Eylül 2025, Eskişehir
ANTAKYA VAHASINDA KAHVE KEYFİ
6 Şubat depreminin üzerinden neredeyse 31 ay geçmiş. İki buçuk yıl. Kaba bir hesaba göre bu süre içinde 13-15 defa, “Eskişehir- Antakya”, “Antakya-Eskişehir” arası yolculuk yaptım. Her gidişte, her orada kalışta, değişik değişik onlarca, yüzlerce olay… Yazmak için o kadar çok malzeme var ki!
.
Tarihi Uzun Çarşı, deprem sonrasında zarar görmüştü. Ancak ayakta kalan veya hasar almasına rağmen dükkânını onaran bazı esnaflar, ticari faaliyetlerine devam etmişti. Mağduriyet yaşanmaması için faaliyetler, bundan sonra geçici prefabrik çarşıda devam edecek. Ve Uzun Çarşı yıkılacak, hatta yıkıldı da… Bir süre sonra da yeniden inşa edilecek.
.
İşte yıkılmadan önce, temmuz ayının ikinci yarısında iki-üç gün ara ile üç-dört kez gittim. Gidişlerim, “hem ziyaret, hem ticaret,” misali. Sebepsiz gitmiyordum ama her gidişimde biraz dolaştıktan sonra “neyi satın almak için” geldiğimi, unutuyordum. Kendimin veya herhangi bir yakınımın dükkânı olmasa da, pek çok Antakyalı gibi, hey ay, bir iki-kez ziyaret ettiğim olmuştu geçmişte. Her Antakyalı için Uzun Çarşı’nın ayrı ayrı anlamı vardır. Çünkü yaşananlar farklıdır, anılar farklıdır, çağrışımlar farklıdır… Bu ziyaretlerim de çok farklıydı elbette. Çünkü deprem öncesi değil, deprem sonrası ziyaretlerdi.
.
Hava sıcak, hava nemli… Yapış yapış bir terin içinde, bir öğleden sonra Uzun Çarşı’dayım. Buruk buruk öylesine dolaştım sokaklarında. Hiçbir şey satın almadan, taradım gözlerimle geçmişi ve şimdiyi. Taramaya takılanlar: Su kabakları, su kabağı lifleri dört-beş delikli toprak kiremit dolma sarma taşı, büyüklü küçüklü kamış sepetler, daha çok çökelek kurutmak amacıyla kullanılan kamış kafesler, renkli bitki sapları (daha çok buğday) ile örülmüş siniler*, defne sabunu, hafiften bir rüzgârla sallanan ipe dizili kuru bamya, kuru patlıcan… Kuyumcu dükkânlarından dışarı sızan altın ışıltıları, baharat kokularıyla sarmaş dolaş. Gözlerim, kaybolmuş mesleklerin esnafını ve dükkânlarını da aradı: Semerciler ve rengârenk semerleri. Kalaycılar ve kalaylanmış kap kacak. Sıcak demir döven demirci ustaları. Bakırcılar. Hadi onları görmedim ama sesleri sağda solda yankılanıp durdu. Gözlerimle taramadığım halde adeta kendileri gözümün içine girenler: Antakya simidi, simidin bandırıldığı kimyon-tuz karışımı, biberli ekmek, tırnaklı pide, külçe, kömbe, züngül… Daha neler neler!
.
Neyi satın almak için geldiğimi unuttuğumdan, bir su kabağı ve bir örgü kese lifi alıp çıkıyorum. Atıyorum kendimi tarihin ilk aydınlatılan caddesi Herod’a, Yani Kurtuluş Caddesi’ne. İstikamet, caddenin Kışla ucu. Arabam, oralarda park halinde. Cadde de depremden nasibini almış. Sağlı sollu yıkık ya da yarı yıkık eski evler. Restorasyon çalışmalarının izleri. Tarihi eser inşatlarında kullanılan kesme taşlar ve taşlara ait beyaz- sarı toz. Depremden önce işyeri olarak kullanılan bazı yerlerin tabelaları, hâlâ yerinde duruyor. Rüzgârla hafiften sallananlar var. Yürürken dikkatli olmak gerek. Aşağı sarkan bir tabelaya çarpabilirsiniz. Asfaltı bozuk, çukurlu, bazı yerlerinde ufak su birikintilerinin olduğu yol, her an bir sürpriz yapabilir. Tek tük geçen arabalar, su sıçratabilir veya bir toz bulutunu tarafınıza havale edebilir. Bir an için kendimi çölde hissettim. Yolun sol tarafında bir tabela. Depremden önceki bir kafeyi işaret ediyor. Erinmeden, içeriye bir göz atıyorum. Aman Allah’ım! Hareket eden karaltılar var içerde. İnsan! İnsanlar! Kapıyı tıklayıp giriyorum. Kafe burası. Basbayağı kafe. Bir-iki masa dolu. Saçma olduğunu bildiğim halde, tezgâhta duran gence sordum: “Aktif misiniz? Yani açık mısınız?” “Elbette açığız abi. Buyurun, ne emredersiniz?” Birkaç sorudan sonra gençle sohbeti derinleştiriyorum; öğreniyorum ki bir butik otelin kafe’si. Üstelik otel de müşteri kabul ediyor. Şaşırdım. Tek başıma bir Türk kahvesi içtim. Süreyi, uzattıkça uzattım. Kendimi, bir çölde, yolunu kaybetmiş susuz kalmış bir yolcunun bir vaha bulmasına ve vahada su içmesine benzettim. Mekân o kadar hoş dekore edilmiş ki… Tüm yorgunluğum geçiverdi bir anda. O deminki karamsar ruh halim kayboldu.
.
Tezgâha yeniden bir bakış fırlattım. Genç yoktu. Tezgâhın arkasından içeriye sarı, kırmızı, mor, gri… rengârenk yoğun bir sis doluyordu. Sis şekillendi; içinde yüzlerce Antakyalının gülümsediği dev bir insan suratına büründü. Antakya, gülümsüyordu; seslendi: “Merak etme. Dört-beş yıl sonra içinde bulunduğun mekân kadar güzel olacağım. Geçmişteki gibi yeniden ayağa kalkacak; çocuklarınızı, torunlarınızı sevecek, saracağım.”
.
*Buğday sapı örücülüğünün yöresel adı tıbayka, tıbak, cimem.
.
Dr. Muhsin Boz
Enfeksiyon Hastalıkları
ve
Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı
Edebiyat22 Haziran 2025 12:19