“Biz” olmanın bedeli, neden her zaman bir “öteki” yaratmayı gerektirir? Bu sorunsal, öznenin varlığını yalıtılmış bir içkinlikte değil, daima bir başkasının tanıma, temsil etme veya dışlama edimleri aracılığıyla kurduğunu gösterir. Ötekiyle girilen bu zorunlu ilişki, yalnızca kimliğin oluşum zemini değil, aynı zamanda onun temel gerilimini ve yapısal istikrarsızlığını da üreten mekanizmadır. Bu metin, kimliğin sabit ve tamamlanmış bir öz olmadığını; aksine iktidar ilişkileri, kültürel temsiller ve psişik süreçlerin çatışmalı arazisinde sürekli yeniden müzakere edilen dinamik bir konumlanış olduğunu analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Judith Butler (2005:9-10,14) için özne, ancak bir başkasının “tanıması” ile var olabilir. İktidarın Psişik Yaşamı’nda belirttiği gibi, iktidar sadece dışsal bir baskı değil, aynı zamanda öznenin varoluş koşuludur; bizi hem madun kılan hem de var eden bir güçtür. Kimliğimiz, bizi tanıyan ya da inkâr eden ötekinin bakışıyla kurulur ve bu tanınma arzusu, öznenin en temel bağımlılığıdır. Julia Kristeva (1991: 1, 182-183) ise Strangers to Ourselves adlı eserinde, ötekiliği psişenin içine taşır. Ona göre her özne, içinde bastırılmış bir “yabancı” barındırır. Ötekilik, dışarıda karşılaştığımız bir olgu değil, benliğimizin kurucu bir parçasıdır. Kendimizden kaçtığımız, bastırdığımız her şey, içimizdeki o “yabancı” olarak tekinsiz bir şekilde geri döner. Bu durum, “kendimizde yabancı olduğumuz için kimsenin yabancı olmadığı” (Kristeva) paradoksal bir evrenselliğe kapı aralar.
Postkolonyal teorinin kurucu isimlerinden Edward Said (2003), ötekileştirme mekanizmasını kültürel ve politik bir düzlemde tartışır. Şarkiyatçılık’ta Batı’nın, Doğu’yu kendi karşıt imgesi olarak kurgulayıp onu “öteki”leştirerek kendi kimliğini ve üstünlüğünü nasıl inşa ettiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur. Said’e göre Batı, Doğu’yu temsil etme gücünü elinde tutarak onu sessizleştirmiş ve böylece kendi iktidarını pekiştirmiştir. Doğu, kendini temsil edemeyen, dolayısıyla temsil edilmesi gereken bir nesne konumuna indirgenmiştir. Homi Bhabha ise Kültürel Konumlanış’ta kolonyal özne ile metropol arasındaki ilişkinin basit bir karşıtlık olmadığını, “melezlik” (hybridity) (Bhabha, 2016: 219) ve “taklit” (mimicry) (Bhabha, 2016: 174-175) gibi süreçler üzerinden işlediğini savunur. Bhabha için kimlik, asla saf ve sabit değildir; daima iki kültür arasında, müzakerenin ve çevirinin gerçekleştiği bir “üçüncü alan”da (third space) oluşur.
Yukarıda sıraladığımız düşünceler bir araya getirildiğinde şu temel soruyu sorabiliriz: “Kendini tanımlama arzusu neden her zaman bir başkasına ihtiyaç duyar ve bu ihtiyaç neden her zaman bir çatışma, gerilim veya suçluluk üretir?”
Düşünür |
Ana Kavram |
Ortak Bağlantı |
Judith Butler |
Tanınma, tabiiyet, özneleşme |
İktidarın içselleştirilmesiyle oluşan ve sürekli tanınmaya muhtaç özne. |
Julia Kristeva |
İçsel yabancı, abject (iğrenç), dilin sınırları |
Kimliğin içinde daima bastırılmış ve tekinsiz bir ötekilik barındırması. |
Edward Said |
Oryantalizm, temsil, bilgi-iktidar ilişkisi |
“Öteki”nin kurgulanması yoluyla “Ben”liğin ve iktidarın inşası. |
Homi Bhabha |
Melezlik (hybridity), taklit (mimicry), üçüncü alan (third space) |
Kimliğin sabit değil, daima iki arada bir derede, müzakere ve çeviri içinde olması. |
Bu kavramlar temelinde şu kuramsal cümle kurulabilir: Özne, ister bireysel ister kültürel düzlemde olsun, kendini kurarken daima bir ötekinin dilinde, bakışında ya da yasaklarında şekillenir. Bu nedenle kimlik, tamamlanmış bir yapı değil; daima ertelenen, hiçbir zaman tam olarak ulaşılamayan bir vaattir.
Kristeva’nın “içimizdeki yabancı” kavramı ile Bhabha’nın “melez özne”si birleştirildiğinde, her bireyin kendi içinde kolonize edilmiş bir alan taşıdığı fikrine ulaşılabilir. İçsel koloni; bastırılmış arzuların, toplumsal yasakların, kültürel kodların ve dilin sınırlarının yönettiği bir coğrafyadır. Butler’ın (2005:34-41) İktidarın Psişik Yaşamı’nda tartıştığı “tabiiyet” (subjection) kavramına dönersek; ona göre iktidar, yalnızca dışarıdan baskı uygulayan bir güç değildir; aynı zamanda öznenin varoluşunu mümkün kılan ve psişenin derinliklerinde işleyen bir mekanizmadır. Özne, kendisine boyun eğdiren iktidara tutkulu bir şekilde bağlanır, çünkü varlığı bu bağlılığa muhtaçtır. Sonuç olarak tabiiyet ilişkisi iktidarın dışarıdan değil, tam da içimizden, arzularımızın ve vicdanımızın diliyle konuştuğunu gösterir.
Her özne kendi içinde kolonileştirilmiş bir alan taşır: bastırılmış arzuların, toplumsal rollerin ve suçluluk duygularının yönettiği bir iç dünya. Bu anlamda kolonyalizm, sadece tarihsel bir durum veya coğrafi bir işgal değil, benliğin en temel yapısal biçimidir. Birey, kendi içindeki “öteki”ni (Kristeva), yani bastırdığı arzuları ve kimlik parçalarını yönetmek için sürekli bir içsel mücadele verir ve bu süreçte, toplumsal iktidarın (Butler) normlarını içselleştirir.
Öznenin kuruluşundaki psişik ve içsel mekanizmalar, sosyopolitik alandaki iktidar ilişkilerinden bağımsız değildir. Edward Said’in (2003) Şarkiyatçılık’ta ortaya koyduğu temsil sorunsalı, ötekileştirmenin kültürel ve politik boyutunu anlamak için temel bir çerçeve sunar. Said’e göre Batı’nın Doğu’yu temsil etme edimi, masum bir betimleme faaliyeti değil, Foucaultcu anlamda bir bilgi-iktidar ilişkisinin ürünüdür; Şark’ı tanımlama, tasnif etme ve nihayetinde yönetme gücünü kendinde toplar. Makro-politik temsil rejiminin işleyişi, Judith Butler’ın (1997) “konuşabilirlik” (speakability) kavramıyla mikro-düzeyde daha da netleşir. İktidar, yalnızca kimin kimi temsil ettiğini değil, aynı zamanda kimin meşru bir söylemsel pozisyona sahip olduğunu ve hangi ifadelerin “söylenebilir” kabul edileceğini de belirler. Said’in, Şark’ın egzotik, irrasyonel ve tehlikeli olarak resmedilmesine dair analizi, Butler’ın (1997: 1-7, 25-27) belirli öznelerin seslerinin “aşırı”, “duygusal” ya da “tehditkâr” olarak kodlanarak nasıl gayrimeşrulaştırıldığına dair teorisiyle tam olarak örtüşür. Dolayısıyla, egemen söylemin dışında kalanların (sömürgeleştirilmiş halklar, kadınlar, azınlıklar) sesi, içeriğinden bağımsız olarak, bizzat varlığıyla bu söylemsel çerçeveyi ihlal ettiği için marjinalleştirilir. Böylece temsil etme gücü, kimin özne olarak konuşabileceğini, kimin ise hakkında konuşulan bir nesne konumuna indirgeneceğini belirleyen temel politik mekanizma olarak işler.
Temsil rejiminin yarattığı özne/nesne ikiliği, Homi Bhabha’nın da işaret ettiği gibi, asla mutlak ve istikrarlı değildir. Sömürgeci iktidarın kendi normlarını dayatma çabası, Bhabha’nın (2016:179) “melezlik” (hybridity) adını verdiği beklenmedik ve istikrarsızlaştırıcı kimlik formlarını üretir. Melez özne, ne tam olarak sömürgeciye ne de tam olarak yerliye aittir; o, bu ikiliğin tam da sınırında, daima “arada” bir varoluşa mahkûmdur. Aidiyetin bu imkânsızlığı, kimliğin asla saf olamayacağı gerçeğini ortaya koyar ve bu durum, öznenin içsel deneyimine derin bir melankoli olarak yansır. Bu noktada, Butler’ın “özneleşme” sürecinin getirdiği kaçınılmaz bedeller ile Kristeva’nın kayıp nesneye yönelik “melankoli” analizi birleşir. Butler (2005: 159-160) için özne olmak, daima bir norma boyun eğmeyi gerektirir, ancak bu uyum çabası asla tam bir tatminle sonuçlanmaz; her zaman bir artık, bir eksiklik kalır. Benzer şekilde Kristeva (1991: 9-10) , melankoliyi kaybedilen ama yası tutulamayan bir nesneye (kayıp bir anavatan, dil veya saf bir kimlik gibi) yönelik bitmeyen bir yas olarak tanımlar. Melez öznenin durumu, tam da bu yapısal melankolinin bir tezahürüdür: Ne ait olduğu kültürü tam olarak terk edebilmenin ne de egemen kültüre tam olarak dahil olabilmenin getirdiği, tamamlanmamışlığa ve aidiyetsizliğe mahkûm bir varoluşun kederidir.
Bu üç teorik çerçeve bir araya getirildiğinde, kimliğin ontolojik statüsüne dair temel bir sonuç ortaya çıkar: Kimlik, asla saf ve kendi kendine yeterli bir bütünlük değildir; aksine, bu saflığa yönelik her arzu, kaybedilmiş varsayımsal bir bütünlüğe yönelik melankolik bir çabadan ibarettir. Kendini tam, özerk ve saf hissetme arzusu, hem bireysel psişenin hem de postkolonyal öznelliğin temel melankolisini oluşturur. Bu, asla tamamen Batılı, tamamen yerli, tamamen kadın ya da tamamen erkek olamamanın getirdiği yapısal bir tamamlanmamışlık hissinin kederidir. Kimlik, bu anlamda, ulaşılacak nihai bir varış noktası değil, sürekli ertelenen ve asla tam olarak sabitlenemeyen bir ufuktur. Sonuç olarak özne, tamamlanmış bir varlık değil, ötekiyle olan ilişkisi içinde daima yeniden kurulan bir gerilim alanı olarak kalmaya mahkûmdur.
Kaynakça
Bhabha, H. K. (2016). Kültürel Konumlanış (T. Uluç, Çev.). İnsan Yayınları.
Butler, J. (1997). Excitable Speech: A Politics Of The Performative. Routledge.
Butler, J. (2005). İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet üzerine teoriler (F. Tütüncü, Çev.). Ayrıntı Yayınları.
Kristeva, J. (1991). Strangers to Ourselves (L. S. Roudiez, Trans.). Columbia University Press.
Said, E. W. (2003). Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları (B. Ülner & S. S. Eğriboz, Çev.). Metis Yayınları.
Psikoloji-Sosyal Psikoloji11 Eylül 2025 18:01
Psikoloji-Sosyal Psikoloji27 Ağustos 2025 10:47
Psikoloji-Sosyal Psikoloji14 Temmuz 2025 14:10