Doç.Dr. Barış Parkan
Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 06 Ekim 2022 19:46 - Okunma sayısı: 673
Kadın ve Emek 4
Barış Parkan
Bu dizinin önceki yazılarında ‘emeğin feminizasyonu’ adı altında ele aldığımız gelişmeler, feminizm ile olduğu kadar post-endüstriyel kapitalizm ile de ilgilidir. Günümüz kapitalizmi önemli ölçüde arzunun ve dolayısıyla cinselliğin ve toplumsal cinsiyetin yönetimine ve kontrolüne dayandığı için, arzunun, cinselliğin ve toplumsal cinsiyetin hem günümüz üretim biçimleri ve ilişkileri açısından, hem de feminist düşünce ve hareketler açısından ele alınması ve bu iki eksen arasındaki ilişkilerin araştırılması önem taşımaktadır.
“Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin üretim ilişkileri olduğu, onlara bir ilave olmadığı açıktır. Tüm pratiklerin, normların, değerlerin, makamların, kurumların, dilin, kültürün hepsi toplumsal cinsiyet ilişkilerinde kodlanmıştır.” (Haug, 2021) Haug her ne toplumsal cinsiyet ilişkileri ile üretim ilişkileri arasındaki özdeşliğin aleni olduğunu iddia etse de, ben bu ilişkinin oldukça muğlak ve karmaşık olduğunu ve daha net açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, bu yazıda ve bunu takip eden yazılarımda güncel cinsiyet kuramları ile üretim ilişkileri arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışacağım.
Bu iki eksen arasındaki ilişkilerin araştırılması, ilk bakışta, Marxist bir perspektifle yapılan bir altyapı-üstyapı ilişkisi çözümlemesi gibi düşünülebilir. Ama Marxist yöntemle bakıldığında, arzu ve cinselliğin altyapıya mı yoksa üstyapıya mı ait olduğu sorusunun cevabı o kadar da açık ve basit değildir. Bu çalışmanın değişebilir varsayımı arzunun ve libidinal enerjinin altyapıya ait olduğu yönündedir. Öte yandan toplumsal cinsiyet üstyapıya ait bir olgu iken, cinsiyetin kendisinin ne tarafa ait olduğu sorusunun da güncel bir tartışmanın Marxist terminoloji ile formüle edilmiş bir ifadesi olduğu söylenebilir. Açacak olursak: güncel yazında “cinsiyet” kelimesi kişinin anatomik ve fizyolojik özelliklerini, “toplumsal cinsiyet” kelimesi ise toplumsal olarak “inşa edilen”, “cinsiyetli bedenin üstlendiği kültürel anlamlar bütünü”nü imler. (Butler,2017) Toplumsal cinsiyetin “kültürel anlamlar bütünü”nü imlemesi, Marxist açıdan bakan biri için, onun üstyapıya ait bir olgu olduğunu gösterir. Öte yandan cinsiyet, anatomi ve fizyoloji ile, “beden” ile ilişkili olanı imlediği için ilk bakışta materyal alana, dolayısı ile altyapıya ilişkin gibi düşünülebilir. Ama başta Butler olmak üzere bir çok queer düşünür maddi ve bedensel olanın da kültürel olarak inşa edilmiş olabileceğine dikkat çekerek, toplumsal cinsiyet gibi, cinsiyet kavramını da sorunsallaştırmıştır. Kaldı ki, Marx’ın düşüncesinde de neyin maddi ve doğal olduğu, dolayısıyla materyalizmin ne anlama geldiği çok da açık değildir. Bu tartışmaya ileriki yazılarımda tekrar döneceğim. Ama arzu, cinsellik ve toplumsal cinsiyet konuları üzerinde dönen teorik tartışmaların üretim biçimleri ve ilişkileri, daha spesifik olarak kapitalizm içindeki değişim ve dönüşümler ile ilişkisini ele almak için, bu yazıma öncelikle, hem önerdiğim yaklaşıma bir örnek, hem de arka plan teşkil etmesi amacıyla, Nancy Fraser’ın New Left Review’ın 2009 Mart/Nisan sayısında yayımlanan benzer bir çalışmasını ana hatlarıyla özetleyerek başlayacağım.
“Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Kurnazlığı” başlıklı bu makalede Nancy Fraser (2009) ikinci dalga feminizm ile devlet-merkezli kapitalizmin neoliberalizme evrilişi arasında bir ilişki saptar. Fraser (2009), ikinci dalga feminist hareketin zihinlerde çığır açıcı bir kültürel devrim gerçekleştirmekle beraber, kapitalist toplumda yapısal ve kurumsal değişime yol açamadığını; tersine, feminizmin adalet anlayışı ile taban tabana zıt olan bir yapısal dönüşümü meşrulaştırdığını öne sürer. Çünkü, ona göre, ikinci dalga feminizmin bazı idealleri “post-Fordist, örgütsüz ve uluslar aşırı” olarak tanımladığı neoliberalizmin bazı ihtiyaçlarını karşılamıştır.
Fraser (2009), neoliberalizm ile ikinci dalga feminizm arasındaki ilişkinin izini sürmeye, “kapitalizmin devlet tarafından örgütlenmesi” adını verdiği aşamayla, yani devletlerin ulusal ekonomiyi yönlendirmede aktif bir role soyundukları savaş sonrası dönemle başlar. Fraser (2009)’ın çözümlemesine göre, ikinci dalga feministler devlet-merkezli kapitalizmin şu dört özelliği ile hesaplaşmıştır: (1) Ekonomizm; yani adalet, dayanışma gibi sosyal konulara ilişkin sorun ve çözüm önerilerinin ekonomik, sınıf-merkezli bir dille formüle edilmesi. Dolayısıyla, bu dönem servetin vergilendirme yoluyla yeniden pay edildiği, devletin altyapıya yatırım yaptığı, sosyal hizmetler sağladığı bir dönemdi.
(2) Androsentrizm (erkek-merkezcilik): “tipik ideal vatandaş”ın “erkek işçi—ekmek kazanan aile adamı” olarak tasavvur edilmesi. Bu “ideal vatandaş” tasavvuru Fordist üretim modeli ile uyumluydu ve kadın emeğinin (bakım veren emeğin ve yeniden üretken emeğin) önemini ve değerini görmezden geliyordu.
(3) Etatizm: vatandaşların katılımcı demokrasi yolu ile güçlendirilmesi yerine, tepeden ve teknik yollarla ihtiyaçları karşılanan pasif alıcılar olarak kurgulanması.
(4) Vestfalyanizm: (ulus devletin kendi topraklarında tek egemen olduğu görüşü) sosyal sorunların ve çözüm arayışlarının öncelikli olarak ulusal sınırlar içinde ele alınması.
Bu yapısal modele karşı ikinci dalga feministler (1) kişisel alanı politize ederek ve sosyal adalete ilişkin sorunların kapsamını genişleterek ekonomik indirgemeciliği reddettiler. Güç ilişkilerini sadece sınıf değil, ırk, cinsellik ve uyruk gibi kavramları da hesaba katarak masaya yatırdılar. (2) Bakım verme işine, yeniden üretime ve ücretsiz emeğe odaklanarak, devlet yoluyla örgütlenen kapitalizmin tipik vatandaşı öncelikle “ekmek kazanan erkek” olarak kurgulamasının yol açtığı eşitsizliklere dikkat çektiler ve iş bölümünün cinsiyetli yapısındaki eşitsizliklerin altını çizdiler. (3) Devlet yoluyla örgütlenen kapitalizmin tepeden ve dikey yapılanma biçimlerini “erilliğin ifadesi” olarak yorumladılar. Böylelikle, 1960’larda yaygınlaşan Fordist üretim eleştirisini, toplumsal cinsiyet rolleri eleştirisi ile birleştirerek, “bacılığa” dayalı yatay bir “karşı-ethos” geliştirdiler. (4) Fraser (2009)’a göre, ikinci dalga feministler uluslar aşırı adaletsizliklere duyarlı olduklarını iddia ettiler; ama pratikte sorunlarına çözümleri ulusal sınırlar içinde aradılar. (Fraser’in odaklandığı dördüncü noktaya ilişkin bu iddiası Özlem Aslan ve Zeynep Gambetti’(2011) nin “Provincializing Fraser’s History: Feminism and Neoliberalism Revisited” (“Fraser’ın Tarihini Taşralılaştırma: Feminizm ve Neoliberalizmi Yeniden Ziyaret”) başlıklı makalelerinde en çok eleştirdikleri noktalardan biridir. Aslan ve Gambetti’nin (2011) diğer eleştirilerinin bazılarına aşağıda değineceğim)
Bu çözümleme ışığında, Fraser (2009), ikinci dalga feminizmin ayırt edici özelliğinin cinsiyetler arası eşitsizliğin farklı ekonomik, kültürel ve siyasi boyutlarını birbiriyle iç içe geçirerek ele alabilmesi olduğunu; ama zaman içinde feminist eleştirinin bu boyutlarının birbirinden ve kapitalizm eleştirisinden ayrı düştüğünü öne sürer. Bunun sebebi olarak, kapitalizmin neoliberalizme evrilirken zaten ikinci dalga feministlerin eleştirdiği devlet-merkezli kapitalizme ilişkin özellikleri üstünden atmakta olduğunu ve bu anlamda ikinci dalga feminizmin ekonomizm, androsentrizm, etatizm ve Vestfalyanizm eleştirilerinin neoliberal ideolojiye hizmet etmiş olduğunu gösterir. Bunun için neoliberalizmin, devlet-merkezli kapitalizmin Fraser (2009)’ın odaklandığı 4 özelliğinden uzaklaşırken, ikinci dalga feminizmden nasıl beslendiğini anlatır:
Aslan ve Gambetti (2011) Fraser (2009)’ın makalesini öncelikle feminist hareket içinde farklı feminizmler olduğunu göz ardı etmekle eleştirir. Feminizm tarihi içindeki hareketlerin birinci, ikinci, üçüncü “dalga”lar olarak sınıflandırılmasını eleştiren birçok düşünür gibi, Aslan ve Gambetti (2011) de bu yaklaşımın daha yerel kolektif eylemlerin farklılıklarını ve önemini görmezden geldiğine dikkat çekerler. Örneğin “ikinci dalga” feminizm içine alınan birçok feminist düşünürün kadınların ücretli emek için mücadele etmesi fikrini eleştirdiklerini hatırlatırlar. (s. 134) Aslan ve Gambetti (2011) aynı zamanda Fraser’in modernist tarih anlayışını eleştirir; neoliberalizmin neomuhafazakarlık ile de dirsek teması içinde olduğuna dikkat çeker ve en önemlisi, Fraser’ın ikinci dalga feminizm ile neoliberalizmin gelişimi arasındaki nedensellik ilişkisini ikna edici ve net bir şekilde kuramamış olduğunu vurgularlar.
Ancak bu son noktada Fraser (2009)’ın kendisi de zaten neoliberalizmin gelişiminden ikinci dalga feminizmi direkt olarak sorumlu tutmaz; Boltanski ve Chiapello’nun Kapitalizmin Yeni Ruhu adlı kitaplarına da gönderme yaparak, kapitalizmin, dönemsel olarak, tarihsel gelişiminin belirli kırılma noktalarında, kendine yöneltilen eleştirilerin bazı yönlerini özümseyip kendi yararına çevirerek kendini yeni baştan yarattığını hatırlatır. Böylelikle, anti-kapitalist eleştirilerden çeşitli ögeler doğmakta olan yeni bir kapitalizm biçimini meşrulaştırmak üzere yeni imlemler edinir. Aslan ve Gambetti (2011) de aynı noktanın altını çizerek, feminizmin töhmet altında bırakılmasına karşı çıkmaktadırlar; yani bu noktada aslında Fraser (2009)’ın argümanları ile Aslan ve Gambetti’nin görüşleri arasında gerçek bir karşıtlık bulunmamaktadır. Fraser, makalesinin sonlarında şöyle der: “Belki, az önce tanımladığım dönüşüm kadar derin ve büyük bir dönüşümün daha eşiğinde duruyoruz;” bu kritik eşikte önemli olanın feminist eleştirinin kapitalizm eleştirisinden kopmaması olduğunu belirtir.
Gerçekten de bugünkü kapitalizmin geçirdiği dönüşümler ile üçüncü dalga feminizm arasında da, Fraser (2009)’ın makalesinde anlattıklarına benzer yakınlaşmalar ve çelişkiler göze çarpmaktadır. Bunların içinde en ilgi çekici olanı toplumsal cinsiyetin ikili yapısının yıkılmakta oluşu ve ikilikli (binary) cinsiyetlerin yerini akışkan (fluid) cinsel kimliklere bırakıyor oluşu gelir. Bu, üretim ilişkilerinde emeğin feminizasyonuna paralel bir gelişmedir. Bu gelişmeleri değerlendirmeden önce, üçüncü dalga feminizmin genel bir nitelemesini sunmak faydalı olacaktır.
Bunun için de, yazımın geri kalanında büyük ölçüde Mann ve Huffman’ın Ocak 2005’te Science and Society’nin Bugün Marxist Feminist Düşünce temalı sayısında yayımlanan “İkinci Dalga Feminizmin Merkezsizleşmesi ve Üçüncü Dalganın Yükselişi” başlıklı makalesinden faydalanacağım.
Mann ve Huffman (2005) üçüncü dalga feminizmi, ikinci dalga feminizme yöneltilen eleştiriler sonucunda toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ele alınışında gerçekleşen bir paradigma değişikliği olarak tanımladıktan sonra, bu paradigmayı niteleyen temel yaklaşımları şöyle sıralarlar: (1) kesişimsellik (intersectionality) kuramı (güç ilişkilerini incelerken, sosyal ve politik kimliğin, ırk, cinsiyet, ekonomik sınıf gibi farklı sınıflandırmaların kesişmesinden oluştuğunu gören ve vurgulayan bir yaklaşım); (2) postmodernist ve post-yapısalcı yaklaşımlar, (3) küresel feminizm (feminist post-koloniyel kuram) ve (4) “yeni nesil” genç feministlerin gündemleri. (s.57)
Bu arada not düşülmelidir ki, Mann ve Huffman (2005) , çeşitli feminizmleri 1.2.3. “dalga” gibi genel başlıklar altında toplamanın sakıncalarının da (bireysel ve küçük ölçek eylemlerin öneminin göz ardı edilmesi) bilincinde olduklarını ifade edeler.)
Mann ve Huffman’a (2005) göre, üçüncü dalga feminizm, ikinci dalga feminizmin içinden farklılıkları vurgulayarak doğdu. Bu açıdan üçüncü dalga feminizmin en belirleyici özelliklerinden biri, feminizmin içindeki “özcülük” ve “kimlik politikası”yla yüzleşmek ve feminist kuram içindeki bu yaklaşımların ve varsayımların çelişkileriyle, gerekliliğiyle, artıları ve eksileriyle hesaplaşmak oldu. Örneğin kesişimsellik kuramı “kimlik” nosyonuna belirli bir ölçüde bağlı kalırken, bir kimlik içinde çeşitli grupların diğerlerini baskılama ilişkilerini nasıl yeniden üretebiliyor olduğuna dikkat çekti. Postmodernist ve postyapısalcı feministler ise “farklılık” kavramını kullanarak kimlik kategorilerini daha derin bir yapısöküme tabi tuttular (Mann ve Huffman, s.62)
Bu noktada ortaya çıkan temel felsefi soru ve tartışma kimlik politikasının ve farklılık politikasının özgürleştirici olup olmadığı, ne anlamda özgürleştirici olup, ne anlamda baskıları yeniden ürettiği oldu. Bu tartışmanın tanımladığı yelpazenin bir ucuna Wasserstrom (1996) gibi, varoluşçu, tamamen “renk-körü” ve “cinsiyet-körü” bir toplum idealinin peşinde koşmamız gerektiğini söyleyen bir düşünürü de yerleştirebiliriz. Wasserstrom (1996) varoluşçu bir dille kimlik politikasının “özcü” olduğunu ve her türlü özcülüğün, varoluşçu bakış açısından, kişinin özgürlüğünü kısıtlayacağını söylüyordu. Buna karşı Iris Young (1996) gibi düşünürler farklılıkları vurgulayarak kimlik politikası yapmanın belirli gruplar için daha özgürleştirici olduğunu savunmaya devam etti. Wasserstrom (1996)’ a karşı Young (1996), kimlik politikasının liberal toplumun yalnız bıraktığı bireylerin aidiyet bulmalarını ve dayanışmalarını sağladığını ve onlara, bu şekilde güçlenerek, politik yaşama katılmanın, oy vermenin ötesine giden yollarını açtığını savundu. Ancak bunları savunurken Iris Young da “özcülük” eleştirisine karşı, kimlik kavramını “dışlayıcı değil, içerici” ve “katı değil, akışkan” bir şekilde anlamamız gerektiğini vurguladı. Böylelikle post-modernist ve post-yapısalcı yaklaşımlardaki “farklılık” kavramı ile “kimlik” kavramı arasında köprü kurmuş oluyordu.
Mann ve Hufmann (2005)’ın da ifade ettiği gibi “farklılık vurgusunun kimlik politikasından onun olumsuzlamasına giden kaygan bir yokuş olduğu ortaya çıktı.” (s. 62)
Post-modernist ve post-yapısalcı yaklaşımda farklılık kavramı, Nietzsche ve Foucault gibi düşünürlerin etkisiyle, mantıksal bir dilde “aynılık” kavramının eleştirisi temelinde ortaya konur. Bu nedenle kimlik politikalarına ilişkin tartışma aynılık ve farklılık üzerine yapılacak daha soyut ve kavramsal bir tartışmaya da dayandırılabilir. Burada temel argüman kimliğin (ve daha soyut düzeyde, mantıksal anlamda “aynılık” kavramının) dilin bir kurgusu olduğu düşüncesine dayanır. Mann ve Huffman (2005)’ın da belirttiği gibi, Judith Butler’ın performativite kuramı ve queer teorisi de bu yaklaşıma dayanır.
Post-modernist ve post-yapısalcı feminist düşünceye getirilen temel eleştiri ise “güç ilişkilerini” yapısalcı bir perspektiften incelemek yerine, gücün “her yerde” olduğunu söylemenin “baskı” kavramının anlamını muğlaklaştırdığı ve gerçek, yapısal ve önemli baskı mekanizmalarını bir sis perdesi ardına ittiği saptamasıdır. (Bu eleştiriyi yapan isimler arasında Fraser ve Collins’i sayabiliriz.)
Bu eleştiriye karşı, post-kolonyal feminizm baskıyı Foucault ve takipçileri gibi mikro düzeyde değil, daha makro düzeyde ve yapısal bir çözümleme beraberinde ele alan bir yaklaşım olarak ortaya çıkar. Post-kolonyal feminizmin en önemli ayırt edici özelliklerinden biri, ikinci dalga feministlerin ulusal boyutlu çözümlemelerinin aksine (ve bunu eleştirerek) çözümlemelerini küresel boyuta taşımış olmalarıdır; bu nedenle post-kolonyal feminizme “küresel feminizm” adı da verilir.
Son olarak, Mann ve Huffman (2005), dördüncü kategori olarak ele aldıkları “yeni nesil” feministlerin “sınıflandırma”lara ve “aynı”lığıa karşı çıkıp, “akışkanlığı” (fluid) ve “ikilikli” olmayan (non-binary) düşünme biçimlerini vurgulamalarını, bu neslin post-modern ve post-yapısalcı düşünceye daha yakın durdukları anlamına gelmesi olarak yorumlarlar.(s. 66) Buna karşılık ben ‘yeni nesil feminizm, performativite ve queer kuramları’ ile ‘Mann ve Huffman’ın ikinci kategoride ele aldıkları post-yapısalcı ve post-feminist yaklaşımlar’ arasında, (olumlu anlamda) ayrıntı gibi görünebilecek ama önemli farklılıklar olduğunu düşünüyorum. Bu ayrıntıda gizli farkın önemi, bu yazının girişinde ortaya attığım soru ışığında, arzuyu ve cinselliği altyapıya ait üretici güçler olarak ele alırsak belirginleşebilir. Fakat bu noktayı ancak bir sonraki yazılarımda Butler’ın düşüncelerinin daha ayrıntılı bir tartışmasını sunduğum zaman ayrıntılanırabilirim. Aynı şekilde, Mann ve Hufmann (2005)’ın yeni nesil feminizm tartışmasına da sonraki yazımda devam edeceğim.
Kaynakça:
Aslan Ö. ve Gambetti, Z (2011). “Provincializing Fraser’s History: Feminism and Neoliberalism Revisited”. History of the Present, Cilt 1, Sayı 1, ss. 130-147.
Fraser, Nancy. (2009) “Feminism, Capitalism and The Cunning of History”. New Left Review 56. Mart/Nisan 2009.
Haug, Frigga (2021) “Marxizm-Feminizmin 13 Tezi”, Çev: Nagihan Cemcir, Çatlak Zemin
Erişim tarihi: 26 Temmuz 2022
https://catlakzemin.com/frigga-haug-marksizm-feminizmin-13-tezi/
Mann, S.A. ve Huffman D.J. (2005) “The Decentering of Second Wave Feminism and the Rise of the Third Wave” Science and Society. Cilt 69, Sayı 1. Marxist_Feminist Thought Today. ss. 56-91.
Wasserstrom, (1996) “On Racism and Sexism: Realities and Ideals” Morality and Moral
Controversies içinde. Editör: John Arthur. Prentice Hall, ss. 505-516.
Young, I. (1996) “Social Movements and The Politics of Difference” Morality and Moral
Controversies içinde. Editör: John Arthur. Prentice Hall, ss. 516-527.
04 Ekim 2024 14:08
09 Ekim 2024 01:01
01 Ekim 2024 22:48
06 Ekim 2024 21:34
06 Ekim 2024 20:54
01 Ekim 2024 17:29
05 Ekim 2024 13:12
01 Ekim 2024 19:24
09 Ekim 2024 10:39
05 Ekim 2024 19:52