Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Kadın ve Emek 12 Yerçekimi ve Zarafet

Barış Parkan

Kategori: Sosyoloji - Tarih: 24 Temmuz 2025 22:29 - Okunma sayısı: 330

Kadın ve Emek 12 Yerçekimi ve Zarafet

Son iki yazımda, emek konusunda iki kadın düşünürün görüşlerini sundum: Rosa Luxemburg ve Simone Weil. Amacım, bir sonraki yazımda ele alacağım Hannah Arendt ile beraber, bu kadın yazarların düşüncelerinin ortak yanlarından hareketle, emeğe ve eyleme ilişkin, kadına özgü bir bakış açısının ya da sesin duyulup duyulmadığını araştırmak idi.

Bu yazımda Rosa Luxemburg ve Simone Weil arasındaki iki ortak noktayı ilişkilendirerek yorumlayacağım. Bu iki noktayı ele almadan önce, arka plandaki emek konusuna tekrar ışık tutmak faydalı olacaktır. Her iki düşünürün de bu konuya Batı felsefesindeki bir çok erkek düşünüre oranla çok daha fazla eğilmiş olmaları, ‘kadın’ ile ‘emek’ arasında özel bir bağlantı olduğunu öne sürmemize gerekçe sağlamaktadır. Aynı savı, Hannah Arendt’in düşüncelerini denklemimize kattığımızda da yineleyeceğim.

Emek konusunda Luxemburg ile Weil’in yazılarının ilk ortak yanı düşünce ile eylemin bir arada bulunması gerektiğine dair inançlarını önemle vurgulamalarıdır. Luxemburg’da bu vurgu onun düşüncesiz eyleme karşı çıkmasında görülür. Luxemburg’a göre, devrimci bir liderin yapması gereken, eylemdeki kitlelerin içinde bulunarak onları kendi eylemleri üzerinde düşünmeye ve yaptıklarını anlamlandırmaya teşvik etmektir. Benzer bir şekilde, Simone Weil için özgürlüğün anahtarı “düşünceli üretim”dir. Weil’a göre, tersi durumda, yani insanlar üretim yaparken aynı zamanda düşünmezlerse, özgürlüklerini kaybetmeleri kaçınılmazdır. Bu yazı dizisine başlarken ilk iki yazımda vurguladığım gibi, tarihsel ve biyolojik varoluş koşulları nedeni ile (yani doğum yapmak, doğal işbölümünde çocuk bakımının onun payına düşmesi gibi nedenlerle) kadın emeği, bedensel emek-zihinsel emek ayrımına izin vermez. Oysa eril emeğin ağırlıklı olduğu çalışma alanlarındaki toplumsal işbölümünde bedensel emek-zihinsel emek ayrımı temel ve belirleyici bir ayrımdır. Bu bakımdan, iki önemli kadın düşünürün, eylem ve üretimin düşünceden ayrı düşmesine şiddetle karşı çıkmalarında kadınlara özgü bir “bilgelik” olduğunu öne sürebiliriz.

Simone Weil ile Rosa Luxemburg’un düşüncelerindeki ikinci ortak nokta “dinleme” temasıdır. Yukarıda belirttiğim gibi, Rosa Luxemburg, entellektüel liderin eylem içindeki kitlelerin hareketini anlamak ve yönlendirmek (daha doğrusu, onların kendi hareketlerine anlam ve yön verebilmelerine yardımcı olmak için) iyi ve dikkatli bir dinleyici olması gerektiğini vurgulamıştır. Dinleme teması Simone Weil’ın yazılarında çok daha derin yollardan geçerek iktidar temasına bağlanır ve yine tartışmasız kadınsal bir bilgelik içerir.

Geçen yazımda ‘güç’ (ya da ‘iktidar’) kavramına, sosyal felsefe genelinde olduğu gibi, feminist düşüncede de çok fazla önem atfedildiğinden söz etmiştim. Feminist düşünürlerin eril iktidar kavramını reddetseler bile, onun yerine yine “iktidar”ın ya da “güc”ün kadına özgü bir şeklini sunmak istemeleri ve bu anlamda gücü istemelerini anlamak çok kolaydır. Bunun aksini iddia etmenin, hele ki kadınsal olanın “gücü istememek, reddetmek” olduğunu öne sürmenin ne kadar tepki çekeceğini öngörmek de kolaydır. Ama Simone Weil tam da bunu yapar. Gücü reddetmeyi “kadınsallık” olarak sınıflandırmaz; çünkü konusu, derdi feminizm ya da neyin “kadınsal” olduğu değildir. Ama Weil gücü reddetmeyi savunur ve içerdiği bütün risklere rağmen, bu araştırmada bu yadsımanın kadına özgü bir bakış açısı olarak çerçevelenmesi kaçınılmaz bir şekilde karşımıza çıkmıştır.

La Pesanteur et la Grâce (Gravity and Grace/ Yerçekimi ve Zerafet) adlı kitabında Simone Weil, ‘iktidar’ı bir metafor olarak ‘yerçekimi’ ile ilişkilendirir. ‘Yerçekimi’ adını verdiği güç varlıkları aşağı, kendi içlerine çeker; kendi varlığını koruma, kendi acısını yayma gibi eğilimler “yerçekimi”nin gücünü ifade eder. Weil böyle bir gücün karşısına zerafet (grace) kavramını koyar ve onu da ‘Işık’ metaforu ile ilişkilendirir. “Evreni iki güç yönetir: Işık ve Yerçekimi.” (Grace kavramını 1999’da Mor Yayınları tarafından yayımlanan Türkçe çeviride Mehmet Mukadder Yakupoğlu ‘Tanrı’nın Lütfu’ olarak çevirmiştir. Ben yazımın akıcılığını korumak amacıyla aynı kavramı imlemek için ‘Lütuf’ ya da ‘Tanrı’nın Lütfu’ demek yerine basitçe ‘zerafet’ kelimesini kullanacağım). İnsanları yerçekimi gibi aşağı çeken bir güç olan iktidarın aksine zerafet yukarı çeken bir güç ya da enerjidir.

Bu noktada Simone Weil’in burada kullandığı “enerji” kelimesinin üstünde durmak istiyorum. Daha önce de belirttiğim gibi feministler eril bir güç kavramı yerine (ki bu genellikle “bir başkası üzerinde güç” olarak formüle edilir) dişil bir güç kavramı ortaya koymaya çalışırlar ve bu alternatif güç kavramını sadece “var olma/orada bulunma gücü” olarak formüle ederler. Böyle bir formülasyonu, örneğin Mary Daly’nin yazılarında bulabiliriz. Simone Weil’in Yerçekimi ve Zerafet kavramları ışığında ise eril bir kavram olan “güc”ün karşısına dişil bir kavram olarak “enerji”yi koyabiliriz. Nitekim Tolstoy bize edebiyatta unutulmaz bir kadın figürü olarak armağan ettiği Anna Karenina karakterine de “enerji”den söz ettiriyordu. Bu serinin 2. yazısında belirttiğim gibi Anna Karenina “enerji sevgiden gelir” diyordu. Yerçekimi ve Zerafet’te Simone Weil bir eylemin amacına ulaşması ile o eylemi gerçekleştirirken ortaya konan enerjinin birbirinden ayrı düşebilen şeyler olduğuna dikkat çeker. Bu nedenledir ki “erdemli bir eylem onu gerçekleştirecek enerji bulunmadığında” o eylemi “aşağı çeker.” O zaman eylem yerçekimine yenik düşer. Tam da bu nedenledir ki annelik, örneğin, son derece zor bir iştir ve o enerjiyi bulamayan kadınlara zorla dayatılması büyük bir kötülüktür. Tam da bu nedenledir ki “zorla güzellik olmaz”. Ve tam da bu nedenledir ki zerafet gücün karşısındadır.

Ama tüm bunlar demek değildir ki zerafet zayıflıktır. Zerafet enerji gerektirir. Bu enerjiden Simone Weil bir nevi “yok olma enerjisi” olarak söz eder: “İçimde ne enerjiler ya da yetenekler olup olmadığının ne önemi var ki! Yok olmaya yeterli olacak kadarı var bende.” (İlginç ve benzer bir şekilde, Nietzsche’nin ‘güç istenci’ adını verdiği itki de, iktidar kurmaktan ziyade kendini tüketmeye, yok etmeye yöneliktir.)

İktidar ya da “güç” ise kendini yok etmek ya da geri çekmek yerine kendini yaymaya meyillidir. Ve bu güdü acı ile, ıstırap ile ilişkilidir. Örneğin, acı çeken biri “iletişim kurarak” acısından kurtulmaya çalışır: birine kötü sözler söyleyerek ya da kendine acındırarak. (Weil, s. 5) Bu, kötülüğü kendinden öteye yayma eğilimidir. Simone Weil’a göre bu eğilime sahip olmam varlıkların ve şeylerin benim için yeterince kutsal olmadığını gösterir. Oysa “hiçbir şeyi kirletmemeliyim ben, çamur olsam bile,” der Weil. “En kötü anımda bile bir Yunan heykeline ya da Giotto’nun bir freskosuna zarar vermeyi düşünemem. O zaman herhangi bir şeye neden zarar vereyim? Mesela bir insanın hayatında bir ana neden leke süreyim, o an o insan mutlu olabilecekken?”

Fakat böyle bir gücünü kullanmaktan geri duruş, boşluğa, yokluğa tahammül edebilmeyi gerektirir. Böylelikle zerafet, yer kaplamak yerine geri çekilerek kendi kendisine yer açar. Kendisine yer açacak boşlukları kendisi yaratır. Boşluğa, yokluğa tahammül edebilmek ise ölümü kabul etmektir. “Boşluğa dayanmak, boşluğu kabul etmek doğaüstüdür. Ancak zerafet [Grace] yapabilir bunu”. (Weil)

Bu noktada kendini var etmek ile kendini yok etmenin diyalektik birliğini de görebiliriz. Weil’in düşüncesinde özveri, kendini yok etmek, kendini Tanrı’ya sunmanın, bu anlamda kendini var etmenin bir şekli olarak ortaya çıkar. Bu şekil bir özveriye karşılık, Weil’a göre ızdırap başkaları tarafından, dışarıdan bir güç tarafından yok edilmektir. Ama acının kurtarıcı özelliği de burada bulunabilir. “Benliğin dışarıdan yok edilişi hacca geriliştir…. Izdırap artık olmayan bir Ben’i yok edemez. Yok olan Ben yerini Tanrı’ya bırakmıştır.” Böylelikle ızdırap “Tanrı’nın yokluğunu üretir.”

Dolayısıyla, Tanrı sevgisi, aslında Tanrı’nın yokluğu ile yüzleşmektir belki de. Weil’a göre, Tanrı’nın bu dünyada varlığının izi, Tanrı’nın yokluğunda, oğlunun “Baba beni niye terk ettin?” diye seslenişinde bulunur. Andrea Nye, böyle bir Tanrı figürünün de eril bir baba figüründen farkına dikkat çeker. Varlığını, olanca haşmetiyle hissettirerek yöneten baba figürünün aksine, iyi anne, kendini merkezden geri çekerek çocuğun bağımsızlaşmasına izin veren bir anne figürü olarak ortaya çıkar. (Nye, s. 96)

Yukarıda Luxemburg ve Weil için ikinci ortak tema olan “dinleme” temasının, Weil’ın düşüncesinde girift yollardan geçerek iktidar temasına bağlandığını söylemiştim. Şimdi zerafet ve merkezden çekilme, boşluk yaratma, yer açma kavramları ışığında bu bağlantıyı görebiliriz. Geçen yazımda Weil’a göre düşüncenin anahtarının, dinlemek, “dikkatini vermek” (attention) olduğunu belirtmiştim. Dinlemek ise, en sevimsiz ve paradigmatik şeklini “mansplaining” kavramında gördüğümüz gibi, konuşmak, kendini “yaymak” yerine ve tam onun karşıtı olarak yer açmak, boşluk yaratmak ile ilişkilidir.

English Patient (İngiliz Hasta) adlı romanında Ondaatje, dinlenmeyi şöyle tanımlar: “bilinmeyene ve isimsize şefkat, yani kendine şefkat göstermek” . Var olma yerine yok olma gücüne işaret eden “dinlenmek” kelimesinin “dinlemek” kelimesi ile bağına bakarsak, dinlemek de öncelikle bir şefkat edimidir; bilinmeyene açık olmak, başkasının başkalığına izin vermektir. Bunlar geleneksel olarak dişil addedilen özelliklerdir.

Ama Weil’a göre dinlemek sadece bunlarla ilgili değildir. Dinlemek bütün bunlardan önce bir yardım çığlığını duymazdan gelmemekle ilgilidir ve dolayısıyla adaletle ilgilidir.

Weil’ın “adalet çığlığı” adını verdiği bu yardım çığlığı çok spesifik bir acıdan gelir ama bu acı bütün insanlarda aynı olan ortak bir noktadan gelir. Bu yüzden duyanda yardım etme yükümlülüğü yaratır; duyan onu duymazdan gelemez. Adalet de ancak ezilen ve kötü muamele gören insanların adalet çığlığının ortaya çıkardığı bir yükümlülük duygusunda temellenebilir. Böylelikle Weil, hak kavramı yerine yükümlülük kavramına dikkat çeker. Weil’a göre adil bir toplum, acı çekenlerin çığlıklarının duyulduğu ve ele alındığı bir toplumdur.

Ama yardım çığlığının onu duyan kişide yardım etme yükümlülüğünü oluşturması, bu adalet çığlığının duyulacağı ya da yasalarla ve kurumlarla garanti altına alınacağı anlamına gelmez. Bu nedenle Weil, bu yardım çığlığını, kitlelerin politik gücü ele geçirmek için bağırıp çağırmasından ayrı tutar. Onlar duyulabilir. Buna karşılık birçok gerçek yardım çığlığı duyulmayabilir. Weil böyle bir duymamaya örnek olarak yemek çaldığı için mahkemeye çıkarılan bir adamı gösterir. O mahkemede hakimin tavrı ve tarzı o kadar kapalıdır ki, o adamın ne kadar kendini ifade etmeye çalışırsa çalışsın duyulma şansı yoktur. (Nye, içinde, s. 110-111).

Dinlemenin önkoşulu duymaktır. Dinlemek idealde dikkat vermektir ama minimumda kulaklarını tıkamamaktır. Nye, Weil’ın Mısır Ölüler Kitabı’nda geçen şu cenaze metninden çok etkilenmiş olduğunu aktarır (s. 99):

Kimseyi ağlatmadım.

Sesimi hiç yükseltmedim.

Kimseyi korkutmadım.

Hiçbir zaman doğru ve adil olan sözlere kulaklarımı tıkamadım.

Kaynakça:

Nye, Andrea (1994) Philosophia:The Thought of Rosa Luxemburg, Simone Weil and Hannah

Arendt. [Philosophia: Rosa Luxemburg, Simone Weil ve Hannah Arendt’in

Düşüncesi] Routledge.

Weil, Simone (1999) Gravity and Grace. İngilizce’ye çeviren: Emma Crawford ve Maria von

der Ruhr. Routledge.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Sosyoloji Yazıları