Kişisel ve Toplumsal Bir Belirti Olarak Girdap

Sosyoloji - Murat Aydın yazdı

Kişisel ve Toplumsal Bir Belirti Olarak Girdap

Sosyal bir varlık olmanın, belki de en belirsiz yönü alışılagelmiş tavrın, davranışın veya söylemin belirleyiciliği altında belirli şeylerin kolayca anlamlandırılmasıdır. Günlük hayatı yorumlama da belirli kolaylıklar sağlayan bu sosyallik durumu, özellikle, belirli ortak paydaları bulunan kişiler ya da toplumsal kesimler arasında sosyalliği, kabulü ve güven duygusunu temin edebilmektedir. Ancak, aynı zamanda, kişinin kendi yaşamının olumlu veya olumsuz yönlerinin kendi karakter ve kişiliğinde açmış olduğu gedikler nedeniyle dışlanmayla sonuçlanabilecek riskleri de barındırabilir. Risk olarak betimlediğimiz şey, öz olarak kişinin kendisine ait olduğunu iddia ettiği görüş, bakış ve değer yargılarının kaçınılmazlığı altında karşılaştığı şeyleri yorumlamasından ya da anlamlandırmasından mütevellit; karşı karşıya kaldığı "bilememe" durumuyla ilişkilidir.

Bilememe durumu, günlük hayatın akışı içinde görünür olan bir durum olmadığından doğal akışın dışındaki yaşanırlıklarda belirginleştiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle, gelişim seyri, her kişinin kişilik ve karakter inşasındaki birikimle yakından ilişkili olduğundan yaşanırlık, rol-modeller, algılar, kadın-erkek kimliği (cinsiyet rolleri ve cinsiyet kimliği), tatmin edilmiş her türden beklentinin eşiğine göre değişkenlik barındırır. Çünkü sosyal bir varlık olarak kişi, her ne kadar belirli bir toplumsal grubun üyesi olarak o grubun hayat algılarıyla yoğrulmuş ve genelin tavır, davranış, üslup, ahlak gibi unsurlarını paylaşıyor olsa da gerçeklik bu görünenin ya da algılananın olduğu anlamına gelmeyebilir. Aynı şeye bakan ya da aynı şeye ilişkin bakışın/yaklaşımın farklı olması, konuya ilişkin bilginin herkes açısından farklı tonlarda bir etki yarattığı anlamına gelir. Bu farklı derecelerdeki etkilenme durumu, doğal olarak, özelde kişinin genelde ise herkesin hassasiyet duygusunun ortaklaşsa dahi milimetrik de olsa (bunun kişinin bir şeye vurgularken temellendirme referanslarına, illiyet bağı kurma şeklinde göre değiştiğini ve nihayetinde bunun ancak kişi nazarında bilinebilir olduğunu unutmadan) ton farkı içerdiğini gösterir. Ancak, söz konusu detay, tartışmaların genellemeler üzerinden anlaşılması veya kavramın kişi de çağrıştırdığı şeye bağlı olarak idrak edilmesi ve nihayetinde toplumsal ilişkilerin güvenlik alanı olan "normalliğin" içerisinde eritildiğinden yüzeysel kalır. Daha doğrusu, tüm etmenler gibi ikincil bir faktör olarak pek dikkate alınır bir yön olarak değerlendirilmez, hatta, öz olarak kişinin ve sonrasında toplumun tavır, davranış ve düşünsel yapısında etkili olabileceğine ihtimal verilmez.

Kişinin kendisinden topluma uzanan bu geniş eksende kişi ya da kişilerin, giyim-kuşam, ifade, beden dili, ses tonu, konuşma da seçtiği kelimeler gibi onlarca bileşenden çeşitli örnekler vermek mümkündür. Ancak burada örneklemlerden ziyade odağın kişi veya kişilerin karşılaştıkları durumları tahlil ederken ve onlara anlam yüklerken geliştirdikleri manevra durumu olmalıdır. Çünkü, söz konusu çıkmazların anlaşılamamasında ve doğal olarak, olabildiğince nitelikli teşhisin konulamamasında (keza, kişiler arası ilişkilerde ve sosyal bilimlerde doğruluğun veya bir şeyin gerçeklik durumunun stabil bir göstergesinin olmadığını unutmamak gerekir) söz konusu neden-sonuç ilişkisinde temel referansın yerleşik perspektif oluşturan öğrenme/öğrenilme durumudur.

Ancak buradaki anı sorun haline getiren şey gözlemlenen şeyler değildir, daha ziyade, eylemi gerçekleştiren ve bu eylemi yorumlayandan oluşan iki taraflı bir ilişkidir. Genel olarak, ikili veya çok taraflı ilişkilerde değerlendirmeler karşı taraf üzerinden yapılır ve onun ne olduğu öğrenilegelmiş algı ve kodlarla tanımlanır. Kişinin arafta kalması tam da daha derin psikolojik süreçlerin etkili olduğu bir anda belirginlik kazanır ya da görünür olur. Ancak arafta kalmak salt tercih ya da anlamlandırma durumuyla ilişkili değildir. Burada asıl olan ilişkideki karşı taraftan ziyade değerlendirmeyi yapanın kendisidir. Özellikle inşa edilmiş kişilik ve karakterin tam anlamıyla doygunluğa ulaşmamış olması; başka bir ifadeyle belirleyici olan şey kişilik ve karakterin neye hassasiyet gösterdiği ve günlük yaşamda "sabır" dediğimiz şeyle gösterilen hassasiyetin derecesi veya eşiğidir.

İlişki ve iletişimlerde söz konusu olan hassasiyetin derecesi ve eşiği, genel olarak kişiden bağımsız olarak öğrenilen değerler, tavırlar ile cinsiyet rolleri ve cinsiyet kimliğinin günlük hayatta sunulmasıyla yakın bir bağı vardır. Ancak söz konusu roller kendiliğinden öğrenilen bir şey değildir. Buradaki tartışmanın da ana omurgasını oluşturan söz konusu şey, tam olarak genel anlamda "bize ait olduğunu belirttiğimiz, sahiplendiğimiz ya da olumsuzladığımız, tepki verdiğimiz, mutluluk duyduğumuz" ya da burada sayamadığımız onca olguya yönelik takındığımız tavır ve davranışın itici güç olduğu iddiasıdır.

İddianın bu boyutunun temel gerekçesi, farklı toplumsal gruplarla etkileşim içinde bulunulmasına karşın herkesin genelde içinde bulunduğu toplumsal kesimden bahisle karakter ve kişiliğini inşa etmesi ve bunun aracılığıyla hayatı anlamlandırmasıdır. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, kişinin kendi kararı veya değer yargıları olarak ifade ettiği her türden unsur aslında toplumsal olarak üretilmiş olan ancak kişilerin kendilerine mal ederek ileri sürdükleri (sorgulama yetisinden mahrum olarak psikolojik zor aracılığıyla veya rıza denilen şey) her şeyin özelde bir anlam ifade etmediğidir. Çünkü, kişinin bir olayı veya olguyu algılaması ve onu anlamlandırma çabasındaki irade bağımsız değildir. Kişinin yaşamının ilgili anında takındığı tavır-davranış, benimsediği söylem veya beden dili; o ana kadar gördüğü, gözlemlediği, rol model olarak kabul ettiği ve "mahalle baskısı" olarak tasvir edilen şeyi yaratan ilişkilerden hareketle terazinin kefesine koyduğunda nihai olarak baskın gelen değerlendirme ve ölçütle ilişkilidir.

Kişideki anlamlandırma çabasını sakatlayan şey sadece örnek (!!!) rol modeller ve bu rol modellerin değer yargılarının içerdiği indirgemecilik değildir. İlişkilerdeki tavrın, davranışın ve söylemin yapaylığı da dikkat çekmektedir. Özellikle günlük hayatın genel seyrinde kendini farklı toplumsal alanlarda farklı kişilik özellikleriyle ya da hayatının/düşüncesinin yanından geçmeyen değerlere sahipmiş gibi sunma durumu çelişki ve çatışmayı, hatta karşılaşılan muamelelerdeki psikolojik yıpranmanın derinliğini arttıran bir etmendir. Kendini sunma durumunun böylesi bir yapaylık içermesi ilişki ve iletişimlerinde gerçeklikten kopmasına ve karşıdakinin neyi ne amaçla yaptığını, söylediğini ya da davranışa döktüğünü (bunun net olarak anlaşılabilecek bir şey olmadığı gerçekliğini göz ardı etmeden) anlamlandırmak açısından ikilemi tetiklemektedir. Özellikle farklı kültürler, hayat şartları ve insan ilişkilerinin içinden gelmiş olanların benzer olgulara farklı yaklaşımlar sunmaları ya da günlük hayat içinde toplumun veya toplumsal grubun geneline mâl olmuş ve olumlu/olumsuz olarak değerlendirilen hususlar; örneğin, özellikle cinsiyet rolleri ve cinsiyet kimliği bağlamında illaki kadın/erkek dediğin tarzı beyanlar veyahut kadın-erkek kimliğinde bir tavrın, hareketin ya da genel olarak eylemin belirli bir anlam doğrultusunda kodlanması gibi birçok örneklemde olduğu gibi belirli bir değer yargısına gereğinden fazla maruz kalma ya da ondan mahrum olma kişilik ve karakterde farklılaşan düzeylerde tahribatlar yaratabilmektedir. Ancak maruziyetin türü ve derecesi, maruz kalınan fiziksel veya psikolojik baskıya/şiddete göre farklı sonuçlar yaratması muhtemel olmakla birlikte kişinin karakterindeki ve kişiliğindeki "yoksunluğu" veya "doygunluğu" (ilgi-alaka, cinsellik, sosyallik, kabul edilme vb) belirleyen temel referans durumundadır.

Söz konusu olan kişilik ve karakterdeki yoksunluğun üstesinden gelmek veya onu idrak etmek, söylendiği kadar kolay değildir. Araflığın asli tetikleyicisi olan yoksunluk ve yoksunluğun sonuçları, olumlu-olumsuz şekilde maruz kalınıp doygunluğa ulaşmadığı sürece üstesinden gelinebilen bir durum değildir. Daha ziyade, bir savunma modudur ve öz itibariyle kendi varlığını, kendisine ait olduğunu belirttiği değer yargılarının kapsamı ya da dışlamasının bir perspektifini sergilemesinin ve verilen her türden tepki bu perspektifin bir sonucudur. Ancak kendisini konumlandırdığı yerdeki meşruiyetini "öteki" olan kişinin varlığı, bakışı, düşüncesi üzerinden tanımlar. Oysaki, kişinin içinde bulunduğu anı çevreleyen her türlü etmenin belirleyiciliği altındaki "etiketleme" ötekinin öyle olmasından dolayı değil, bilakis, öyle olduğunu ileri sürenin kendi kadrajında tekabül ettiği şeyden kaynaklı olduğundan, belki de, toplumsal ilişkilerde %1’in %99’dan büyük olabileceğini göz ardı etmemek gerekebilir.