Doç Dr. Eylem Yenisoy
Kategori: Sosyal Bilimler - Tarih: 05 Ağustos 2025 21:09 - Okunma sayısı: 24
Türkiye’de (ve aslında tüm dünyada) kadınlar ancak “özgür/bağımsız/kendi ayakları üstünde duran” birey olma rolü oynayabilir. Kadının iki seçeneği vardır makbul birey olmak için, ya eril kamu dünyasına bir erkek taklidi olarak girer – ki bu taklit çoğu zaman kendi özgünlüğünü feda etme pahasına olur – ya da eril dünyanın “dişi” tanımına uygun bir yaşama gömülür: anne ya da bir erkeğin karısı olma, şefkat, alttan alma, susma, fedakârlık. Her iki durumda da “birey” değildir. Çünkü “birey” olmak, kendi arzusuna sadık kalmak ve bu arzunun failine dönüşmekle ilgilidir. Oysa kadınlar ya arzularını bastırır ve başkaları için yeniden üretir ya da başkalarının arzularına aracılık eder yani başkalarının arzu nesnesine dönüşür.
Birey olma iddiasındaki her erkeğin de bundan muaf olduğu düşünülmemeli elbette. O da “makbul erkek” olmanın kıskacındadır. Hatta belki bu kıskacın içinde kaybolur gider; sert olmak, duygularını bastırmak, hiyerarşide yukarıda olmak, "kadına söz geçirebilmek" vs. bunlar da onun prangalarıdır. Ama yine de patriyarkal sistemin avantajlarından yararlanır. Bir erkek işçi de olsa, kent yoksulu da olsa, hane içinde “birey”miş rolünü pekâlâ yürütebilir. Çünkü ona bu hak otomatik atfedilir. Kadın için ise ne hane içi ne de hane dışı varoluş mekânı olabilir.
Psikanalizin Freud’dan sonraki en etkili kuramcısı olan Jacques Lacan’a göre öznellik, kabul edilemez arzuların bastırılması ve bireyin “Babanın Adı” ile özdeşleştirilen sembolik düzene —yani dile, yasaya ve kültürel yapıya— dâhil olmasıyla kurulur. Lacan için sembolik düzen, bireyin arzularının yapılandığı, yasaların ve dilin belirlediği bir düzlemdir. Freud’un kuramında bu düzenin temeli penis, kastrasyon korkusu, penis kıskançlığı ve baba otoritesiyken; Lacan bu yapıyı “Babanın Adı” kavramıyla açıklar. “Babanın Adı”, arzunun sınırlanmasını ve toplumsal düzenin içselleştirilmesini sağlayan bir yasa işlevi görür. Böylece özne, bilinçdışı arzularının bastırılması yoluyla sembolik düzene girer ve bu yapı içinde kimliğini ve konumunu edinir.
Baba otoritesi, babanın adı, penis kıskançlığı… “Kutsal” anne pek de rol oynamaz özneleşme sürecinde. Belki de tüm medeniyetin, vahşi doğasını aşıp medeniyeti inşa eden insanlığın öyküsünün kökeninde en az teknik kadar “doğum kıskançlığı” da vardır ve tüm bu penis, baba vurgusunun nedeni bununla başa çıkma çabasıdır.
Her ne kadar psikanalizin kurucu figürleri öznelliğin cinsiyetlendirilmiş yapısını doğrudan ifade etmeseler de tanımladıkları özneleşme sürecinin temeline yerleşmiş olan yapının eril olduğu açıktır. Freudcu ve özellikle Lacancı kuramda, çocuk sembolik düzene “fallus” göstereni etrafında yapılandırılan bir eksiklik deneyimiyle katılır. Erkek çocuk bu yapıda fallusa sahip olduğu varsayımıyla simgesel düzende ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilirken; kız çocuk, fallusa sahip olmamakla tanımlanır ve böylece özne değil, başkasının —özellikle babanın— arzusunun nesnesi olarak konumlandırılır. Freud’un kız çocuğuna atfettiği “babaya çocuk verme arzusu”, bu konumlanmanın en çarpıcı örneklerinden biridir. Lacan’ın kuramında ise fallus, biyolojik bir organ değil, arzunun göstereni ve
eksikliğin simgesel yeridir. Bu nedenle özneleşme süreci, fallusa sahip olmak ya da olmamaktan çok, fallusun gösterdiği eksiklik etrafında konumlanmakla ilgilidir. Kız çocuğu bu bağlamda “fallus olmak” —yani başkasının arzusunu temsil etmek— biçiminde öznelliğe dahil edilir; bu ise onun simgesel düzendeki yerini daima başkasının arzusuna bağlı kılar.
Asıl özne olarak erkeği esas alan özneleşme süreci böyle tanımlanınca, kadınların özne olmak için erkekleşmekten başka seçeneği yoktur. Bu erkekleşme sadece davranış düzeyinde değil, düşünce ve dil düzeyinde de gerçekleşir. İşin özü, kadınlar özneleşme yolunda ya erkek dünyada erkek rolünü oynamayı öğrenmek ya da annelik ve bakım gibi 'dişil' rolleri üstlenerek ikincil konuma yerleşmek zorundadır.
Kadın olarak, dişil birey olarak arzularına sahip çıkan, bu iki seçenekten her ikisine de hayır diyen kadının TÜRKİYE’de YAŞAM hakkı tehlikededir. Bu ülkede dişil arzu ya tehlikeli görülür ya tedavi edilmesi gereken bir sapma. Toplum böyle bir kadını ya “erkek düşmanı” ya da “ahlaksız” olarak yaftalar. Mahalle baskısı, töre, namus, aile, kamu düzeni hatta ülkenin bekası(!) gibi mekanizma ve söylemlerle onu hizaya çekmeye çalışır.
Öte yandan modernlik iddiasındaki çevrelerde bile, “özgür kadın” fikri, tüketilebilir ve idealize edilebilir bir nesneye indirgenmiştir. Kadın seçme ve seçilme hakkı elde etmişse, kamusal alanda yer edinmişse, her meslekte varsa özgürdür işte! Değil mi ya, başka ne olabilir ki özgürlük dediğin. Gerisi doğal olan zaten, doğur, emzir, besle, büyüt, bakım ver hem erine hem devlete bir birey/yurttaş kazandır (tabi çocuk erkekse). Yani kadının özgürlüğü bile belirli sınırlar içinde “makbul”dür. Evlenmemeyi tercih eden, boşanmak isteyen, çocuk doğurmak istemeyen vs. kadın kendisine bahşedilmiş tüm özgürlüklerin kadrini bilmeyen bir “asi” ilan edilir.
Başka deyişle kadın geleneksel olanın yüküyle modern olanın çelişkisi birleştiğinde çifte baskı altına girer. Bir yandan geçmişin kutsal annesi olmaları beklenir, diğer yandan modern iş yaşamının “etkili çalışanı” olmaları. Ve bu iki pozisyon aslında birbirini iptal eder. Kadınlar iki dünyanın da tam anlamıyla içinde olamaz, ama her ikisinin baskısını üzerinde taşır.
Bu yüzden Türkiye’de kadın olmak bir varoluş savaşıdır. Sadece sokakta yürürken değil, düşünürken, severken, çalışırken, yazarken, susarken, direnirken… Kadın olmak, her adımda kendi meşruiyetini ispatlamak zorunda kalmaktır. Erkek gibi davranırsan “sert”, kadın gibi kalırsan “zayıf” olursun. Cinsiyetin hiçbir hali senin değildir; her hali erkek bakışıyla değerlendirilir. Oysa özgürlük, erkekleşmeden özgür olmaktır. Dişil olanın dilini kurabilmek, arzusunu dillendirebilmek, kendini bastırmadan var edebilmektir. Ama bu dili kurmak için yalnızca sembolik düzene değil, bu düzenin kurucularına da direnmek gerekir.
Ve bu direnç – bireysel ya da kolektif – kolay değildir. Çünkü burada söz konusu olan varoluşun bizzat kendisidir. Kadının “özne” olmaya yöneldiği her alan – sanat, siyaset, düşünce, akademi, aile – onu bir şekilde geri bastırmaya çalışır. Onu “fazla” bulan, “aşırı”
bulan, “gereksiz cesur” bulan bir göz hep vardır. Kadın özne oldukça tehdit oluşturur çünkü kendine ait bir zaman, mekân ve arzuyla hareket eder. Oysa kadın hep başkalarının zamanı ve mekânında yaşaması istenen bir figürdür.
VE SONRA, tüm bu sistematik bastırılmanın, eril tahakkümün, “ya bana ait olursun ya toprağa” mantığının sonucu olarak bir kadın daha katledilir.
Adı, memleketi, mezhebi, yaşı, sınıfı hep aynıdır: DİŞİL OLAN. Ayşe’dir, Elif’tir, Meryem’dir, Zeynep’tir. Belki öğretmendir, belki ev hanımı, belki üniversite öğrencisidir. Belki iki çocuğu vardır, belki de daha kendini bile tanımaya fırsat bulamamıştır. Boşanmak ister ya da evlenmeyi reddeder. Kendi hayatını kurmak, kendi kararlarını almak, kendi bedenine, zamanına ve geleceğine sahip olmak, dişil arzusunun faili olmak ister. Kendi başına bir birey olmak ister yalnızca.
Ama ona bu hakkı çok gören biri vardır. Belki kocası, belki babası, belki erkek kardeşi. Onu kendi mülkü bilen biri. Kendisini onun hayatının sahibi sanan biri. Onun özgürlüğünü kendi iktidarına tehdit sayan biri. Ve sonunda, bir sabah ya da bir akşam ya da gün ortasında – hiç fark etmez çünkü patriyarkanın saati yoktur – onu katleder. Bir sokakta, kendi evde, bir adliye kapısında ya da karakola gitmişken. Her yer erkek şiddetinin mekânı olabilir çünkü. Yalnızken, kalabalıklar içinde ya da çocuklarının gözü önünde. Yaptığını hak gördüğü için tanıklardan utanması/arınması yoktur çünkü.
Dişil olan haber sayfalarında bir başlığa dönüşür: “Boşanmak isteyen … öldürüldü.”
Çünkü bu ülkede dişil arzu hâlâ lanetli. Çünkü bir kadının özgür olmak istemesi, bazen bir ölüm sebebi. Çünkü bazı erkekler hâlâ kendilerine ait olmayı reddeden kadını yaşatmamayı bir hak sayıyor.
Ve en kötüsü, en acı vereni, en isyan edilesi olan da şu: Sistem tüm sosyal kurumlarıyla, emniyetiyle, yargısıyla bu hakkı erkeklerden eksiltmemek için elinden geleni ardına koymuyor. Bir gece yarısı kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılabiliyor örneğin. Bir kadını zorbalık, şiddet gördüğü kocasıyla evli kalmaya ikna etme kurumları tesis edilebiliyor. Kız kardeşleri dayanışma gösterip sesini duyurmasa, neredeyse katledilen ya da cinsel istismara uğrayan kadın suçlu ilan edilip, erkek şiddeti haklı çıkarılmaya çalışılabiliyor. “Evli erkekle ne işi var”, “O saatte orada ne işi var”, “Evine davet etmiş”, “Zengin erkek avcısıymış”… Bu aklın, kadını eylemde kurucu/etkin özne olarak gördüğü tek nokta burasıdır her halde! Kendi katilini katil olmaya sevk etme iradesi!
Oysa “BİR” kadın yaşamak istemesine rağmen ve yaşamak istediği için katledilmiştir. Toprağa gömülen ise hep bir özgür yaşam/birey ihtimalidir. Bunun adı cinskırımdır. Ve kadınlar özgür olmak istediği için öldürülüyorsa, bu sistem sadece baskıcı değil, “KATİL”dir!
01 Ağustos 2025 16:49
02 Ağustos 2025 16:27
02 Ağustos 2025 12:25
04 Ağustos 2025 09:17
05 Ağustos 2025 17:28
05 Ağustos 2025 13:21
05 Ağustos 2025 21:09