralayıcı olmasına karşın Butler, onun “galeyana gelen, heyecanlı” (excitable) doğası nedeniyle öngörülemez ve yeniden anlamlandırılabilir olduğunu belirtir. Bu, dilin baskıcı etkisine karşı direniş potansiyeli taşıdığına işarettir. Örneğin ezilen gruplar, işçi ve kadın eylemlerinde gördüğümüz gibi, nefret sözlerini alıp dönüştürerek kendi konumlarını güçlendirici bir şekilde yeniden kullanabiliyorlar.
Dilin yaralayıcı gücüne, kimlik inşasına ve egemen normları pekiştirmesine, güncel siyasi söylemde sıkça tanık olunuyor; çünkü iktidarlar, dil aracılığıyla siyasi rakiplerini ve muhalifleri ötekileştirip zayıflatmayı, güçlerini kalıcı kılmayı düşlüyorlar ama dil, o düşleri suya düşüyor durmadan… Hindistan muhafazakâr ve sağcı Başbakanı Narendra Modi, 2024 seçim kampanyasında Müslümanları “işgalciler” veya “tehdit” olarak nitelendiren ifadeler kullandı. Bu, Müslüman toplulukları terörize ederek şiddet olaylarını tetikledi. Butler’a göre, bu tür ifadeler bireyleri incitmekle kalmıyor, aynı zamanda Hindu üstünlüğü gibi toplumsal normları yeniden üretiyordu.
Butler, bireyin dil tarafından “çağrıldığını” ve bu çağrının kırılganlık yarattığını belirtir. ABD’de 2024 başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın göçmenlere yönelik kullandığı “zehirleyen kan” ifadesi, göçmenleri hastalıklı veya tehlikeli olarak konumlandırmış ve kuşkusuz onlarda derin yaralar açmış, onların toplumsal dışlanmışlıklarını pekiştirmiştir. Trump’un ayrıca, siyasi rakibi Kamala Harris’e karşı yönelttiği, azınlıklar için aşağılayıcı ve ötekileştirici “DEI hire” gibi etiketler, ırkçı ve cinsiyetçi saldırıların örneklerindendir ve bu tür ifadeler, bireyleri belirli kategorilere hapseder, onlarda psikolojik baskı yaratır.
Butler, yaralayıcı dilin tarihsel bağlamdan beslendiğini vurgular. İngiltere’de popülist sağcı Reform UK lideri Nigel Farage’in 2024’te göçmenleri “işgalci” olarak nitelendiren ifadeleri, ırkçı söylemde artışa yol açmış ve eleştirilmişti. Bu söylem, göçmenleri “tehdit” olarak “çağırmış”, toplumsal normlar olarak beyaz üstünlüğünü yeniden üretmiş ve göçmen bireyleri “yaralamıştı”.
Ancak bütün bunlar, nefret dilinin öngörülemez doğası nedeniyle direniş olanağı yaratmasına neden olmuştu. Örneğin, ABD’de bazı Cumhuriyetçi politikacıların “groomer” (damat) ifadesi gibi LGBT karşıtı söylemlerini queer topluluklar almış, direnişin sembolü haline getirmişlerdi. Benzer biçimde, Hindistan’da Müslüman aktivistler, Modi’nin nefret söylemine karşı sosyal medyada sözcükleri, örneğin “Müslüman”ı gurur ifadesi olarak yeniden anlamlandırıp kullanmış; nefrete karşı koymuşlardı. Bunlar dilin “galeyana gelen” (excitable) doğasının dönüştürücü gücüyle olmuştu.
Butler, dilin yaralayıcı etkisiyle bireyin benliğini ve toplumsal konumunu tehdit ettiğini savunur. Bu, Netanyahu’nun Gazze savaşı protestocularını “Iran’s useful idiots” (İran’ın faydalı aptalları) olarak nitelendirmesinde de görülür. Bu ifade, Filistin yanlısı protestocuları aptal ve dış güçlerin kuklası olarak niteleyip ahin ilan eder. Benzer şekilde, Erdoğan’ın siyasi rakipleri ve muhalifler için sık sık kullandığı “terörist” etiketi, muhalif toplulukları suçlu ve tehdit olarak konumlandırır. Aynı etiketle belediye başkanlarını görevden alma ve çoğunun yerine kayyım atama operasyonunda yoğunlaşmış, muhalif bireylerin kimliğini zedeleyerek protesto mitinglerini ve tepki eylemlerini tetiklemiştir. Trump ise göçmenleri “animals” (hayvanlar) veya “aliens” (uzaylılar) olarak adlandırmış, bu söylemle göçmenleri insan dışı varlıklara indirgeyerek psişik ve toplumsal yaraların açılmasına neden olmuştur; tıpkı Türkiye Büyükelçisi, Suriye Temsilcisi Tom Barack’ın Gazzeliler için kullandığı “hayvanlar” nitelemesi gibi… Butler’e göre, bu tür ifadeler toplulukları ve toplumları yalnızca incitmez, tekrar etmek gerekirse, aynı zamanda toplumsal hiyerarşileri yeniden üretir.
Netanyahu’nun ABD’deki öğrenci protestolarını “antisemitik” olarak damgalaması, Filistin yanlılarını “öteki” olarak çağırması, onların öznelliğini örselemişti. Bu söylem, 2024’te üniversite protestolarını hedef alarak bireyleri dışlamakla sürmüş ve öğrencilere tehditle karşı karşıya olduklarını hissettirmişti. Erdoğan’ın muhalifleri sık sık “hain” veya “din düşmanı” biçiminde etiketlemesi, Gezi Parkı protestolarına katılanları “çapulcu” biçiminde çağırması, kendisine derdini anlatmak isteyen köylüye “Ananı da al git!” öfkesiyle yönelmesi… benzer kırılganlıklar yaratmış; toplumsal gerilime neden olmuştu. Trump’ın muhalifleri “iç düşman” olarak etiketlemesi, göçmenleri ve Demokratları tehdit olarak konumlandırması… muhatap bireyleri kırılgan hale getirmiş ve bu söylemler Türkiye’de “iktidar destekçilerinin”, Amerika’da “beyazların” üstünlüğü algısını güçlendirmiştir.
Trump’ın göçmenleri “işgalci” olarak adlandırması da ABD’nin göçmen karşıtı tarihinden (örneğin, ırkçı yasalar) güç alır. Netanyahu’nun Filistin devletine karşı çıkması ve Gazze’yi işgal etme söylemi, tarihsel İsrail-Filistin çatışmasından kaynaklanır. Geliştirdiği söylem, 2024’te BM’de eleştirileri reddederek, Filistinlileri “tehdit” olarak çağırır, geçmişteki baskı söylemini sürdürür. Erdoğan’ın laiklik karşıtı söylemi, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri süren Cumhuriyet karşıtlığından beslenir. İktidar pratikleri, eğitim uygulamaları ve sık sık dile getirdiği gibi kurucu önderleri hedef alan “ayyaş”, “faşist” benzeri etiketleri, tam da Butler’in söylediği gibi edim sözün sağladığı direniş olanağıyla muhalif güçleri daha bir politize etmektedir. Bütün bunlar, dilin tekil değil, birikmiş bir güç olduğunu gösterir ve “öteki”yi yaralarken direniş için de olanaklar yaratır…
Çünkü dil adildir!