SPİNOZA’NIN DÜŞÜNCESİNDE DİN VE POLİTİKA-II

Felsefe-Mantık - Prof. Dr. Yavuz Kılıç

SPİNOZA’NIN DÜŞÜNCESİNDE DİN VE POLİTİKA-II

-İnanç, Akıl Yürütme, Yargılama ve İfade Özgürlüğü-

İnsanlar yapısı gereği, kendisine fayda sağlayacak şeyleri arzularlar ve bu arzuladıklarının da farkındadırlar. Çünkü arzu insan doğasına aittir ve insanda bulunan üç temel duygudan biridir. İnsanın bu farkındalığından Spinoza iki sonuç çıkarıyor. İlki “insanlar kendilerinin özgür olduğunu düşünürler, çünkü kendi seçimlerinin ve arzularının farkındadırlar, ama kendilerini bunlara seçmeye ve arzulamaya sevk eden nedenlerden bihaberdir.” Bu da bir şeyi seçme ve arzulamaya sevk eden nedenlerin bilinmemesi demektir ve insan bunu bilmiyorsa özgür olması söz konusu değildir. Dolayasıyla insanların kendilerini özgür sanması sadece bir ilizyondur. İkincisi ise “insanlar daima bir amaç doğrultusunda hareket eder, özellikle de elde etmek istedikleri çıkarları doğrultusunda” (Spinoza, 2013:71). İnsan dünyasının amaçlı olması, yani yaptıklarımızı bir şey için yapmamız söz konusudur ve yapmak istediğimiz şeyi kendi çıkarımız açısından yapmaktayız. Bu söylenenlerden şu anlaşılıyor: insanlar genellikle son nedenlere bakıyorlar ve dış bir kaynak arıyorlar, bunu bulduklarında da rahatlıyorlar. Dış bir kaynak bulamazlarsa da doğal olarak iç kaynağa, kendilerine dönüyorlar. Kendi yaradılışlarına, kendine fayda sağlayacak şeyleri araştırıyorlar. “Bunun sonucunda bütün doğal şeyleri kendi çıkarına hizmet edecek birer araç gibi görmeye başlarlar.” Sonra bütün bu araçların aslında hazır olarak bulunduklarını fark ederler ve o zaman da bunları bize sunan biri olmalı deyip o birine inanmaya başlarlar. Kendine dönen insan, kendi karakterinden hareketle inandıklarına da aynı karakteri yüklediler. Çünkü kendisi ile inandığının aynı karakterde olduğunu sandılar. “Böylece tanrıların insan kendilerine tabi olsun ve kendilerine en yüksek onuru bahşetsin diye her şeyi insanın çıkarı doğrultusunda yönlendirdiğinde karar kıldılar.” Her insan kendi karakteri doğrultusunda Tanrı’ya karakter atfetmenin yanında, yine bu karakter farklılıkları yüzünden farklı ibadet şekilleri geliştirdiler. Bu noktada Spinoza insandaki bencilliği de hesaba katarak, kendi kafasında oluşturduğu Tanrı, herkesten çok kendisini sevsin ve “bütün doğayı onun keyfi isteğine ve doymak bilmez hırsına uygun olarak yönetsin istedi.” Bu tarz bir düşünme, Spinoza için, gerçek dini değil bir hurafeyi gösterir. Ona göre insanların bu önyargısı “sonradan batıl inanca dönüştü ve insan zihninin derinliklerine kök saldı; herkesin varlıkların nihai amaçlarını anlamak ve açıklamak için bunca uğraş vermesinin nedeni oldu bu önyargı” (Spinoza, 2013:71-72).

İnsan, doğada her şeyin bir amacı olduğuna, dolayısıyla insanın yararına olmayacak bir şeyin doğada bulunamayacağına inanmaktadır. Bu düşünce felsefe tarihinde Aristoteles’te ve güçlü bir biçimde Hobbes’ta, Kant’ta ve Hegel’de de karşımıza çıkmaktadır. İnsanların başına gelen büyük felaketler, sözgelişi fırtınalar, depremler, hastalıklar ve daha nicelerine bir açıklama getirmek için şöyle düşündüler; insanların başına gelen “bütün bu felaketler tanrıları öfkelendirdikleri için” gerçekleşmektedir. Bu felaketler sanki Tanrı’nın amacı bakımından olmuş gibi düşünülmektedir. Buradaki akıl yürütme şu şekilde ilerlemektedir: İnsanlar doğru yerine yanlış yaptılar ve tanrıların istediği ibadetleri yerine getirmediler ve bu yüzden de günah işlediler. Aslında insanlar pekâlâ günlük yaşamlarında bunun hiç de böyle olmadığına ilişkin tecrübelere sahiptir ve bu tecrübeler bunun tam tersini söylemektedir. “Yaşadıkları sayısız örnek bu tür felaketlerin hiç fark gözetmeden hem dindarların hem de dinsizlerin başına gelebileceğini kanıtlasa da, yine de kafalarında kök salmış bu önyargıdan bir türlü vazgeçmediler.” Bunun ana nedeni insanın her zaman işin kolayına kaçmasıdır, Kant’ın deyimiyle insanın tembelliğidir. İnsanlar sistemi değiştirmek yerine “nasıl cahil doğdular öyle de yaşayıp gittiler. Bunun sonucunda kesin bir karara vardılar, demek ki tanrıların hükümleri insan algısının çok çok üstünde.” Aslında böyle bir düşüncenin kendisi bile “hakikatin sonsuzca insanlıktan saklanmasına” neden olmakta ve şeyleri nedenleriyle bilme, yerini budalaca hayranlığa bırakmaktadır (Spinoza, 2013:73). Söylenenlerden de anlaşılabileceği gibi, insanoğlu kontrol edemediği olayları anlamaya çabalar; doğa olaylarını, hastalıkları, savaşları anlamak için de bir neden gereklidir. Bu neden genellikle “ilahi ceza” ya da “ahlaksal bozulma” olarak düşünülür.[1]

Spinoza insanlardaki genel bir eğilimden hareketle, onların öğüt dinlemekten memnun olduklarını ve gelecek hakkındaki bilgisizlikten dolayı da geleceğe ilişkin haber veren işaretler aradıklarını söyler. Tarihsel kayıtlardan da bildiğimiz gibi insanlar kimi zaman olup biten şeyler konusunda Tanrı’nın kızgınlığının işaretleri olarak algıladıkları olağanüstü olaylar olduğunda Tanrıları kurbanlarla, adaklarla hoş tutmaya çalışırlar. Bu durum insanın gelecek hakkındaki bilgisizliği ve bundan dolayı içinde bulunduğu korkudur. Korku, dünyayı yorumlamanın bu irrasyonel ve hurafeye dayanan biçiminin beslendiği zemindir. Spinoza’nın ifadesiyle, “hurafeyi doğuran ve besleyen neden korkudur” (Spinoza, 2016:44). Dolayasıyla, insanlar kendi yapma güçlerini aşan şeyler karşısında olduklarını düşündüklerinden, “tüm insanlar tabiatları gereği onun pençesindedir.” Hurafe “insan zihninin gülünç oyuncağıdır.” Hurafe aynı zamanda “zihnin tüm hayalleri ve çılgınlığın tüm atılımları gibi, son derece çeşitli ve istikrarsız olacaktır.” Hurafe dayanağını “umut, kin, öfke ve hile”den almaktadır ve bunlar da korkudan kaynaklanır. Bu olgu bilindiğinde, insanların korkuyla biçimlenen tutkularına hitap edilirse o zaman onları kendisine bağlamak daha kolay olacaktır. Bu konuda iki alandan söz edilebilir: Politika ve örgütlenmiş din. Ama “kalabalığı yönetmek için, hurafeden daha etkili hiçbir şey yoktur. Bu yüzden o, din maskesi altında, büyük bir kolaylıkla, bazen krallarına tanrılar gibi tapınmaya, bazen de insan türünün baş belalarıymışçasına onlardan nefret etmeye itilir. Nitekim dine ağırlık kazandıracak ve herkesin ona saygı duyacağı ibadet ve usuller geliştirilmiştir” [Spinoza’ya göre “bu, Türkler’de son derece başarılı oldu. Onlar [ibadet ve usuller konusunda] tartışmayı bile küfür sayar.”] (Spinoza, 2016:45). Dinin ibadet ve usullere indirgenmesi sonucunda, din yığınların gözünde kilise görevlilerinin saygın olmalarına ve “en büyük saygının din adamlarına gösterilmesi”ne neden olur (Spinoza, 2016:46-47). Din yerine din adamlarının saygın olması aslında dinin içeriğini (Spinoza’nın deyimiyle “gerçek din”i) boşaltıyor ve din adamlarının kendi arzuları doğrultusunda işler yapılması için “dışsal ibadet”e önem veriliyor. Din adamlarınca istenilen şey halkı bilgilendirmek değil, “önlerinde hayranlıkla diz çöktürmek, fikirlerini paylaşmayanlara herkesin önünde saldırmak, yalnızca yeni ve alışılmamış şeyler öğretmekti. Sıradan insanda en çok hayranlık uyandıran şey de budur” (Spinoza, 2016:47). Bilgisizlik, cehalet insan yaşamında egemen olunca, böyle bir insanın, kendisini korkudan uzak tutacak ve umudu yeşertecek türden masala inanması kolay olacaktır. Aslında insan buna zaten meyillidir. Buradaki ilginç nokta ise şudur: Dinde hurafeyi doğuran korkudur ve din adamı korku yoluyla insanı korkudan kurtaracağı umudunu verir ve bunu sürekli korkuya dayandırarak yapar.

Spinoza’nın çözüm önerisi şudur: Felsefe ile din kesin kes birbirinden ayrılmalıdır. Dinin amacı ile felsefenin amacına baktığımızda bu ayrım daha net görülebilir. Dinin amacı itaattir. Din genel olarak duygulara hitap eder. Oysa felsefenin amacı hakikati, yani Tanrı’yı ya da doğayı akıl yoluyla kavramaktır. Bu ayrım sadece metodolojik kaygıyla yapılan bir ayrım değildir, bunun politik bir yanı da vardır. Din politika ya da insanlar üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığında bu yan karşımıza çıkmaktadır. Din ile felsefe ya da politika birbirinden ayrılmazsa, politik alanda yapılan her eleştiri dine bir saldırı olarak gösterilecektir. Din nasıl ki sorgulanamıyorsa, politik alanda da politik otorite sorgulanamaz hale gelebilir. Filozoflar, düşünürler tarihte görüldüğü gibi birer “sapkın”, “kafir” olarak görülmeye başlanır. Spinoza’nın ısrarla üzerinde durduğu şey, insanın doğal olayların gerçek nedenlerini bilmesidir. Bunun dinle ilgili bir durum olmadığı açıktır. Ama, dini gerçekleri bilmezsek ya da bilme olmadığından yoksun olursak o zaman dinde hurafe ortaya çıkar.

Spinoza’nın din ve felsefeyi birbirinden ayırmasının nedeni ifade özgürlüğüne yer açmaktır. Bu kitabı yazma amacında da söylediği gibi düşünceyi ifade etme özgürlüğü insanın var kalma çabasında yaşamsaldır. Spinoza her ne kadar “laiklik” terimini kullanmasa da bize laik bir toplum modeli sunmaktadır. Böyle bir anlayışta din bireysel olarak, devlet ise yurttaşların hak ve özgürlüklerine güvence altına alan bir örgütlenme olarak görülür. Din politik otoriteyi yönetmemelidir. Spinoza’ya göre “inanç ya da teolojiyle felsefe arasında hiçbir bağ olmadığı gibi, hiçbir yakınlık da yoktur.” Her iki alanın da hedeflerini bilen biri iki alan arasında uçurum olduğunu da bilir. Çünkü, yukarıda da vurgulandığı gibi, felsefenin tek hedefi hakikattir. Oysa inancın hedefi “itaat ve dine bağlılıktan başka bir şey değildir. Sonra felsefenin temelleri ortak nosyonlardır ve o yalnızca tabiattan çıkarsanmalıdır. Tersine, inancın temelleri tarihi anlatılar ve dildir. … İnanç yalnızca vahiye ve Kutsal Kitap’a dayanmalıdır. Demek ki inanç her insana çok geniş bir felsefe yapma özgürlüğü tanır, öyle ki her insan, bu bir suç sayılmaksızın, her konuda istediğini düşünebilsin” (Spinoza, 2016:220). Amaçlarının farklılığı düşünülürse, bu alanlar birbirinden ayrılmalıdır. İlki vahy yoluyla, ikincisi akıl yoluyla iş görür. Bu ayrım yapılmadığı zaman insanın özgürlüğü tehlike altına girer. Spinoza’ya göre, dinin işlevi daha çok ahlaki davranışı sağlamak ve toplumsal düzeni korumaktır. Ama felsefe, sorgulayıcıdır. Bu nedenle dini otoriteler, felsefeyi tehdit olarak görür.

İnanç “her insanın Tanrı’ya itaat etmek için ne yapması gerektiğini öğretir” ve bu da, “hemcinsini sevmek” olarak ifade edilir. Hemcinsini kendin gibi sevmek Tanrı buyruğudur, Tanrısal yasadır ve bu yasa insanı itaatkâr ve mutlu kılar. İnanç ancak itaat olursa insanı kurtuluşa götürür (Spinoza, 2016:215). Spinoza dindeki ritüelleri, şekli ve dışsal olarak görülen pek çok özelliği bir tarafa bırakır ve Tanrı’ya ibadetin ve itaatin “yalnızca adalet ve yardımseverlikten, bir başka deyişle hemcinsine sevgiden ibaret” olduğunu belirtir (Spinoza, 2016:218)

Spinoza’nın düşüncesinde inanç, Tanrı hakkında sadece adalet ve yardımseverlik olarak düşünülmesinden oluşmakta ve böyle değilse Tanrı’ya itaatin ortadan kalkacağı vurgulanmaktadır (Spinoza, 2016:215). İnanç hakikatten çok dine bağlılık ister. “Yalnızca itaat nedeniyle dine bağlı ve kurtarıcı bir nitelik taşır. Dolayısıyla da her insan sadece itaatinden ötürü inançlı olabilir.” Spinoza inançta sadece adaleti ve hemcinsine sevgiyi esas alarak görüşlerini ortaya koyar. Ona göre bu öğreti “insanların barış ve uzlaşma içinde yaşayabilmeleri için bir devlette ne kadar gerekli olduğunu ne çok siyasi karışıklık ve suç nedenini, hem de en ağırlarını ortadan kaldırdığını” bize göstermektedir (Spinoza, 2016:219). Bu yüzden insanlar özgürce yargıda bulunabilmelidir, bu olmazsa “ortak özgürlüğe zarar verilmiş olur” (Spinoza, 2016:45-46).

Spinoza’nın politika görüşünde ifade özgürlüğüne ilişkin düşüncesi öne çıkıyor ve bu düşünce çağın çok ilerisinde görünüyor. Onun din ile politika arasındaki ilişki üzerine düşüncelerine ve özellikle ifade özgürlüğüne verdiği öneme bakılırsa, yaşadığı 17. yüzyıla göre şaşırtıcı derecede ilerici olduğu, hatta birçok açıdan bugün bize hâlâ güncelliğini koruyan bir perspektif sunduğu görülebilir. Spinoza, dinin politikayla iç içe geçmesinin tehlikelerini gösterir ve ifade özgürlüğünü kamusal barış ve devletin gücü açısından temellendirir. Teoloji ile felsefe ya da din ile politikayı ayırmaya çalışan Spinoza, “mümkün olan en iyi kamusal örgütlenmenin; herkese inanma, düşünme ve kendini ifade etme özgürlüğü tanıyan bir örgütlenme oluğunu” düşünür (Lenoir, 2019:54). Spinoza açısından inanma, düşünme ve ifade özgürlüğü insanın temel ihtiyacıdır, hatta insanın doğası ya da özüdür diyebiliriz. Spinoza dinin bireysel alanda kalmasını devletin ise bireylerin hak ve özgürlüklerini ve özellikle ifade özgürlüğünü koruyan bir yapıda olması gerektiğini öne sürer. Bunun da negatif anlamda bir laiklik düşüncesi olduğu görülür, yani bu türden bir laiklik düşüncesi devlet yönetiminde (politikada) neyin belirleyici olmaması gerektiğini bize söylemektedir. Bu gerçekleşirse devletin politik kararlar almasında dini gerekçeler temele alınamaz ve din politikanın aracı haline gelemez.

Eskiçağdan beri biliyoruz ki insanlar, istesek de istemesek de düşünürler. İnsanların düşüncelerini ifade etmesi yasaklanırsa o zaman çok önemli ahlaki bir sorunla da karşı karşıya kalırız. Spinoza’nın deyimiyle insanlar kendilerini ifade edemezse orada “ikiyüzlülük” başlar. Çünkü insanlar düşüncelerini açıkça ifade edebildiklerinde, gizli olarak kin ve içlerinde isyan birikmez. Spinoza’nın bu söylemi, neredeyse modern bir ifade özgürlüğü kuramı geliştirir biçimindedir. Bu düşünceye dayanarak, bir toplumdaki çürümenin, yozlaşmanın, çökmenin ana nedenlerinden biri o toplumda ifade özgürlüğünün olmamasıdır, diyebiliriz. Bu yüzden, ifade özgürlüğünün olmadığı bir yerde, Spinoza’nın filozofların “kafir” ya da “sapkın” görülmesiyle günümüz eleştirel düşünmenin “tehlike”li görülmesi hemen hemen aynıdır.

İfade özgürlüğü felsefi düşüncenin gelişmesi için de mutlak gereklidir. Bugünün diliyle söylersek, toplumsal barış ancak insanların kamusal alanda kendilerini açık bir biçimde ifade edebildikleri oranda sağlanabilir. “Özgürce akıl yürütme ve yargıda bulunma davranışı insanın var kalma çabasında başvurduğu en önemli yetilerdendir; yani, insanı bu yetiden koparmaya çalışmakla onu var kalma ısrarından vazgeçirmek aynı anlama gelecek, bu da kendiliğinden olanaksız bir işe kalkışmak olacaktır” (Balanuye, 2019:260). Elbette ifade özgürlüğünün sınırları günümüzde tartışma konusudur. Sözgelişi nefret söylemi, sansür, dezenformasyon düşünce özgürlüğüne sınır getirilmesinin gerekçeleri olarak gösterilmektedir. Ne var ki insanların düşüncelerinin, akıl yürütmelerinin kısıtlanmasına yönelik olan bu gerekçeler ne oranda “ifade özgürlüğü” içinde yer alabilir?

KAYNAKLAR

Balanuye, Ç. (2019). Spinoza, Bir Hakikat İfadesi, İstanbul: Say Yayınları

Canaslan, E. (2020) “Spinoza’da İfade Özgürlüğünün Metafizik Temelleri” Cogito, (Spinoza: Taze Bir Nefes), Güz, Sayı: 99

Coşkun, B. (2013). “Spinoza’da Akla Dayalı Özgür Devletin Olanağı” DoğuBatı, (Res Publica).

Jarrett, C. (2023). Kafası Karışmışlar İçin Spinoza, Çev. Aydın Gelmez, Ankara: Dipnot Yayınları

Lenoir, F. (2019). Spinoza Mucizesi, Çev. Aslı Sümer, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Matheron, A. (2020) “Teolojik-Politik İnceleme’den Politik İnceleme’ye Spinoza’nın Evrimi Problemi” Cogito, (Spinoza: Taze Bir Nefes), Güz, Sayı: 99

Spinoza, B. (2013). Ethica, Çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık

Spinoza, B. (2014). Mektuplar, Çev. Emine Ayhan, Ankara: Dost Kitabevi

Spinoza, B. (2015). Politik İnceleme, Çev. Murat Erşen, Ankara: Dost Kitabevi

Spinoza, B. (2016). Teolojik-Politik İnceleme, Çev. Cemal Bali Akal-Reyda Ergün, Ankara: Dost Kitabevi

Yelkenci, T. (2011). “Din ve Devlet: Benedictus de Spinoza’nın Politik Teoloji Eleştirisi”, Felsefelogos, Sayı:40/1

[1] Bu düşünceye insanlık tarihinin her döneminde rastlayabiliriz. Ülkemizde son depremlerden sonra yapılan açıklamalar, ifadeler bunu açık bir biçimde göstermektedir. Ama sanırım bu tartışmalarda en önemli kırılma noktası 1755 Lizbon depremi ve sonrasında yaşananlardır.