Dil, insanlık tarihinin en büyük icadıdır ama diğer yandan da insanın insana kullanabileceği en tehlikeli silahıdır aynı zamanda. Çoğu zaman kelimeleri saf bir iletişim aracı, düşünceyi aktaran bir şeffaf taşıyıcı zannederiz. Oysa dil, öyle şeffaf ve saf değildir. Opaktır, kurgusaldır ve manipülatif bir doğası vardır. Sözcükler gerçeği sadece yansıtmakla kalmaz aynı zamanda onu inşa eder. Günümüzde bilgi bir sel gibi üzerimize akmaktadır. Böyle bir çağda, okuyan zihinler için asıl mesele "ne söylendiğini" anlamak yerine söylenenin ardındaki niyeti çözümleyebilmektir.
İletişim, görünen ile kastedilen arasındaki o tekinsiz boşlukta gerçekleşir. Gündelik ilişkilerimizde, "nezaket" adı altında paketlenmiş ne kadar da çok tahakküm cümlesiyle karşılaşırız. "Senin iyiliğin için söylüyorum" cümlesi, çoğu zaman "Benim doğrularıma itaat etmen için kendi iradenden vazgeçmeni sağlamaya çalışıyorum" demenin diplomatik yoludur. Ya da "Sen çok hassassın" ifadesi, aslında karşıdaki kişinin duygusal tepkilerini görmezden gelerek yapılmış olan saygısızlığı meşrulaştırma gayretidir.
Derinliği olan bir zihin için kelimeler sadece iletişim aracı değil, işlenmesi gereken birer cevherdir. Çünkü erk yani iktidar; ki bu ister evdeki ebeveyn, ister sevgilideki ego, isterse devlet olsun, dilin içinde saklıdır. Söylenen söz, çoğu zaman söylenmek isteneni gizlemek için örülmüş bir duvardır.
Hakikat Sonrası Çağda İllüzyonistlerin Sahnesi
Bu durum, toplumsal alanda çok daha karmaşık bir "rıza üretimi" mekanizmasına dönüşür. Medya kanaat önderleri, artık bize ne düşüneceğimizi dikte etmekten çok neyi konuşup neyi konuşmayacağımızı belirleyen gündemin usta mühendisleridir.
Ekranlarda izlediğimiz o hararetli tartışmalar, gerçekte birer "cambaza bak" oyunudur. Toplumun kolektif bilinci ekonomi, adalet, yozlaşma gibi gerçek ve yakıcı sorunlardan uzaklaştırılarak sembolik, magazinel ve kutuplaştırıcı yapay gündemlere hapsedilir. Burada kullanılan dil, özellikle seçilmiş düşmanlaştırıcı kodlarla yüklüdür. Amaç, bireyin gerçekçi ve objektif düşünme yetisini kaybetmesini sağlamak, onu ilkel bir "biz ve onlar" noktasında hareket etmeye zorlamaktır. Bir toplumun entelektüel ölümü, kelimelerin anlamını yitirip içinin boşaldığı ve birer slogana dönüştüğü yerde başlar.
Peki, bu kuşatma altındaki zihin özgürlüğünü nasıl koruyacak? Bunun cevabı "eleştirel okuma" disiplinindedir. Bu disiplin gelişmelidir. Zira okumak pasif bir eylem olmaktan ziyade yazarla, metinle ve arkasındaki niyetle girişilen zihinsel bir düellodur.
Nitelikli bir okur, metnin satır aralarını okumayı bilen kişidir. O, Dostoyevski’nin karakterlerinde insan ruhunun karanlık dehlizlerini gördüğü için gerçek hayattaki bir politikacının veya tüccarın yüzündeki sahte gülümsemenin ardını da görebilir. Edebiyat bize başkalarının zihnini okuma yeteneği de kazandırır. Kelime dağarcığı geniş olanın düşünce ufku da geniştir. Dolayısıyla manipüle edilmesi zorlaşır. Çünkü kavramlara hâkim olan, o kavramlarla kurulan tuzakları da fark eder.
Bir aydın için şüphe hastalık değil erdemdir. Önümüze konulan her cümleyi, her haberi, her vaadi bir kuyumcu titizliğiyle tartmak zorundayız.
Sözcüklerin hangi niyeti yansıttığını anlamak bir hayat mücadelesi, bir varoluş mücadelesidir. Zira dilin efendisi olmayan onun kölesi olur. Özgürleşme ancak bize sunulan hazır düşünceleri reddedip olayların ve sözlerin ardındaki "neden" sorusunun peşine düşmekle olur. Unutmayalım ki okumak anlamak ve öğrenmek için değil, aynı zamanda maruz kalmamak, korunmak ve kendi gerçeğimizi inşa etmek için yapılan bir eylemdir.