Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Birey-Toplum İkilemi: Hangisi Önce Gelir?

Harun Tepe

Kategori: Felsefe-Mantık - Tarih: 10 Kasım 2025 23:54 - Okunma sayısı: 21

Birey-Toplum İkilemi: Hangisi Önce Gelir?

Yaşanan küresel salgın dünyamızı değiştirdi. Kimilerimizi de. Ama herkesin yaşananlardan aynı biçimde etkilenmediği, yaşam alışkanlıklarında bir değişiklik yapmadığı da açık. Kimilerinin küresel salgını hiç umursamadığı, yaşama alışkanlıklarında hiçbir değişiklik yapmadığı, virüsün tehlikeli olduğuna inanmadığı, hatta böyle bir virüsün olduğunu bile kuşkuyla karşıladığı görülüyor. Bu kişiler salgının yayılmasını önlemeye yönelik önlemlere de karşı çıktılar. Kimileri bunu özgürlüklerine bir müdahale olarak görerek aşı ve maske karşıtı bir tutum aldı, alınan önlemleri protesto eden gösteriler yaptılar. Henüz ortada aşı yokken zorunlu aşılamaya karşı mitingler düzenlenmeye başlanmıştı bile.

Öte yandan hastanelerin kapasitelerinin zorlandığı, hasta ve ölü sayısının sürekli yükseldiğine dair haberler de tüm basın yayın organlarında, sosyal medyada yer aldı. Bu açık olguya karşın, kişiler görmek istemediklerini görmüyor, duymak istemediklerini duymuyorlardı. Hakikat sonrası çağ söylemi de her şeyi hakikat olarak ilan etmeye kapı aralıyordu. Her iddia doğru sayılıyordu. Sesini daha çok yükselten, daha çok duyurabilen haklı görülüyordu. Üç köpek anlatısında olduğu gibi,yeni bir virüs (Covid-19) yok diyenlere, virüsün olduğu kanıtlandığında, “evet var ama öldürmez, öldürücülüğü çok düşük” deniyor; virüsün milyonlarca insanın ölümüne yol açtığı gösterildiğinde de ya bu virüsün yalnız ya da büyük çoğunlukla yaşlı kişileri öldürdüğü söyleniyordu ya da sağlıklı veya genç oldukları için kendilerine bir zarar vermeyeceği. Sonuç olarak da bu kişiler salgınla ilgili her türlü önlemi kendi özgürlüklerine bir saldırı olarak görüyor ve karşı çıkıyorlardı. Bu da virüsün yayılımını arttırıyor, kontrolünü güçleştiriyordu. Sonuçta da başta sağlık çalışanları ve yaşlı nüfus olmak üzere birçok insan hayatını kaybediyordu.

Küresel salgının yol açtığı bu durum, bizi özgürlük sorunu üzerine düşünmeye zorlamaktadır. Kanımca siyaset felsefesinin ana sorunu olan birey ve toplum arasındaki öncelik-sonralık ilişkisini yeniden ele almayı gerektiriyor. Bu yazı küresel salgının bir kez daha önümüze koyduğu bu özgürlük sorununu tartışmayı, “birey mi toplum mu?” ikilemine bir yanıt oluşturabilecek bir görüş ortaya koymayı amaçlıyor.

Ülkemizde son yıllarda Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülen çocuklara yönelik zorunlu aşı uygulamasına karşı çıkılması, zorunlu aşı uygulamasının kişilik haklarının ihlali olarak görülüp mahkemeler yoluyla engellenmeye çalışılması, bunun da çoğunlukla kişilerin özerkliği-özgürlüğü düşüncesine dayandırılması, bu klasik birey-toplum çatışmasının bir kez daha konuşulmasına yol açmıştı. Toplum ve birey arasındaki çatışmada bireyin istek ya da kararlarına mı yoksa toplumsal yarara mı öncelik verileceği, uzun zamandır süren etik ve politik bir tartışmadır. Bu sorun, çoğu zaman karşımıza, -yarar ve çıkar aynı şey sayılarak- çoğunluğun yararının mı yoksa bireyin yararının mı öncelikle gözetileceği sorusu olarak çıkmaktadır. Soru, bu ikisinin birlikte korunamayacağını varsayarak, muhataplarını birey ya da toplum yararından birini seçmeye, birinden yana tavır almaya zorlamaktadır. Genelleyici bir bakış açısıyla, ya bireyin özerkliğinin veya özgürlüğünün her şeyden önce geldiği, bireylerin ne türden olursa olsun verdikleri karara saygı gösterilmesi gerektiği düşüncesinin ya da toplumun iyilik veya yararının her şeyden önce geldiği, bunun için bireylerin istek ve kararlarının, hatta kişilik haklarının ihlal edilebileceği düşüncesinin seçilmesi gerektiği dayatılmaktadır. “Güvenlik mi insan hakları mı?” tartışması da bu sorunlu ikilemin sordurduğu, yanlış sorulmuş bir sorudur. Aşı karşıtları, zorunlu aşılamanın bireyin özgür kararlarına veya tercihlerine karşı bir kişilik hakkı ihlali olduğunu, toplum yararı için bireyin özgürlüğünün feda edilemeyeceğini ileri sürerken; toplumun iyilik ya da yararına öncelik verenler, toplumun iyiliği için bireylerin istek ve arzularının bir yana bırakılabileceğini iddia etmektedirler.

Geleneksel ve devleti merkeze alarak bakanlar bireyi ve onun özgürlüğünü önemsemezler, devletin veya toplumun iyiliğinin her şeyin üzerinde olduğunu savunurlar. Buna karşın bireyi merkeze alan bir bakış açısıyla sorunlara bakanlarda ise genel olarak birey iradesinin veya özgürlüğünün her şeyin üzerinde olduğu düşüncesi egemendir. Bu son görüşü savunanlar negatif bir özgürlük görüşüne yakındırlar ve devletin bireylerin kararlarına ve eylemlerine karışmamasını, sadece başkaları müdahale ettiğinde onlara engel olması gerektiğini düşünürler. Onlara göre bireyin iradesi, istediğini yapması, kendi istediği gibi yaşaması esastır. Devletin görevi bunu mümkün kılmak, bunun ötesinde bireylerin yaşamlarına müdahil olmamaktır. Bu nedenle devletin küçülmesi, etkinliklerini güvenlik, adalet gibi belirli kurumlarla sınırlaması beklenir. Bizden ise ikisinden birini tercih etmememiz beklenmektedir. Bu kimi zaman bu tercihlere dayanan karşıt siyasal sistemlerden birini seçmeye zorlanma şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Ama bu tartışma sadece 20. yüzyılın, günümüz siyaset felsefesinin bir tartışması değil, Platon ve Aristoteles’e kadar geri giden bir tartışmadır. Siyaset ve devlet üzerine konuşan her filozof ve düşünür doğrudan veya dolaylı olarak bu sorun üzerinde durmuş, bu ikileme ilişkin bir görüş ortaya koymuştur.

Özgürlük Sorunu: Nedir Bu Özgürlük?

“Birey mi toplum mu önceliklidir?” sorusuna birey veya toplum denilerek yanıt verilmeden önce, bu tartışmanın temelinde yatan özgürlük sorununun tartışılması gerekmektedir. Zira karşımıza çıkan sorun özgürlük sorunudur. Bu da çoğunlukla toplumun yararı için bireyin özgürlüğünün -daha yerinde bir ifadeyle haklarının- çiğnenemeyeceği itirazı olarak dile getirilmektedir. Bir bireyin ya da kişinin özgürlüğün ne zaman ihlal edildiğini söyleyebilmek ise, öncelikle bireyin özgürlüğünün ne olduğunu bilmeyi gerektirir. Toplumda yaygın olan ve bugün her yerde ezbere savunulan özgürlük anlayışı “her kişinin istediğini yapması”dır. Ne yapacağına karar verme bir kişi hakkı olduğuna göre, kişiler ne yapacaklarına kendileri karar verebilirler. Bunun tek istisnası ise başkalarına veya başkalarının haklarına zarar vermedir. O nedenle sıkça kişilerin özgürlüklerinin başkalarının haklarına zarar vermeyle sınırlandığı söylenir ve özgürlük “başkalarına zarar vermeksizin istediğini yapmak” olarak tanımlanır.

Kuçuradi “Özgürlük ve Kavramları” yazısında “özgürlük nedir?” sorusunu özgürlüğün üç taşıyıcısından söz ederek yanıtlar. Kuçuradi gerek felsefede gerekse yaşamda özgürlükle ilgili yapılıp edilenlere baktığında, bu konuda ilk yapılması gerekenin ayrımlar yapmak olduğunu görür. Zira aynı sözcük kullanılmakla onunla birlikte farklı şeyler kast edilmektedir. Özgürlük farklı şeylere verilen ortak bir niteleyicidir.Özgürlük ile nelerin nitelendirildiğine, yani kimin özgürlüğünden, neyin özgürlüğünden söz edildiğine baktığında, Kuçuradi özgürlüğün üç ayrı taşıyıcısının olduğunu, üç ana türe ayrılabileceğini saptar: “Birbiriyle ilgili olmakla birlikte, karıştırılmaması gereken bu üç tür: a) insanın özgürlüğü, tür olarak insanın özgürlüğü (…); b) kişilerin özgürlüğü veya etik özgürlük ve c) toplumsal özgürlüktür”.[1] Tür olarak insana ilişkin olan özgürlük, tür olarak insanın bir özelliği, onda bulunan bir olanak olarak karşımıza çıkar; bu olanak kimi kişilerce gerçekleştirildiğinde ise etik özgürlük veya kişi özgürlüğü olarak. Bu, ikinci özgürlük kavramıdır. Burada özgürlük bir kişi özelliğidir, bazı kişilerin sahip oldukları bir özelliktir. Değer bilgisine sahip ve bu bilgiyi hesaba katarak yaşayan kişilerin özelliğidir. Tür olarak insanda olanak olan özgürlük, burada bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar.Etik özgürlüğü somutlaştıran özgür kişi, insanda olanaklı olanı gerçekleştirmiş olan kişidir.

Toplumsal özgürlük ise taşıyıcısı belirli bir topluluk ya da toplum olan özgürlük türüdür. Ahlaksal ve hukuksal özgürlükler olarak karşımıza çıkar. Ahlaksal özgürlük, “bir kişinin, mensup olduğu grubun değer yargılarına aykırı bir şekilde davrandığı, tavır takındığı, değerlendirdiği zaman, yaşamını etkileyecek derecede tepki görmemesi anlamına gelir.”[2] Genellikle engellenmemeyi, kısıtlanmamayı dile getirdikleri düşünülen hukuksal özgürlükler ise, temel kişi haklarının söz konusu ülkede ya da toplulukta korunmasıyla ortaya çıkarlar. Bir ülkede insanların temel hakları güvenceye alınmışsa, orada o toplumsal özgürlük var demektir. Örneğin kişiler temel insan haklarından olan düşüncelerini açıklama haklarını kullandıklarında başlarına onların yaşamlarını etkileyecek bir şey gelmiyorsa, orada toplumsal (hukuksal) özgürlük var demektir.

Kuçuradi’nin bu özgürlük çözümlemesinin de gösterdiği gibi, özgürlük her üç türünde de belirlenmeme, kısıtlanmama, istediğini yapma olarak karşımıza çıkmaz. Öyleyse, toplumda çok yaygın olan “özgürlük istediğini yapmaktır” biçimindeki özgürlük anlayışının nereden kaynaklandığı sorulabilir. Bunun, özgürlüğü insanın varlık yapısının bir özelliği olarak gören, insanın özgür olduğunu, hatta özgür olmaya mahkûm olduğunu söyleyen Sartre’ın özgürlük anlayışını bize düşündürdüğü söylenebilir. Ama Sartre’ın özgürlük görüşü bundan tamamen farklıdır. Ona göre insanın yapısı belirlenmemiştir, insan;

“Hep olduğu şeyin ötesinde varolmaya, projeler kurarak, kendi koyduğu amaçları gerçekleştirmek üzere, hep eylemde bulunmaya mahkûmdur. Başka türlü varolamaz kişi: ‘özgür olmamada özgür değiliz’ sözü de bu anlama gelir. … Böylece kişi, kendi kendini seçer; o, seçtiği insan olur. Nasıl bir insan olacağını kişi, kendisi belirler; bu belirleme sürekli olup bitmektedir. Özgür olmak, kişi olarak varolmakla aynı şeydir.”[3]

Burada özgürlük belirlenmemişlik, insan özünün ya da yapısının önceden belirlenmemişliği olarak karşımıza çıkar. Bu durumun farkına varmaktır ya da bunun bilinci veya bilgisidir özgürlük. Genel olarak engellenmeme, sınırlanmama olarak anlaşılan özgürlük anlayışı işte bu ve benzeri özgürlük görüşlerinin özünün bir yana bırakılmasıyla, bu ifadelerin yalnızca biçimsel olarak ele alınmasıyla ulaşılmış özgürlük anlayışıdır. Bugün aşı karşıtlığı veya maske takmama olarak karşımıza çıkan bu özgürlük anlayışıdır. Aşı olmama veya maske takmama bir kişi hakkı, daha çok da kişi özgürlüğü olarak, yani kişinin istediğini yapması isteği ya da hakkı olarak görülmektedir. Aşı olmaya veya maske takmaya zorlama ise özgürlüğe müdahale olarak görülmektedir. Kişinin istediğini yapmasının engellenemeyeceği ileri sürülmektedir.

Bireysel ve Toplumsal Yarar Birlikte Korunabilir mi?

Son yıllarda Neoliberalizmin de yaygınlaşmasıyla kişinin isteklerini merkeze alan bu anlamda özgürlük anlayışı bir paradigma haline gelmiş, geniş kitleler özgürlükten karışılmamayı, sınırlanmamayı ya da engellenmemeyi anlar olmuşlardır. Aşılamada olduğu gibi bugün yaşadığımız küresel salgın bize bir kez daha göstermiştir ki, bireylerin istediklerini yapması, isteklerinin ya da arzularının her şeyin üzerinde tutulması her zaman mümkün değildir. Aslında çoğunlukla mümkün de değildir. Neye izin verilebileceğini belirleyen şey, kişilerin istek ve arzularından ziyade istenenin niteliği ya da neyin istendiğidir. Burada sınır çoğu zaman başkalarının haklarına zarar verme olarak ifade edilmektedir. Bu ifade gerek “zarar verme” ile kast edilen şeyin açık olmaması gerekse koşullu bir buyruk olması nedeniyle sorunlu olsa da, her istek ve arzuya izin verilmesinin mümkün olmadığını göstermesi açısından önemlidir. Özgürlük kişilerin istediklerini yapmaları değildir.Salgını önleme potansiyeli olan aşılamaya karşı çıkan kişiler, işte bu türden bir özgürlük anlayışıyla bunu yapmaktadırlar. Zira toplumda yeterli düzeyde aşılanma olmazsa toplumsal bağışıklık sağlanamaz, sonuçta yalnız aşı yaptırmayanların değil herkesin hayatı tehlikeye girer. Bu, çocuklar için söz konusu olduğunda çok daha yaşamsal olsa da, bugün yaşadığımız Covid 19 küresel salgını için de geçerlidir. Yeterince aşılama olmazsa hiç kimsenin hayatı güvende değildir, hiç kimsenin yaşam hakkı korunamaz. Kimsenin diğerlerinin yaşama haklarını tehlikeye atmaya hakkı olmadığına göre, bu özgürlük anlayışında bir sorun olduğu açıktır: Sorun “özgürlük istediğini yapmaktır” biçiminde dile getirilen özgürlük kavramındadır. Bunun yerini “her kişinin diğerleriyle eşit onur ve haklara sahip olduğu”, “her kişinin temel haklarına saygı gösterilmelidir” düşüncesine bırakması gerekir. Bir ülkede, bölgede ya da tüm dünyada -insan hakları denen- her kişinin temel hakları eşit biçimde korunursa, orada hak ihlalleri olmaz, toplumsal özgürlük gerçeklik kazanır. Bir kişinin temel haklarının korunması da kimsenin haklarına zarar vermez. Başkalarının haklarının çiğnenmesine yol açan, kişilerin haklarının değil, çıkarlarının merkeze alınmasıdır. Bu nedenle çıkarlar ya da arzular yerine hakları, kişilerin temel haklarını merkeze alan bir bakış, “birey mi toplum mu?” ikilemini de ortadan kaldıracaktır. Zira sorun birey olmada ya da kendi olmada değil, bireyciliğin veya çıkarların öne çıkarılmasında, ilişkilerin merkezine çıkarların konulmasındadır. Başka bir deyişle Horkheimer’in saptadığı gibi herkes kendi başının çaresine bakmaya girişince bireysellik zedelenmekte, bireysellik tümüyle kendi çıkarını korumayı esas alan bireyciliğe dönüşmektedir.

İnsan haklarının, ama her kişinin haklarının eşit biçimde korunduğu bir toplumda “birey mi toplum mu önce gelir?” tartışması da ortadan kalkacaktır. Zira bireyler ya da tek tek kişiler, onların otonomisi her zaman merkezde olsa da bireylerin hep bir toplum içinde yaşadıkları, başkalarıyla birlikte varlıklarını sürdürdükleri de unutulmamalıdır. Bireyler toplumların ürünü oldukları gibi gelişmiş bireyler de gelişmiş toplumların ürünüdürler. Bu nedenle Horkheimer bireyin kurtuluşu dediğimiz şeyin, bireyin toplumdan kurtuluşu değil -zira bu olanaklı da değildir- toplumun atomlaşmasından kurtuluşu olduğunu söylemektedir.Zira günümüzün modern bireyinin ana tutkusu olan benliğini koruma ve hayatta kalma da ancak birey üstü bir toplumsal düzlemde, diğerleriyle dayanışma içinde gerçekleşebilir. Kişi bir toplum içinde ve ancak diğerleriyle birlikte varlığını sürdürebilir. Varlığını sürdürmek ve çıkarlarını korumak için diğerlerine zarar veren, toplumdan kurtulmaya çalışan kişi sonuçta kendi varlığını da sürdüremez.

Kant’ın ağaç benzetmesinde olduğu gibi, ağaçlar hava ve güneşe ulaşmaya çalışırken nasıl birbirlerini zorluyor, bu da onların daha düz ve daha yükseğe doğru büyümelerine yol açıyorsa, insan da gelişimi için başkalarına, bu gelişimi sağlayacak bir toplum düzenine ihtiyaç duymaktadır. Ona göre insan, özgürlüğünü ancak kültür ve sanatın oluşturduğu bir toplumsal düzen içinde gerçekleştirebilir. Böylece insanın özgürlüğünden de toplumsal düzenden de vazgeçmesi gerekmez.

Bu durumu yine ağaç ve orman metaforuyla en iyi anlatan ifadelerin başında Nazım Hikmet’in “Yaşamak Bir Ağaç Gibi Tek ve Hür ve Bir Orman Gibi Kardeşcesine” dizesi gelmektedir. Hem ormandaki her tek ağaç gibi özgür bir birey olmak hem de bir toplumda yaşamak mümkündür, hatta zorunludur; yeter ki bu toplum insan haklarının her bir yurttaş için eşitçe korunduğu bir toplum olsun, yeter ki her yurttaş diğerlerinin temel haklarına saygılı davransın, hayata kendi çıkarları değil, değerler, haklar penceresinden bakmayı başarsın.

Kaynakça

Horkheimer, Max.Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak.İstanbul: Metis Yayınları, 1994.

Kuçuradi, İoanna. Uludağ Konuşmaları-Ahlak ve Kavramları. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 1988.

1İoannaKuçuradi, Uludağ Konuşmaları-Ahlak ve Kavramları (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 1988), 1.

2İoannaKuçuradi, “Ahlak ve Kavramları”, 13.

3İoannaKuçuradi, “Ahlak ve Kavramları”, 4-5.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Felsefe-Mantık Yazıları