Temel Sorunlardan Doğru Okula

Eğitim Bilimleri - “İyi” olmanın ise yalnızca akademik başarıyla değil; kültürel, sosyal, ruhsal ve biyolojik iyilik hâllerinin dengeli bir biçimde gelişmesiyle mümkün olacağı varsayılır.

Günümüzde eğitim sistemleri üzerine yapılan tartışmaların çoğu, müfredat, sınavlar, başarı oranları gibi yapısal unsurlar etrafında dönüp duruyor. Oysa bu tartışmaların merkezinde yer alması gereken asıl soru şudur: Okul nedir ve ne olmalıdır? Eğitimde yaşanan pek çok sorunun temelinde, okulun işlevine dair anlam kaymaları, daralmalar ve zamanla neredeyse sorgulanmaz hale gelen kalıplar yatmaktadır. Okul, sadece bilgi aktarılan, disiplin aşılanan veya diploma verilen bir yer midir? Yoksa çocuğun kendini ve dünyayı tanıdığı, yaşamla anlamlı bağlar kurmayı öğrendiği, düşünmeyi, hissetmeyi ve birlikte var olmayı deneyimlediği bir alan mı olmalıdır? Bu temel sorulara verilecek yanıtlar, okulda yapılan işlerin hangi ölçütlerle değerlendirileceğini de belirleyecektir.

Okulda yapılan işlerin amaca uygunluğu, toplumdaki çeşitli göstergelerden anlaşılır. Bunu ölçmek hiç de kolay değildir. Öğrenciler birkaç açıdan sınanırlar: İyi yurttaş, iyi insan, iyi vatandaş olmuşlar mı? Veya bilgi birikimleri istenilen düzeyde mi? Ne var ki iyi vatandaş, iyi yurttaş veya değer temelli durumlar göz ardı edilmektedir. Çünkü ölçümü zordur ve nicel verilerle somutlaştırılması güçtür; yanıtları, yıllar içinde, bireyin yaşam pratiğinde ortaya çıkar. Buna karşın ikinci sorunun göstergesi sınav sonuçları olduğu için somuttur; öğrencilerin sahip oldukları bilgi birikimi, standart sınavlarla kolayca ölçülebilir ve karşılaştırılabilir veriler üretir. Bu yüzden kolay olan tercih edilip, okulun başarısı sınav sonuçlarıyla değerlendirilmektedir. Buna paralel olarak öğrenci de aynı kolay yöntemle değerlendirilir.

Bu değerlendirme biçimi yalnızca okulu değil, öğrenciyi de sınav başarısı üzerinden anlamlandırır. Eğer bir öğrenci, sistemin önüne koyduğu sınavları başarıyla geçebiliyorsa, “iyi öğrenci” olarak tanımlanır. Geçemeyenler ise başarısız, yetersiz ya da daha da kötüsü “işe yaramaz” olarak etiketlenir. Bu yaklaşım hem bireysel potansiyelleri görmezden gelir hem de eğitimin insani yönünü zedeler. Öğrencinin sahip olduğu farklı zekâ türleri, yetenek alanları, sosyal-duygusal becerileri gibi birçok önemli unsur dikkate alınmadan yapılan bu türden daraltıcı değerlendirmeler, bireyi sistemin kalıplarına uymaya zorlar.

Okul, yalnızca akademik başarı üzerinden tanımlandığında, eğitimin gerçek anlamı eksik bırakılmış olur. Çünkü eğitimin temel amacı yalnızca bireylere bilgi yüklemek değil; onları düşünen, sorgulayan, sorumluluk sahibi ve topluma katkı sunan bireyler olarak yetiştirmektir. Oysa sınav merkezli yaklaşım, bu amacı gölgeleyerek, eğitimi bir rekabet aracına dönüştürür.

Bu anlayışın bir sonucu olarak, aslında iyi insan ve nitelikli yurttaş yetiştirmenin temel aracı olması gereken dersler, eğitimin bu asli amacıyla bağını kaybetmiştir. Öğrenciler, fen, matematik ve sosyal bilimler gibi alanlara yalnızca sınav başarısı için yaklaşmakta; bu bilgilerin yaşamdaki gerçek karşılıklarını, toplumsal ve bireysel sorunlara dair açıklayıcı gücünü kavrayamamaktadır. Bu durum, ders içeriklerinin işlevsel ve değer temelli boyutunu göz ardı ederek, onları salt akademik performansa indirgemektedir. Böylece eğitim, yaşamla bağı zayıf, ezber temelli, yüzeysel bir öğrenme sürecine dönüşmekte; mezun olan bireyler ise sahip oldukları bilgiyi hayata aktaramayan, sorunlara bütüncül bakamayan kişiler hâline gelmektedir.

Oysa devletin eğitime yönelik temel beklentisi, kurucu ilkelerine ve toplumsal düzen anlayışına uygun bireylerin yetişmesini sağlamaktır. Ya da böyle olmalıdır… Bu yönüyle eğitim, yalnızca bireysel başarıyı önceleyen bir alan değil, aynı zamanda toplumun istikrarını ve devletin sürekliliğini garanti altına alma işlevi de üstlenmektedir. Nitekim devletin eğitime yaptığı yatırımlar, oluşturduğu müfredat politikaları ve öğretmen yetiştirme süreçleri, doğrudan ya da dolaylı olarak bu temel hedefle bağlantılıdır. Ya da böyle olmalıdır… Eğitim sisteminin temel kurgusu, vatandaşların sadece bilgi sahibi değil; aynı zamanda belirli bir değer sistemiyle uyumlu bireyler olmasını amaçlar. Yani böyle olmalıdır.

Ancak burada önemli bir ayrım yapılmalıdır: Devletin eğitimden beklentisi, sadece sistemin devamını sağlayacak "itaatkâr bireyler" üretmek değil; aynı zamanda eleştirel düşünebilen, sorumluluk alabilen ve toplumsal sorunlara duyarlı bireyler yetiştirmek olmalıdır. Eğitimin amacı, bireyleri sadece belirli kalıplara uydurmak değil; onların kendi anlam dünyalarını kurmalarına, yurttaşlık bilinci geliştirmelerine ve ortak yaşamı zenginleştirmelerine katkıda bulunmaktır. Aksi durumda, eğitim sistemi ideolojik bir araca dönüşür; bireyin özgürlüğünü değil, uyumunu önceleyen bir denetim mekanizması hâline gelir.

Devletin geleceğini güvence altına almanın en sağlam yolu, itaat eden bireyler değil; düşünen, sorgulayan, çözüm üreten ve ortak değerlere saygı duyan bireyler yetiştirmektir. Bu nedenle eğitim politikaları yalnızca sınav başarısı ya da disiplinli bireyler üretmeye değil; anlamlı, değer temelli ve topluma katkı sunan bir eğitim anlayışına yönelmeli, öğretmenleri ve okulları bu doğrultuda desteklemelidir. Devletin eğitimden beklentisi her ne kadar sistemin devamlılığını sağlamak olsa da, tarihsel ve evrensel bağlamda eğitimin daha büyük bir amacı vardır: insanı iyi, dengeli ve bütüncül bir varlık olarak geliştirmek. Bu amaç, yalnızca sınavlar ve performans göstergeleriyle değil, insanın tüm yönlerine hitap eden bir eğitimle mümkün olabilir.

Oysa tüm bu yapısal ve politik çerçevenin ötesinde, okul sistemi başlangıçta sağlıklı, dengeli ve iyi bireyler yetiştirmek amacıyla organize edilmiştir. Eğitimin temelinde yatan düşünce, insanın yalnızca bilgiyle değil, çok boyutlu bir gelişim süreciyle olgunlaşabileceğidir. Bu anlayış yeni değildir; okuldaki temel derslerin kökeni, insanın tüm yönleriyle eğitilmesi gerektiğini savunan Antik Çağ düşünürlerine kadar uzanır. Öğretimin özü, “iyi insan” yetiştirme idealine dayanır.

“İyi” olmanın ise yalnızca akademik başarıyla değil; kültürel, sosyal, ruhsal ve biyolojik iyilik hâllerinin dengeli bir biçimde gelişmesiyle mümkün olacağı varsayılır. Bu nedenle, okul programları tarihsel olarak bu dört boyutu kapsayacak biçimde yapılandırılmıştır. Sosyal bilgiler, fen bilimleri ve dil dersleri bireyin kültürel gelişimini; müzik, görsel sanatlar gibi dersler estetik-duygusal yönünü; beden eğitimi dersleri biyolojik iyilik hâlini; din kültürü ve ahlâk bilgisi gibi içerikler ise ruhsal ve etik gelişimini desteklemeyi amaçlar. Yani okuldaki ders yapısı, sadece bilgi aktarımı değil, insanın tüm varoluş alanlarına dokunan bir eğitim süreci sunmayı hedefler.

Ancak bugün, bu dersler arasındaki bu bütüncül denge büyük ölçüde bozulmuş durumdadır. Özellikle sınavla ölçülemeyen boyutlar sistemin dışına itilmekte, anlam kaybı bu derslerde daha da derinleşmektedir. Oysa gerçek anlamda “iyi birey” yetiştirmek, bu dört boyutun birlikte gelişmesiyle mümkündür. Sınavlarda yüksek başarı gösteren öğrenciler, eğer empati kuramıyor, sosyal sorumluluk geliştiremiyor, estetik duygularını besleyemiyor veya etik bir değer sistemi oluşturamıyorsa; bu bireylerin “iyi insan” tanımına tam olarak uymadığı açıktır.

Ne yazık ki bu dar bakış açısına yalnızca eğitim sistemi değil, aileler ve okul yöneticileri de giderek daha fazla teslim olmaktadır. Veliler, çocuklarının sınav başarısını tüm gelişimlerinin önüne koyarken; okullar da bu başarıyı kurumsal prestijlerinin birincil göstergesi olarak görmektedir. Böylece eğitimde anlam, değer ve denge kaybolmakta; çok yönlü birey yetiştirme amacı, yalnızca akademik sonuçlar uğruna feda edilmektedir.

Aslında mesele yalnızca akademik başarı ise, günümüz teknolojisi bu ihtiyacı okul dışında da karşılayabilecek olanaklar sunmaktadır. Bilgisayar programları, dijital öğrenme platformları ve yapay zekâ destekli uygulamalar, öğrencinin bireysel hızına ve zamanlamasına göre bilgi aktarımı sağlayabilmektedir. Bu bağlamda, öğrenmenin yalnızca sınavlara hazırlık anlamına geldiği bir sistemde, öğrencinin örgün eğitim kurumuna fiziksel olarak devam etmesine gerek bile kalmayabilir. Biraz baskı, biraz yönlendirme ve yeterli tekrar ile öğrenci sınavlarda başarılı olabilir. Zaten bu anlayış, dershanelerin ve sınav odaklı özel öğretim kurumlarının ortaya çıkış nedenidir. Bu nedenle akademik başarı, tek başına bir amaç değil; bireyin sosyalleşme, karakter gelişimi ve etik değerlerle donanma sürecinin bir parçası, bir aracıdır.

Bütün okullar zamanla yukarıda vurgulanan gerçek amaçları gerçekleştirebilen, çok yönlü bireyler yetiştirme kapasitesine sahip kurumlara dönüşebilir mi? Yalnızca sınav sonuçlarına değil; bireyin bütüncül gelişimine odaklanan, anlamlı, etik ve derinlikli bir eğitim anlayışıyla markalaşabilir mi? Asıl soru belki de şudur: Okullar bu kalite yolculuğuna gerçekten cesaret edebilirler mi?

Yalnızca fiziksel donanımı artırmak, vitrin projeler üretmek, sunumlarda “vizyoner” görünmek ya da belgelerle kaliteyi pazarlamak yeterli değildir. Gerçek kalite, sınıfın içindeki ilişki biçiminde, öğretmenin öğrencisine yaklaşımında, okulun kültüründe ve yönetimin samimiyetinde ortaya çıkar. Kaliteli olmak, sadece gösterilmek istenen bir imaj değil; köklü, içselleştirilmiş, etik değerlere dayanan bir eğitim anlayışıdır. Gerçekten kaliteli bir okul, kendini her gün yeniden inşa eder. Sorunlarla yüzleşir, kolay olanı değil doğru olanı seçer, insana dokunan, anlamı ve değeri önceleyen kararlar alır. Bu anlayışla dönüşen okullar, yalnızca akademik başarılarıyla değil; yetiştirdiği insanlarla, topluma kattıklarıyla ve yarattığı eğitim kültürüyle markalaşır. Kalite, süslü belgelerle değil; hayata tutunabilen, duyarlı, üretken ve vicdanlı bireylerle kanıtlanır.

Okullar, öğrencinin gerçek ihtiyaçlarını dikkate almaya, onları sadece bilgiyle donatılacak nesneler değil; kendi yaşam yolculuklarını inşa eden öznel varlıklar olarak görmeye başladıklarında bu sorunun yanıtı kısmen de olsa “evet”tir. Öğrencilerle yan yana yürüyen, onları dinleyen, gelişimlerini sadece sınav sonuçlarıyla değil, kişisel ve sosyal büyümeleriyle değerlendiren okullar, gerçek bir dönüşümün öncüsü olabilir. Okul, kendi varlık nedenini yeniden düşünmeli; yalnızca sistemin beklentilerini değil, insanlığın ortak değerlerini ve çocuğun varoluşsal ihtiyaçlarını da dikkate alan bir hizmet anlayışıyla hareket etmelidir. Öğrencinin sadece bugünkü başarısı değil, gelecekte nasıl bir birey olacağı da okulun sorumluluğu altında görülmelidir.

Her öğrenci, doğru okul sistemine dahil olduğunda, kendi yetenekleri ve potansiyeli doğrultusunda bir dönüşüm sürecine girer. Ne var ki bu süreç, öğrencinin gözünde okulu kendi ihtiyaçlarına kör, dayatmacı ve soğuk bir yer hâline getirmeden yürütülmelidir. Bunun ilk adımı da çocuğun dünyasına uymayan, sıkı ve baskıcı disiplin yöntemlerinden uzak durmakla atılabilir. Gerçek ihtiyaç, “yaşasın okul yok” duygusunu değil; “eyvah, bugün okula gidemiyorum” hissini çocukların iç dünyasında yeşertebilmektir.

Bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için yapılması gereken en temel şey, eğitim adına bugüne dek yapılanları cesaretle gözden geçirmek ve köklü bir yeniden yapılanmayı başlatmaktır. Çünkü sonucu değiştirmek istiyorsak, yöntemi değiştirmek zorundayız; bu da çoğu zaman bildiklerimizi yeniden düşünmeyi, hatta bazen onların tersini yapmayı gerektirir. Artık ezberin, denetimin ve tek tipleştirmenin hâkim olduğu geleneksel okul anlayışı yerine; öğrenciyi merkeze alan, onun merakını, yaratıcılığını ve çok yönlü gelişimini önceleyen bir eğitim anlayışına ihtiyaç vardır. Özellikle siyasi beklenti ve amaçlardan sıyrılmış, ortak bir paydada buluşmuş ve bilimsel tutumu temele almış bir zihni modelle eğitimi yönetmeye gereksinim vardır.Bilimsel aklı, vicdani sezgilerle; bireysel potansiyeli toplumsal sorumlulukla dengeleyen bir okul yapısı, çağın ihtiyaçlarına yanıt verebilecek nitelikte olacaktır.