Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Aramızdaki Savaş: “Benim evim, benim vatanım…”

Haydar Uzunyayla

Kategori: Sosyal Bilimler - Tarih: 22 Eylül 2025 16:18 - Okunma sayısı: 144

Aramızdaki Savaş: “Benim evim, benim vatanım…”

Tarih öncesi topluluklarda hiç kimse, “Burası benim evim…” gibi, mülkiyetin temel tapınma haline getirildiği ileri derecede sahiplenme koşulları içinde yaşamıyordu. Herkes ortaklaşa bir çaba içinde, günlük yaşamın gereksinimleri doğrultusunda beslenmeye, bir şeyler yapmaya adamıştı kendini ve dolayısıyla, “Burası benim evim, vatanım…” diye bir kavram da pek gelişmemişti. Ne zaman ki birileri ortaya çıkıp, “Burası benim…” demeye başladı, bütün kapılar mülkiyete açıldı ve bu da beraberinde aşırı yoğunlukta açgözlülük, bir grubun diğerini ya da birinin ötekini düşmanlaştırma girişimlerinin hızlanmasını getirdi. Daha vahimi, insanın yaşamı da tehlikeli ve belirsiz olmaya başladı… (Tehlike ve belirsizlik sözcüklerinin altını çizmekte yarar var, çünkü insanlık tırmandığı basamaktan öteye daha doyumsuz, daha kıyımcı, daha savaşçı basamaklar inşa etmeye zorladı kendini. Bu yeni gelişme ise bizde kişilik bozulmalarına, birbirimizi yememize neden oldu.)

Bu yazının konusu başlangıçtan günümüze hükmedenler, güç sahipleri, gönüllü ayaktakımı, politikacılar ve etnisite kafalı bazı profesörlerin zihinlerinde ürettikleri, “Benim evim, vatanım…” fikrinin hiçbir gelecek barındırmadığı üzerine birkaç söz söylemek olacaktır.

Önce şunu belirtmeliyim: Bana, insana vatan ve ev olabilecek yer neresidir, diye sorulsaydı şunu derdim: Her yer ve hiçbir yer… Ya da: Her yer benim, hiçbir yer benim değil… (Bu açıklama size beylik söz veya şaka olarak mı gözüküyor? Böyle gözüküyorsa eğer, üzerinde defalarca düşünmenizi öneririm.)

********

İnsan doğası kendine bir ev, bir yuva, vatan, millet ve kök edinmeye yatkındır. Hepimiz bir yere ait olmaya, tanıdığa, arkadaşa, bir sevgiliye, ebeveyne özlem duyarız. Korkularımız ve güvensizliğimiz, yarının belirsizliği, dışarıda kalmama, yalnızlaşmama, sevgi, ekonomik ve sosyal kaygılarımız, aile, evlilik benzeri özlenen ve istenilen şeyler bizi bu yola iter ve bunlar tamamen duygusal gereksinmelerden kaynaklanırlar. – İnsan duygularının soyutlamalarıdırlar.- Mahremiyet duygusu da insanda “Benim evim…” özel alanını destekler… Çok defa da- daha doğrusu ömrümüzün tamamında- hayatta kalma yarışından geri kalmamak için, “Senin bir evin, bir vatanın olmalı…” öğretisinin sonucu bir yere, bir neneye, bir kimseye aidiyet arayışına koyuluruz. (Söz konusu öğretiye “Öğretilmiş sahip olma itkisi, diyelim)

Bazen de köksüzlük duygusuyla arayışa koyuluyoruz. (Ve çok gariptir ki köksüzlük duygusuyla, kök salmaya çabalayan topluluklarda nefret, şiddet, korku, tekrarlayan düşünce kalıpları daha çok görülüyor... “Şuradaki su kaynağı benimdir; şu cismin patenti bana aittir…” gerekçeleriyle insanları birbirine düşmanlaştırma girişimleri daha belirgindir. Cemaat ve benzeri yapılanmaların üyelerinde bu dürtüler daha dizginsizdir ve bundan şu sonucu çıkarıyorum: Beyni ve zihni kapanan birinin ya cemaati olur ya da devleti olur.)

******

Ancak yukarıda parantez içinde anlattıklarım da dahil olmak üzere kök, vatan, millet, yurt, ev, ait olma gibi özlem ve arzudan kaynaklanan şeyler zorunluluk içermez. –Yani bir ev, bir yuva, bir araba, vatan, eşleşme, evlilik, dost tanıdık vs. edinme ihtiyacı zorunluluk değildir. (Zorunluluk, var olmak için tek seçenek olandır. Sözgelimi yemek, içmek, nefes almak zorunluluktur. Üçünden birinin eksikliği demek yaşamı sürdürememek demektir. Ama ait olma duygusu, özlem, özlenen şeyler, ev, yuva, vatan, kök ve benzerleri asla zorunluluk değildir. Bunları zorunluluk olarak algılama nedenlerimizin başında yanlış yetiştirilmemiz geliyor. Neyi doğru, neyin yanlış olacağını bilmeden yetiştiriliyoruz. Özgürlüğün ve var olmanın anlamı bize ait olmak, sahip olmak olarak öğretiliyor. “Mutlu olmak istiyorsan sahip ol. Ne kadar mülkün olursa o kadar özgür olursun…” deniliyor ve “Benim vatanım, benim toprağım…” saldırı, işgal, şiddet, ölme-öldürme bahanesine araç olarak kullanılıyor. “İnsanın kendini ifade ettiği en iyi yer evidir,” gibi sade ve masum bir istek bile günümüzde katı bir mülkiyet fikrine dönüştürülmüş durumda.

Tanık olduğumuz kadarıyla“Ben, benim olan…” saplantısı zıvanadan çıkmış, başıboş ve zararlı şekilde herkesi kuşatmış durumda. Neredeyse bireyin kendisini iyi olmasını sağlayan, hayatının anlamını karşılayan, “olmazsa olmaz” koşulu haline gelmiş. Ama gerçekler bize başka şeyler anlatıyor: Burası benim atalarımın kemiklerinin bulunduğu mezarlık dediğimizde, yaşam daha iyi olmuyor. Biliyoruz ki aynı mezarlığı, aynı evi, aynı sınıfı, aynı sokağı paylaşmamız, bizi birbirimizden nefret etmekten alıkoymuyor. Yan yana olmamız “ bir ömür birbirimizi yeterince tanımama veya anlamama” gerçeğini değiştirmiyor. Yine kıskanıyoruz, yine komşumuzun sahip olduklarından fazlasını istiyoruz; bakışlarımızı ötekinin malına mülküne fırlatmaktan alıkoyamıyoruz. Yine adaletsizlik ve eşitsizlik içinde devam ediyoruz. Demek ki vatan, ev, millet ve hakimiyet alanı oluşturan şeylerin bizi içine hapsettiği sınırlar, yalıtılmışlığımızı, kaygılarımızı, korku ve özlemlerimizi gidermiyor. Bundan dolayı daha çok güç, daha çok sahiplik, haz, şöhret ve benzeri şeyler hayatın tamamlayıcı unsurlarıdır diyerek, sonraki kuşakları aptallaştırmayın. Doğadaki gerçeklik bizim iç dünyamızda yükselttiğimiz, zihnimizde kurguladığımız isteklerimizle aynı değildir. Doğa kendini iç dünyamızın arzularına göre inşa etmez.

Bana göre benim vatanım, milletim, evim…, kısacası “zararlı ben” üzerinden ilerleyen her sahiplik doğal bir hak değildir. Ahlaki de değildir… Tamamen açgözlülük refleksinin sonucudur ve bugün devletlerin zorbalığına, savaşa, şiddete, aşağılanma ve hiçe sayılmaya maruz kalmamızın nedeni buradadır.

******

Giderek şuna daha fazla inanıyorum: Kök, köksüzlük ve mülk üzerinden arayışlara girmeden yaşamak büyük şanstır ve bu şans en bağnaz, en değişmez kusurlu kişilikleri bile değiştirir. Ama bugün dünyada bu eğilimin hüküm sürdüğü hiçbir toplum yok. Irkçılık, açgözlülük, savaşlar virüs gibi yayılıyor. Mülkiyet ve türevleri konumlarını güçlendirmek için salgını körüklüyorlar. Karanlık geçmiş üzerinde oturuyorlar ve geleceği de karanlığa hazırlıyorlar. Buna rağmen çözüm yolları tamamen kapalı değildir. Eğitim, bilgelik ve aklın tatile çıkarılmadığı bir yaşam diliyorum.

Etnisite kafalı profesöre de birkaç şey söylemek gerekirse: Sen önce alışkanlıklarını değiştir! Kirletme! Daha az çocuk yap, daha az ye, daha az iç! Savaşlara, silahlara harcama yapma! Kaynakları tüketme ve salya akıtma! Eşit ve adil olmayı öğren! “Burası benim ırmağım,” diyerek komşunu kıyım ve katliamlara sürüklemek yerine, zayıf, bitkin ve düşkün ruhuna kendi dünyanda iyileştirmeler ara!.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Sosyal Bilimler Yazıları