İnsan Ekonomik Özelliklerinden Ayrı Bir Duyguya Ne Kadar Sahiptir?

Sosyal Bilimler - Prof. Dr. Muhammet Özdemir

Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde teknoloji ve yapay zekâ ile ilgili felsefi ve sosyal bilimsel çalışmalara bakıldığında insan ve duygu savunusu ve makine endişeleri dikkat çekebilmektedir. Bazı edebi ve beyaz perde çalışmaları dışında benzer bir savunu ve endişenin Asya ülkelerinde pek mevcut olmadığı söylenebilir. Dünyanın bu üç kıtası arasındaki farkı nasıl yorumlamak gerekir? Bu fark Avrupa’nın kendi içindeki ayrışmalar, ABD ve İngiltere açısından ne ifade etmektedir?

Öncelikle günümüz insanına bakmakta yarar vardır. Günümüzde insanlar birbirlerine nasıl tanık olmakta, birbirlerini hangi tarzda deneyimlemekte, ne türde bilmekte ve ne şekilde hatırlamaktadır? En azından deneyimlenen her günkü yaşamda insanların büyük ölçüde alışveriş girişimleri ve etkileşimleriyle birbirlerini bilmekte olduklarını kabul etmemiz lazımdır. İnsanların birbirlerinden “duygu” olarak tanık olup öğrendikleri sadece söylemlerdir. Söylemlerle eylemler arasındaki genel uyuşmazlık ve tutarsızlıklar neredeyse birçok yerde sermaye sahipleri ve yetkili insanlara mal edilebilmektedir, ama sıradan insanın dünyevi olanakla buluştuğu neredeyse her anda –sözgelimi sosyal medyada basit bir eleştiri girişiminde bile- aynı uyuşmazlık ve tutarsızlıkların sergilendiğine tanık olunabilmektedir. Bu vakıa dünyanın gelişmiş ülkelerinde bile insandan korkmakla ilgili genel bir tepki haline yol açabilmektedir. Fiili olarak talepleri, müşteri niteliği ve şikâyetlerinden başka herhangi bir mevcudiyeti pek gözlemlenemeyen insanlar nasıl oluyor da ortalama insanın veya genellenmiş bir kavrayışta insan kavramının duygu ile ilgili bir canlı olduğunu söylemleştirebiliyor? Muhtemelen gerçekçi seviyede verilebilecek hiçbir cevapta insanlarla ilgili olumlu cümleler kurulamaz. Söylemlerle davranışlar arasındaki ayrılık, başkalık ve tutarsızlık o kadar benimsenmiş ki tutarlılık arayan insanlar kendilerini obsesif ve takıntılı zannedebiliyorlar.

İkinci olarak bu genel vakıanın nedeni ve sözsüz söylediğine bakmakta ayrı bir yarar vardır. İnsanların genel mevcudiyet pratikleri sanki onlara yönelik yatırımdan vazgeçilmiş gibi bir izlenim vermektedir. Yani sanki insanların çocukluktan itibaren yeterli ve iyi yetiştirilmeleriyle ilgili olarak bilinçli ve kasıtlı bir ihmal tüm dünyayı dönüştürüyor gibi bir kanıya varmamak kolay değildir. Çünkü insanların bencillikle yapıp ettiklerinin önemli bir kısmı aynı insanların bilgisiz, ihmal edilmiş ve tutarlı ödül-ceza karşılıklarından mahrum bırakılmış olmalarıyla doğrudan ilgili gibi görünmektedir. İnsanların geneli ne istediklerini bilmemekte olduğu gibi bilmediği istediğine nasıl ulaşabileceğini hesaplamak konusunda da büsbütün bir çaresizlik içerisinde var olmaktadırlar. Bu durum, sosyal etkileşim yoluyla kişinin eğitim ve kültür edinmesinin engellenmiş olmasıyla ilgili görünmektedir. Bunu modern dönemde ilk başlatanlar, kendi önsel bilgi (a priori) veya doğuştancı toplum kurgusuna yabancı bir girişimle Fransız İhtilali’ni var ederek soylularını ve oturmuş kültürel değerlerini yok eden Fransız aydınlarıydı. Bir de buna “aydınlanma” denilmişti. Alain Touraine gibi birçok modernist toplumbilimci bile bir şekilde kendini bunu eleştirmek zorunda hissetmiştir. 19. yüzyılda Fransızlar için muhtemelen en zor şey daha önce reddedip yok ettikleri kültürel değerleri yeniden deneyimlenen yaşamla keşfetmek olmuştur. Benzeri bir hadise 20. yüzyılın ikinci yarısında popüler Amerikan kültürü sayesinde yeniden ve tüm

dünyada yaşandı. Bazı profesyonel okuryazarlar (aydınlar) bireyselleşme adı verilen bu gelişmenin aydınlanmanın önemini gösterdiğini düşünmektedirler, ama onlarınki iyi niyetli bir yanılgıdır. Geride kalmış neredeyse hiçbir şey olduğu şekliyle ileride yararlı ve verimli olamaz. Bireyselleşme aydınlanmanın yol açtığı sorunları düzeltmek isterken bu kez de toplumsallaşmanın kendisine zarar verdi. Sosyalleşme kalmayınca sosyal öğrenme de neredeyse ortadan kalktı. Artık insanlar birbirleriyle iletişim kurmak istemiyorlar. Çünkü bunun nasıl olacağını bilmiyorlar. Ya insanlar böyle oldukları için onların gereksinimlerine göre arz geliştiren sermayedarlar teknoloji ve yapay zekâya yöneldiler veya teknoloji ve yapay zekâya hazır bir toplum olsun diye insanlar bilinçli olarak ihmal edildiler ve onlara yapılacak tüm yatırımlar teknolojiye kaydırıldı. Hangisi olursa olsun ortadaki fotoğraf para ve teknoloji dışında insanın başka hiçbir şeye güvenemeyeceğini göstermektedir. En güvenilmez olan da başka bir insandır. Her günkü yaşamı izleyen birisi biraz garipsemek ve üzülmekle birlikte bu gerçeği kavradığını söylemek zorunda kalır. İnsanlık ölüyorsa veya bir insanlık tarzı tarihe veda ediyorsa bunu bütün insanlar birlikte ve isteyerek yapmaktadırlar.

Şimdi bu çerçevede tekrar Güney Amerika ve Afrika ile Doğu Asya arasındaki bakış açısı farklılığına dönersek; Doğu Asyalılar daha fazla çalışıyor ve üretiyorlar, ama duygunun ne olduğunu ve makinenin muhtemel zararlarını bilmiyorlar. Ne var ki makineyi yeterince üretmeyen ve çoğunlukla tüketen Güney Amerikalılar ve Afrikalılar hem duyguyu hem de makinenin zararlarını çok iyi biliyorlar. Yukarıdaki iki vakıa neredeyse bütün insanlar için geçerli olduğu ve hatta Doğu Asyalılar çok çalışmalarından dolayı yer yer gergin ve sinirli oldukları halde birbirlerine zarar vermeye eğilimli olmak bakımından Güney Amerika ve Afrikalılara kıyasla daha geride görünüyorlar. Bu çerçevede duyguyu ve makinenin zararı söylemini nasıl anlamak gerekmektedir? Muhtemelen duygu, Güney Amerikalıların ve Afrikalıların ilerleme ve gelişme gereksinimleri ve temennileri olabilir. Makinenin zararı ise ABD, İngiltere ve Çin gibi teknoloji üreticisi ülkelerin yeni bir kapitalizm döneminde yeni bir sömürü girişiminde bulunmaları olabilir. Bu analiz isabetliyse; Güney Amerikalılar ve Afrikalılar birbirlerine ve dünyaya yanlış bir şey söylemiş olmazlar mı?

Günümüzde idealler ve gerçekleri ayırarak deneyimde bulunmayan idealleri kişisel doldurup da onların gerçeklerden daha fazla insani olduğunu söylemleştirmek öğretici ve erdemlileştirici olmaz. Çünkü gerçekte bulunmayan sadece kişisel bilinebiliyor ve bu da kişilerden birine veya bir grubuna nedensiz ve süreğen bir adanmışlığı gerekli kılabiliyor. Her zaman bu kişi veya kişiler iyi olamayacaklarına göre idealler yerine gerçeklerle konuşmak gerekir. Nitekim teknoloji ve yapay zekâ felsefesi çerçevesinde “deneyimci-yönelim” de (empirical turn) bunu önermektedir. Kelimelerin çeşitliliği ve fazlalığına kıyasla istatistikler maalesef daha gerçekçi bilgiler içermektedirler. Bu çerçevede bakıldığında; insanlarla ilgili en bilinebilenler hep ve ancak ekonomiye tercüme edilerek veya yansıtılarak bilinebilmektedirler. Kuşkusuz insan tarihin birçok döneminde ve hâlâ tek tek saptanamayan birçok örnekte birbirini önemseyen ve başkası için kendinden vazgeçebilen anlamında duygusal bir canlıdır. Ama bu maalesef nesnelleştirilebilir, takip edilip planlanabilir bir genellikte değildir. Nitekim bu nedenle bilimler tek tek teknolojiye yenilmeye ve dönüşmeye başlamışlardır. Joseph Agassi’nin 1985 yılında teknolojinin artık bilimin bir uygulaması olmadığını söylemesi oldukça anlamlıdır.

Herhangi bir hata şansı az olan Güney Amerika ve Afrika toplumlarında felsefi söylemlerin duygu savunusu ve makine karşıtlığı yerine kendi biyolojik, ekonomik ve psikolojik gereksinimleriyle meşgul olması daha gerçekçi görünmektedir. Bu nedenle Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde felsefenin kayda değer bir paradigma değişikliği yaşaması ve deneyimsel yönelim teknoloji görüşünü özellikle anlaması gerekmektedir. Eğer insan gerçekten de değerliyse onu hayatta tutup sosyalliğini ve öğrenmesini tekrar ve daha ileri mümkün kılabilecek samimi ve tutarlı girişimlere ihtiyaç vardır. Tutarlılıkla bu çerçeveyi gözetmeyen insan analizleri insana yararlı olamazlar. Çünkü günümüzde insanın bilinen tek duygusu ekonomi duygusudur