
Heidegger’i Heidegger Anlatırsa
Prof. Dr. Faik KANATLI
Filozofların özgün dünya kavrayışları kavramlarına yansır. Düşünsel gelişimlerine eşlik eden kavramsallaştırma, bir kavram örgüsüne dönüşür. Kavram örgüsü, hem filozofların hem de düşüncelerinin korunup saklandığı, ama aynı zamanda özgürleştiği yuvadır artık. Kavram örgüsünü belli bir düzeyde bilmeyenlere yuvanın kapıları kapalıdır, uzaktan seyretmekle yetinirler. Marx, Hegel ve Kant gibi dünyada iz bırakan filozofların düşünsel dünyasına geçiş olanağı sunsun diye bireye özgü sözlükler geliştirilmiştir sözlükler ülkesi Almanya’da. Özel sözlüğü olanlar arasında 1889’da Almanya’nın Messkirch kasabasında doğan Martin Heidegger de var. 20. yüzyıl felsefesinin en etkili isimlerinden Heidegger; Nazi Partisi üyeliği, (o zamanki) siyasal tutumu, Nazi dönemindeki rektörlüğü ve rektörlükten istifasıyla tartışmaların odağında oldu hep. En çok tartışılan şey, Heidegger gibi gelişkin bir bilince sahip ve dünyayı etkileyen birisinin nasıl Hitler tarafından etkilendiği, ikna edildiği ya da kandırıldığıdır. Linçe dönüşen sert eleştirilere maruz kaldığını düşünen Heidegger, 23 Eylül 1966’da yanlış anlamaları düzeltme ve felsefi düşüncelerini vurgulama kaygısıyla “Der Spiegel” dergisiyle ölümünden sonra yayımlanmak üzere bir söyleşi yapar. Uzlaşıldığı gibi söyleşi, onun ölümünden sonra 26 Mayıs 1976’da yayımlanır ve 2000 yılında bir kitapçık olarak basılır. Kaan H. Ökten tarafından Türkçeye çevrilen söyleşi, 2020 yılında basılan bir kitapçıkla Türkçe okuruna kavuşur.
Söyleşide Heidegger, Nazi döneminde yaptıklarını ya da yapamadıklarını savunmaktan çok; Felsefenin, Edebiyatın, çeviri bilimin, tekniğin ve üniversitelerin geleceğine ilişkin dolaylı saptamalarda bulunuyor. Yaklaşık 38 sayfadan oluşan söyleşiye sığdırdığı önemli vurguları açığa çıkarmak, tartışmaya açmak ve günümüz koşullarıyla kendiliğinden kıyaslamak, bu yazının arayışıdır. Acaba Heidegger söyleşide kendi metinlerine nasıl yaklaşılması gerektiğine ilişkin ipuçları mı veriyor?
Türkiye’de “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” aforizmasıyla özdeşleşen Wittgenstein, “Dil konuşmaktır” der. Bir bakıma dilin temel işlevinin konuşmak olduğunu vurgular. Zaten Almancada dil (Spracahe), konuşmak (sprechen) eyleminden türetilmiştir. Dilsel yapılar ile toplumsal yapılar arasındaki ilişkiden beslenen ve onu konulaştıran toplum dilbilimde de (Soziolinguistik), konuşma dili ile yazı dili arasında bir ayrım yapılır. Daha çok yüz yüze ve doğaçlama olarak gerçekleşen konuşma dili, insanlar arası paylaşımın ve etkileşimin en yoğun yaşandığı zemindir. Yakınlık, sıcaklık, tekrarlar, görece daha dar bir sözcük dağarcığı, tonlamalar, duraklamalar, anlamlı susuşlar, bireysel hatalar ve eksiklikler; konuşma dilinin temel belirleyenleridir. Kısacası konuşma dili, doğası gereği daha insancıldır. Kanımca kültür tarihinin en önemli buluşu yazı dili, görece daha soğuk, üretken, geniş, denetimli ve kalıcıdır. Düşünsel üretimler yazı dilinde somutlaşır. İşte Heidegger’in söyleşisi, düzeltme ve denetimden geçse de onun konuşma dilinden yazı diline geçiş olanağı sunması bakımından önemlidir. Bir bakıma, Heidegger’in açtığı kapıdan Heidegger’e yaklaşma olanağıdır bu. Bunu değerlendirelim mi?
Her şeyden önce söyleşiyi yapan Spiegel Dergisi temsilcilerinin, yani gazetecilerin yönelttiği soruların niteliği, düzeyi ve onlara sinen ön hazırlık; gazetecilik bölümlerinde irdelenmeyi hak ve talep ediyor sanki. Özellikle hem gazetecilerin hem de söyleşiye katılanların hareket alanını koruma ve ona saygı duyma, ama aynı zamanda istenileni sorma bakımından iyi bir örnek oluşturuyor.
Heidegger söyleşide rektörlüğe adaylık sürecini ve vazgeçme çabalarını birinci ağızdan anlatıyor. Özellikle Nazilerin taleplerini yerine getirmediğini örneklerle aktarıyor. Siyasetin atamalara müdahalesine karşı nasıl dik durduğunu dekan atamalarıyla savunuyor. Ancak kimi yerlerde yanıldığını ve bugün olsa aynı şeyleri yapmayacağını da itiraf ediyor. İdeallerini gerçekleştiremeyeceğini anlayınca da rektörlükten istifa ettiğini söylüyor. Böylece Heidegger, yaşadıkları ve tutumuyla insanın hangi bilinç düzeyinde olursa olsun kandırılabileceğini kabul ve teyit ediyor.
Heidegger’in rektörlüğü kabul edişinde üniversiteyi yapılandırma ideali yatıyor. Buna ilişkin sorulara verdiği yanıtlarda nasıl bir Alman üniversitesi hayal ettiği seziliyor. Örneğin, hemen hemen herkesin hemfikir olduğu akademik özgürlüğe mesafeli duruyor. Ancak bu mesafe, onun söylemiyle negatif akademik özgürlüğe yöneliktir. Heidegger, düşünme ve düşünümün taleplerine karşı akademisyenin özgür olmaması gerektiğini savunuyor. Daha açık bir anlatımla, akademisyen düşünme ve düşünümün taleplerine karşı kayıtsız kalamaz, kalmamalıdır, yani düşünmeme özgürlüğü yok akademisyenin. Ancak böylesi akademisyenlerin oluşturduğu bir üniversite, kendini hâkim kılabilir ve bilimin siyasallaşmasına karşı duruş sergileyebilir. Ona göre, bu da ancak Batılı-Avrupalı düşünce geleneği üzerine düşünümde bulunmakla olanaklıdır. Burada Heidegger, sorumluluğun ve yapıcılığın eşlik ettiği bir üniversite özerkliğini kastediyor sanki. Böylece Humboldt’un üniversite anlayışına daha yakın duruyor.
Heidegger’in söyleşisinde çeviri bilime ilişkin saptamalar dikkat çekiyor. Çeviri bilimin aksine her şeyin çevrilemeyeceğini savunuyor. Özellikle şiir ve düşüncenin çevrilemezliğini şöyle somutlaştırıyor söyleşide:
Nasıl ki şiirleri tercüme etmek mümkün değilse, düşünceyi tercüme etmek de mümkün değil. En fazla tarif edilebilirler. Harfi harfine tercüme etmeye başlanıldığında her şey dönüştürülmüş olur.
Heidegger, Türkçeye “düşünmek ne demektir? (Was Heisst Denken?) diye çevrilen yapıtının en az okunduğunu söylüyor, bunu çevrilemezliğe ve zamanın ruhuna bağlıyor sanki. Gerçekten de sözü edilen yapıtı kaynağından okuyan kişi, bunun başka dillere çevrilemeyeceğini ya da çok zor çevrilebileceğini düşünür, çünkü metindeki dil oyunları Almancadaki öneklerle yapılmış. Aynı veya benzer önekleri olmayan, özellikle sondan eklemeli dillerde aynı sözcük oyunları yapılamaz. Söyleşinin bir başka yerinde Heidegger, Eski Yunan düşüncesinin Roma-Latin diline çevrisinin kayıplarının henüz giderilemediğini vurguluyor. “Almanca ile (eski)Yunaca arasında özgün bir bağ var” diyerek, bu kayıpların ancak Alman dili içerisindeki düşünümlerle giderilebileceğini sezdiriyor. Ona göre, “bir düşünce ancak aynı menşe ve yazgıya sahip başka bir düşünce aracılığıyla dönüştürülebilir”.
Felsefenin siyasete etkisine ve olası işlevlerine ilişkin ısrarlı sorulara verdiği yanıtlarda, artık Felsefenin şimdiki dünya durumunu dolayımsız olarak değiştirebilecek etkiye sahip olamayacağının altını çiziyor Heidegger. Gazetecilerin Felsefeye yeni başlayanların umudunu diri tutmak için bir çözüm önerin. Siz bir otoritesiniz, “yoksa kendinizi otorite olarak görmüyor musunuz” sorusunu şöyle yanıtlar:
Düşünce alanında otorite olan ifadeler yoktur. Düşünce için yegâne ölçüt, üzerinde düşünülecek şeyin kendisinden gelinerek korunur. Fakat bu şey, diğer her şeyden önce sorgulanmaya layık olandır… Vaaz ederek ve ahlaki ahkâm keserek konuşmak, düşünce göreviyle çelişir.
Heidegger’in felsefi tutumu tekniğe ilişkin sorulara verdiği yanıtlarda belirginleşiyor. Ona göre, Yeni Çağ tekniğinin gezegensel hareketinin tarih-belirleyici büyüklüğü, insanı yeryüzünden koparıyor ve köksüzleştiriyor. İnsanın günümüzde yaşadığı yer yeryüzü değil. Modern teknik artık bir “araç gereç” değil. Tekniğin özüne tekabül eden herhangi bir yol da bilmiyoruz henüz. Çabuk karar verip düşünceyi ayağa düşürmektense geçici suskunluklar daha yararlı olabilir. Belki de Felsefenin elinde kalan tek şey, “içinde bulunduğumuz çağın hiç düşünülmemiş ana hatlarından hareket ederek ve kâhince iddialarda bulunmaksızın, gelecek zamana yönelik önleyici düşünümlerde bulunmaktır”… Günümüzdekiler için düşünülmesi gerekenin büyüklüğü fazla büyüktür. Beki en fazla, pek de uzağa varmayan daracık geçiş yolları inşa etmek için didinip durabilir filozoflar. Tarih-belirleyici büyüklüğe erişen tekniğin Felsefe tarafından yeterince düşünülmemiş olmasının mahcubiyeti, Heidegger’in anlatımına sinmiş sanki.
Modern sanata ilişkin tereddütleri var Heidegger’in. Sanatın en kendine özgü şeyin ne olduğunu ve bunu nerede aradığının belli olmadığını savunuyor. Ancak Hölderlin gibi şairlerin edebiyat tarihi ve tarihçiliğine sıkıştırılmaması gerektiğini de vurguluyor. Bir bakıma iz bırakan şairlerin alanlar arası araştırılmasını öneriyor. Böylece Felsefe ile Edebiyat arasında olması gereken etkileşime dikkat çekiyor. Bizde de Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’un, farklı bilim alanları tarafından irdelenmesi umulabilir belki de.
“Teknik olan arttıkça, insani olan azalır” çıkarımının sindiği söyleşi, birçok bakımdan irdelenmeyi hak ve talep eden çağrışımlardan oluşuyor. Ben size bir yudum ikram ettim. Gerisi size kalmış!
Kaynakça
Heidegger, Martin (2020): Martin Heidegger Der Spiegel Söyleşisi. Çeviren: Kaan H. Ökten, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
Löfler, H.(1985): Germanistische Soziolinguistik. Erich Schmidt Verlag, Berlin
Wittgenstein, L. (1969): Tractatus logico-philosophicus. İçinde: Schriften, Bd. 1, Frankfurt am Main, S.7-83