P. SARTRE’IN ÖZGÜRLÜK TANIMI BAĞLAMINDA SUÇ DAVRANIŞININ TARTIŞILMASI
Klasik Psikanalize Karşı Varoluşçu Psikanaliz
.
Psk. Nilay ÇOLAKa, Prof. Dr. Gülbahar BAŞTUĞb
aAnkara Üniversitesi Adli Bilimler Enstitüsü Adli Psikoloji Yüksek Lisans programı
bKlinik Psikolog, Ankara Üniversitesi Sağlık Hizmetleri MYO
.
Varoluşçuluk denildiğinde akla ilk gelen isim olan 20. yy Fransız filozofu Jean Paul Sartre “Varoluş özden önce gelir.” ifadesiyle insan doğasının ne’liğine dair sorulara bir darbe indirmiş olur. “İnsan nasıl eyler, nasıl düşünür, insanın doğası nedir, insanı insan yapan özellikler nelerdir?” gibi bilimsel soru ve araştırmalar karşısında Sartre “İnsan önce var olur ve var olan her insan kendi özünü kendisi oluşturur.” diyerek belirlenimci yaklaşımla arasına mesafe koyar (Lippens ve Crewe, 2009; Verges ve Huisman, 2002). 19. yy.da Nietzsche’nin Tanrı’yı öldürmesiyle birlikte yıkılan ‘Doğru ve yanlış tektir.’ anlayışı varoluşçuluğun tohumlarını atmaya başlamıştı. Sartre’ın insanın kendi özünü yarattığı tezi insan olmaklığa dair de kesin bir hüküm verilemeyeceğini göstermiştir. Tüm dogmalarla birlikte, inşa edilmiş olması sebebiyle hiçbir salt gerçekliği olmayan dayanak ve doğruların reddedildiği, ayıp ve günahın yok edildiği durumda kendi özünü kendisi yaratabilen insana büyük bir özgürlük alanı bahşedilmiş oldu. Peki insan bu uçsuz bucaksız özgürlük ile nasıl baş edecek?
.
Varoluşçuluk evrensel ahlak yasalarının imkansızlığını, insan doğası ve davranışlarına dair sorulara kesin nedenler öne sürülemeyeceğini savunduğundan her insan kendi deneyimi yoluyla seçim yapmak, kendi etik ilkelerini kendisi oluşturmak durumundadır (Lippens ve Crewe, 2009). Bu bağlamda insanın apriori, başka bir deyişle kendisine bahşedilen önsel bir doğası olmadığından kendi özünü, kim ve nasıl biri olacağını kendi seçim ve istekleri dahilinde kendisi oluşturmaktadır. Sartre’a göre insanın seçim yapabiliyor oluşu başlı başına onun özgürlüğü anlamına gelmektedir (Sartre, 1943/2009; Verges ve Huisman, 2002).
.
Sartre’a göre özgür insan kendisine bahşedilen, özü ya da kendisi hakkında söylenen ya da söylenebilecek her şeyden kurtulmuş kimsedir. İnsan olmaklığa dair söylenmesi muhtemel her şey aslında henüz gerçekleşmemiş, bireyin kendi edim ve seçimleriyle olması mümkün olan şeylerdir. İnsan diğer tüm var olanlardan farklı olarak özgür doğmuş, nedensizce var olmuştur. Sartre bilinç sahibi bir varlık olarak insanı “kendisi için varlık” olarak adlandırmıştır. Kendisi için varlık nasıl bir kendilik yaratmak istiyorsa boş olan bilinci dünyadaki zenginliklerden istedikleri ile doldurur. Sartre “İnsan ne ise odur.” yerine, “İnsan ne değilse odur.” der. Bu ifade deterministlerin insanın eylemlerini önceleyen neden ya da motivasyonların salt olduğuna yönelik düşüncelerinin aksine insan olmaklığa yüklenen herhangi bir özelliği dışsallaştırmaya yöneliktir (Cevizci, 1999; Sartre, 1943/2009).
.
“Nitekim insan gerçekliği içinde mizacın, karakterin, tutkuların, şeyler gibi var olan edinilmiş ya da doğuştan datalar olarak göründükleri hiçbir veri bulamıyoruz. İnsana ilişkin tek ampirik irdeleme, insanı davranışların ya da “tutumların” düzenli birliği olarak gösterir. Hırslı, korkak ya da uzlaşmaz olmak sadece şu ya da bu koşulda, şu ya da bu tarzda davranmaktır. Davranışçılar yegane olumlu psikolojik incelemenin davranışların kesin bir biçimde tanımlanan durumlar içinde incelenmesi olması gerektiğini düşünmekte haklıydılar (Sartre, 1943/2009, s. 600).”
.
Sartre’ın bu ifadesi insana hem büyük bir özgürlük alanı yaratır hem de insanın dayandığı ve dünyanın ya da kendisinin gerçekliği olarak öne sürdüğü her türlü savunmayı ortadan kaldırır. İnsana öz atfetmek aslında hayatın akışı içinde deneyimlenen olayları Tanrıya, doğaya, topluma bağlamak özgürlükten kaçmaya çalışan insanın sığınmaya çalıştığı bir limandır. Oysa insan gerçekliği olmadığı için özgürdür ve özgür olmaya mahkumdur ki kendi gerçekliğini yaratabilsin. Bu bağlamda insan amaçlarını ve kendi hayat projesine yönelik eylemlerini kendisi seçer (Sartre, 1943/2009). Peki bu amaçları nasıl belirliyorum? Tutkularım ya da aklım yok mudur bana rehberlik edecek?
.
“Saik, amil ve amaç imkânlarına doğru atılımda bulunan ve bu imkânlar aracılığıyla tanımlanan özgür ve yaşayan bir bilinç fışkırmasının birbirinden ayrılmayan üç terimidir (Sartre, 1943/2009, s. 569).”
.
Verilen cümlede bahsedilen saik eylemimizin nesnel, üzerine düşünülmüş gerekçesini; amil ise tutku ve arzularımızın öznel ifadesini tanımlamaktadır. Saik, amil ve amaç birlikte bireye özgü eşsiz bir tasarı ortaya koyar ve birey bu bağlamda kendine has neden, amaç ve seçimlerle kendi hayat projesine katkı sağlar. Proje gelecekte olmak istediğimiz ben, oluşturmak istediğimiz özümüze dair yaptığımız tasarıdır. Bu tasarı geçmişin hiçlenmesi ve o andan sonraki sürece dair yeni seçim ve deneyimlerin üretilmesiyle değiştirilebilecek bir olgudur. Kim olmak istediğimize dair tasarılarımızı değiştirmeye yönelik attığımız adımlar da özgürlüğümüzün bir yansımasıdır. Sartre geçmişten ziyade şimdiki zaman ve geleceğe dair daha fazla vurgu yapar. Geçmiş kendisinden kaçamayacağımız bir gerçekliktir, kendisinden yola çıkarak karar alabilir, projemizi değiştirebiliriz ancak buradaki önemli nokta değiştirebilme imkanımızdır. İnsan yaptığı her seçimle yeni bir kendilik yaratır ve önceden yaratmış olduğu kendiliği geçmişleştirir. Aslında insan sürekli başka bir ben haline gelme ideali ile sürekli başka bir ben hale gelme tehdidi altında yaşamaktadır (Sartre, 1943/2009).
.
“Bilinçdışı, tam da bir bilinç olmasaydı, psikanalitik soruşturmayla kaydedilen gelişmelerden nasıl haberdar olabilirdi? (Sartre, 1943/2009, s. 598).”
.
Sartre tüm bu karar verme ve seçim yapabilme mekanizmalarının insanın bilinci bağlamında gerçekleşebileceğini söylemiştir. Bu bağlamda bilinçdışını, klasik psikanalitik kuramda öne sürülen bastırma, inkar gibi savunma mekanizmalarını ve bilincinde olmaksızın yapılan eylem kavramını reddetmektedir. Sartre’a göre tüm bu durumlar insanın kendisini kandırmasından ibarettir. Sartre bu durumu “kötü niyet” anlamına gelen “mauvaise foi (bad faith)” olarak tanımlamıştır. Bu ifade kendi özgürlüğünü reddederek kendisine yalan söyleyen, kendi seçim yapma gücünü başka varlıklara bırakan insanın durumunu tanımlamak için kullanılır (Sartre, 1943/2009; Thoibisana, 2017). Sartre’a göre aşağılık duygusu hisseden ve bu duygu ya da projesini sürdüren bir kişi kendi kendisinin celladı olmayı seçmiştir. Kendi projesi her ne olursa olsun sürdüren ya da kendine zarar verici projeleri benimseyen kişilerin özgürlükten kaçtıklarını, başkası haline gelmekten korkarak değişime direndiklerini, rahat hissettikleri güvenli alanlarından çıkmaya cesaret edemediklerini söyleyerek sorumluluğu bireyin kendisine atfeder (Sartre, 1943/2009). Erich Fromm’un (1944/1996) da Özgürlükten Kaçış kitabında vurguladığı üzere, özgürlüğün gerektirdiği çaba ve sorumluluğun ağırlığı yüzünden insanlar otoriteye boyun eğmeyi, topluma uyum sağlamayı ya da yıkım yoluyla kaçmayı seçmektedir (Yıldırım, 2021).
.
Klasik psikanalitik kuram, erken çocukluk deneyimlerinin bastırma gibi mekanizmalar aracılığıyla doğrudan gözlemlenebilen “bilincin” dışında; bellekte kalan hatıralar sayesinde bilince daha yakın bir konumda olan “bilinç öncesi” ya da tümüyle amneziye uğrayarak bastırılmış şekilde bilinçten çok daha uzaktaki “bilinçdışında” tutularak ileriki yaşantı üzerinde etkilerini devam ettirdiğini öne sürmektedir (Freud, 1901/2016; Freud, 1923/1926). Bu bağlamda psikanaliz kişinin önemsiz ve alakasız görünse bile aklına gelen her şeyi filtrelemeden anlatmasıyla bastırılmış örüntüleri açığa çıkarmaya yönelik bir çalışmadır (Freud, 1899/2016). Bireyin analiz sırasında kabul etmek istemediği düşünceler, eski örüntüsünü sürdürmekte ısrar ettiği durumlar bilinçdışı içeriğin dışarı çıkma noktasında karşılaştığı direnç olarak tanımlanmaktadır (Freud, 1923/1926).
.
Dr. Groddeck (1923) egonun aslında pasif bir yansıtıcı olduğunu, davranışlarımızı bilinmeyen ve kontrol edilemeyen güçlerin itkisiyle gerçekleştirdiğimizi söylemiştir (akt., Freud, 1923/1926). Freud bu bilinmeyen ve kontrol edilemeyen güçleri “id” ve “süperego” olarak tanımlamıştır. Ego idin ilkel istek ve tutuklarını yerine getirmektedir (Freud, 1923/1926). Toplum tarafından meydana getirilmiş ahlaki kural ve doğruların içselleştirilmesiyle, süperego olarak adlandırılan, egonun üzerinde bir benlik gelişimi daha gerçekleşir (Freud, 1899/2016). Böylece id ve süperego kendi aralarındaki çatışmayı yönetmeye çalışan egonun aldığı biçimi belirlemesine ve bireyin karakter gelişimine katkı sağlamaktadır (Freud, 1923/1926).
.
Sartre “Henüz kendi Freud’unu bulamamıştır.” şeklinde ifade ettiği varoluşçu psikanalizden bahsederken kendisinden temel aldığı klasik psikanalitik çalışmalara dair katıldığı ve katılmadığı noktaları vurgulamıştır (Cannon, 2013; Sartre, 1943/2009). Sartre’ın klasik psikanalitik kuramda eleştirdiği en temel nokta kuramda temel alınan belirli yaklaşımlara göre bireyi ele alarak anlamaya çalışmasıdır (Cannon, 2013). Klasik psikanaliz insanı herkeste evrensel olarak gözlemlenebilen arzular ve güdüler bakımından ele alarak insana doğrudan bir öz atfetmekte, retrospektif yaklaşımıyla insanın kişiliğini bu biyolojik yatkınlıklara indirgemektedir. Oysa daha önce de bahsedildiği üzere, insanı diğer nesnelerden ayıran özellik insanın zorunlu olarak kendi özünü tasarlayabiliyor oluşudur. Bahsedilen inceleme yöntemi ile psikanaliz insanı parçalarına ayırarak cisimleştirmekte, tümel şemalar üreterek insanın biricikliğini baltalamış olmaktadır. Sartre insanı iğdiş etmek yerine insandaki öznel bütünlüğü keşfetmek gerektiğini savunmuştur. Psikanaliz gözlemlenebilen sonuçların nedenlerini kendi ürettiği kuramdan seçmekte, nedenlerin bilinebildiği ölçüde ileriki davranışların da öngörülebileceğini belirtmiştir (Sartre, 1943/2009; Thoibisana, 2017). Oysa öne sürülen nedenlerin neden başka bir sonucu değil de o sonucu doğurduğuna yönelik nesnel açıklamalar öne sürememektedir. Sartre’a göre olan şeyler öyle olmuştur ve bu şeylere neden arama çabası boşunadır (Sartre, 1943/2009).
.
Psikanaliz bireyin kişiliğinde gözlemlenebilen belirli davranış ve semptomlara bir düzen getirmiş, belirtileri geliştirdiği bir sistemin içerisine yerleştirmiştir. Varoluşçu psikanalizde ise bahsedilen sistemden söz edilemez, eşsiz bireye uydurulabilecek evrensel sistem anlayışına karşı durulmaktadır (Sartre, 1943/2009). Peki insana dair her şey insanın kendi elinde midir, seçemediğimiz kendileriyle doğduğumuz gerçeklikler yok mudur? Sartre bireyin doğduğu yeri, kültürünü, ailesini hatta geçmişte deneyimlediği travmalarını seçemediğini kabul etmektedir. Ancak geçmiş değil, geçmişe dair gerçekliklere cevaben bireyin izlediği yol ve yaptığı seçimler önemlidir. Varoluşçu psikanaliz kapsamında insan için “Kendi eşsiz varoluşunu hangi adımlarla devam ettirecektir?” sorusu “Geçmişte neler yaşamıştır?” sorusundan daha ön planda olmaktadır. Sartre “İnsan tasarılarının ereği ve sonucu ile tanımlanan bir varlıktır.” demiştir (1947/2003). Seçim vurgusunun önem kazanması bilinçdışı kavramının varoluşçu psikanalizde yok sayılmasını gerektirmektedir. Sartre’a göre tüm bu seçim ve edimler bilinçli şekilde verilmiş ve kişinin sığınabileceği bilinç dışı kavramı ortadan kaldırılmıştır (Sartre1943/2009; Thoibisana, 2017). Bulantı ‘da bahsedilen varoluş kaygısı, iç sıkıntısı ve daralma belki de kendi haline salınan insana bırakılmayan kaçış noktası ve yüklenen sorumluluk ile ilişkidir.
.
Ömür boyu katlandığı hastalığı ve neredeyse taptığı annesi kendisini üvey babası ile tanıştırıp yatılı okula gönderdiğinde hissettiği yalnızlık ve mutsuzluğuyla göze çarpan Fransız şair ve yazar Baudelaire’in yaşamına eleştirel bir bakış getiren Sartre Baudelaire adlı kitabında kendi etik ve ahlak anlayışını da ortaya koymuştur. Baudelaire anne ve üvey babasına dair öfkesini kendisine öğretilen iyi - kötü kavramı ve ebeveyninin doğrularına dayanarak ifade ettiği, kendi isyanını da pişmanlığını da bu kalıplara dayanarak yaşadığı için Sartre’a göre çocukluk evresini henüz aşamamıştır. Çocuk ebeveyninin kendisine sunduğu dünya anlayışını doğru ve tek gerçek sayar, kendi edim ve davranışlarını da ebeveyninin kendisine sunduğu pencereden görür. Çocuğun manzarasındaki nesnelerin bilgisi daha önceden başkalarınca tanımlanmış, etiketlenmiş ve sınıflandırılmıştır. Kendisine sunulan belirsizlikten uzak güvenli bir alanda yaşayan çocuk büyüdüğünde, dünyaya “anne-babasının omuzlarının üzerinden bakmaya” başladığında kendisine sunulan kimliği aşmaya çalışır, doğru bilinen tüm gerçekler bir anda yıkılır ve çocuk kendi doğrularını ve değerlerini inşa etmeye başlar. Bu sorumluluktan kaçarak başkalarının doğrularına dayanmaya devam etmekte olup kendi ahlakını yaratamayan yetişkinin yine kendisine tutulan bir baskı olarak gördüğü bu değerlere olan öfke ve isyanı anlamsızdır. Bağışlanmak ya da kızmak istediği değerleri kişi kendisi kabullenmiştir, çünkü kendi seçim ve eylemlerini değerlendirecek ilkeleri kendisine yaratamamıştır. Baudelaire’in annesine olan öfkesini Oedipus kompleksi olarak değerlendiren psikanalizcilere kıyasla Sartre Baudelaire’in kendi hayat amacını ve yaşamının anlamını inşa etmeyi denememiş, kendisiyle baş başa kalıp yalnızlığını değerlendirmek yerine annesini kutsallaştırıp onun boyunduruğundan çıkmayı başaramayarak öfkesini kendi benimsediği öğretilere duyduğunu söylemektedir. Böylece kişinin vicdanen rahatlaması ya da öfkesini yatıştırabilmesi ancak boyun eğdiği otoritelerden gelen onay ile mümkün olacaktır (Sartre, 1947/2003).
.
“Hep yaşlı bir ergen oldu Baudelaire, hep öfke ve nefret içinde, ama hep bir Başkası’nın uyanık ve güven verici himayesi altında yaşadı.” (Sartre, 1947/2003, s. 54).
.
Bahsedilenler ışığında suçlu kimse ya da suçlu hisseden birey de, tıpkı içselleştirilen süperegonun yarattığı nevrozda olduğu gibi, kendisinin kabul ettiği standartlara dayanarak pişmanlık hissedecek, af bekleyecek ya da cezalandırılacaktır. Öyleyse, başkasının özgürlüğünün ihlal edilmesini normal kabul eden ve kendi ilkelerini bu bağlamda şekillendiren bireyi kendi yargısına bıraktığımızda suçu göreceli kılmış olmayacak mıyız? Sosyal bir çevre içerisinde yaşamak durumunda olan insanın doğruları diğer insanların doğruları ile çakıştığında insan nasıl eyleyecek? Özgürlüğün kişilerarası ilişkilerdeki sınırının ve başkalarının varlığının eylem üzerindeki etkilerinin öne serildiği Kirli Eller adlı tiyatro yapıtında Sartre üyesi olduğu partiye olan bağlılığını göstermek için bir cinayet ile görevlendirilen Hugo’yu anlatır. Kendisini işe yarar hissedebileceği anlamlı bir adım atmak adına partinin talebini kabul eden Hugo öldürmesi gereken kişi olan Höderer’i zamanla sevmeye başlamış ve görevini yerine getirmesi güçleşmişken, Höderer’i eşiyle birlikte görmesinin ardından kıskançlık sebebiyle cinayeti işlemiş olur (Sartre, 1948/1965). Başta partiye bağlılığı ve görev adamı kimliği ile özgürlükten uzak olan Hugo gördüğü olay ile özgürlüğünün farkına vararak kendi nedenleri doğrultusunda Höderer’i öldürür (Mart, 2012). Partililer görevin tamamlandığını ancak görüş değiştirdiklerini, artık Höderer’in izinden gitmeye karar verdiklerini söyledikleri anda Hugo için cinayete yüklenen asıl anlam ortadan kaybolur ve geriye sadece sonuç kalır. İşin gerçeği, Hugo ne motivasyonla öldürmüş olursa olsun, birinin öldürülmüş olmasıdır ve eylemlerin arkasındaki neden ne olursa olsun gerçekleştirilen eylemin sorumluluğunu alıyor olmaktır (Duran, 2021). Geçmişi gelecekte değerlendiririz ve geçmişe ait eylemlerimizi nasıl yorumladığımız, hangi neden ve motivasyonları öne sürdüğümüz, hangi anlamı yüklediğimiz yine bize ait bir seçimdir (Sartre, 1943/2009). Bu durumda geçmişe dair gerçeklik kendi çıkarlarımıza uyacak şekilde yeniden yapılandırılmaya oldukça açıktır ancak sorumluluğunu almak zorunda olduğumuz kendisinden kaçamayacağımız sonuç bizi beklemektedir. Oyunun sonunda Hugo öldürmenin sorumluluğu karşısında kendisini de ölüme gönderir.
.
Bireyin kendisini yabancılaşmış, baskı altında ya da ötekileştirilmiş hissetmesi genellikle diğerleri ile olan ilişkisinde gün yüzüne çıkmaktadır. Hugo’nun hikayesinde de görüldüğü gibi bazen insan kendini ait olmak istediği gruba kabul ettirebilmek amacı ile “Aslında ben Höderer’i sevmiştim.” isyanıyla özünde kendisine ait olmayan bazı kararlar alabilmektedir. İnşa edilen kimliğin karşıya nasıl sunulduğu ve diğerleri tarafından nasıl bir izlenim yarattığı sosyal ilişkiler bağlamında önem kazanmaktadır. Aşık olduğumuzda kendimizi karşıdaki kişiye beğendirmeye çalışırız, sevgisini kazanmak istediğimiz kişi için kendimize bazen olmasını istemediğimiz nitelikler yüklemeye çalışırız. Mazoşizm ya da sadizmde de benzer bir tablo görürüz, bir tarafta sevgi kazanmak amaçlı özgürlükten vazgeçiş, diğer tarafta da diğerinin özgürlüğünü reddedişten bahsedebiliriz. Sartre’a göre reddedilen farklı bir bilinç ya da aksine bağlanılmaya çalışan bir bilinç varlığında kişi kendisini ya da karşıdaki kişiyi nesneleştirmekten farklı bir şey yapmaz (Berenpas, 2013). Bu durumu Baudelaire’deki şu ifadesinde de açıklar:
.
“Ancak bir nesneye sahip olunabilir; ama dünyada bir nesne isek, sahip olmanın temeli olan o yaratıcı özgürlüğü yitiririz.” (Sartre, 1947/2003, s. 56).
.
Bireyin kötü niyete düşerek ya da kendisini kandırarak özgürlük ve buna bağlı olarak da sorumluluktan kaçabileceğinden bahsetmiştik. Kişilerarası ilişkiler söz konusu olduğunda ise bu durum suç olarak tanımladığımız diğerlerine verilen zarar olarak karşımıza çıkabilmektedir. Sartre kötülüğü iyilik diye tanımlananı kabul ederek kasıtlı olarak aksini yapmak, istenilen şeyi istememek olarak tanımlar. İyi olarak tanımlanan eylemlerin varlığını kabul etmeksizin kötü ile ilişkilendirilen eylemleri gerçekleştirmek mümkün olmamaktadır. Bu durum Sartre’a göre, Baudelaire’in öfkesinde de gördüğümüz gibi, sistemi sorgulamak eleştirmek ya da değiştirmek yerine sistemi kabul ederek isyanı aksini eyleyerek göstermeye çalışmaktır (Sartre, 1947/2003). Sartre Baudelaire için “Şimdi anlıyoruz neden sert yargıçlar istemiş olduğunu: bağışlama, hoşgörü, anlayış, onu daha az suçlu yapıp özgürlüğünü de o denli zayıflatacaktır. İşte sapkının teki olup çıkar o da!” demiştir (Sartre, 1947/2003, s. 61). Aslında şiddet, çatışma, terör ya da baskı bireyin özgürlüğü ile baş edememesi ya da içinde bulunduğu duruma dair sorumluluğundan kaynaklanan kaygısının bir sonucudur. Diğerlerinin özgürlüklerine, farklı bir bilinç sahibi olduğuna ve herkesin kendine özgü bir projeyi sürdürdüğüne dair farkındalıktan yoksun olan insan, durumun yarattığı kaygıyla yüzleşemediği takdirde başkalarının özgürlük alanını maskeleyerek durumla başa çıkmaya çalışmaktadır (Berenpas, 2013).
.
Tahmin edileceği üzere Sartre (Varlık ve Hiçlik dönemini ele aldığımızda) suçu toplumsal ya da biyolojik belirleyicilere bağlayarak açıklamaktan uzaktır. İnsan durumlar içerisinde yaşamakta ve aklı kullanma biçimi de içinde bulunduğu durumu yorumlama şekli de kendine has olmaktadır. Bu bağlamda bireyin yaptığı seçimleri yükleyebileceğimiz sorumluluk insan doğasına ait özelliklerden çok insanın kendisi için yarattığı projesine, özüne ait olmaktadır (Sartre, 1943/2009). Geçmiş çocukluk dönemi öğretileri, kültürel altyapı ve toplumsal beklentiler gibi sosyokültürel altyapılar elbette ki önemlidir ancak Sartre için asıl kritik nokta geçmiş deneyimler ve dayatılan yapılardan bireyin nasıl yararlandığı, nasıl bir sonuç çıkardığı ve sonraki aşamada kendisi için nasıl amaç ve proje tasarladığıdır. Sartre ortaya koyduğu bu düşünceyle sorumluluktan kaçılabilecek herhangi bir nokta bırakmayarak sığınılacak bahaneleri de yok etmiş olmaktadır. Nedensellik klasik psikanalizin üzerinde durduğu bir alandır ancak varoluşçu psikanalizde geçmişten ziyade şimdiki sonuçlar ve gelecek daha ön planda tutulmaktadır. Varoluşçu psikanaliz bireyi o andaki durumunu, üretim amaçlarına dayalı projesi çerçevesinde değerlendirmek, bireyin kendi dünyasını nasıl yarattığını ve dünyayı algılama şeklini anlamaya çalışmayı amaçlamaktadır. Suç davranışı söz konusu olduğunda ise proje suçtur (Stigliano, 1983).
.
Varoluşçu psikanalizde suça dair nedenlerin bir önemi kalmamakta, hafifletici argümanlar yok sayılmaktadır. İnsanın özgürlüğü seçim yapma imkanlarından gelmekte, seçeneklerin inkarı ile diğerlerinin varlığının yok sayılarak işlenen suçun sebebini klasik psikanalizde görüldüğü üzere geçmişe ya da insan doğasında var olan güdülere atfetmek anlamsız kalmaktadır. İnsan özgürdür, her insanın özgürce seçtiği ve idame ettirdiği kendine has projesi, kendisine inşa ettiği etik ve ahlaki ilkeler olmakta ya da olmalıdır. Başkalarına zarar verici, diğerlerinin özgürlük alanını ihlal edici bir ilke belirlemek elbette Sartre’ın kuramında desteklenmez. Topluluk içerisinde yaşayan insan kendisinden farklı bilinçlerin varlığının farkında olarak hareket etmek durumundadır. Bireyin kendisini gerçekleştirme ihtiyacı, kendi projesini yürütüme imkanı olacaktır ancak çocukluktan çıkan ve kendi etik ve ahlak anlayışını oluşturan yetişkin birey diğerleri ile olan ilişkisinde ötekini hedeflerinin önündeki bir engel olarak değil, yine kendi projesini gerçekleştirmekte olan bir birey olarak görmelidir (Berenpas, 2013). Yıkım, saldırganlık, şiddet ve cinayet gibi durumlar diğerlerinin öznelliğinin ve bireyselliğinin inkarı anlamına gelmektedir. Başkasının özgürlüğünün inkarı ile özgür olmaya çalışmak kişiyi özgür olma noktasında daha çok başarısızlığa itmektedir (Berenpas, 2013). Dolayısıyla varoluşçu psikanalizde bu gibi eylemleri travmatik deneyimler, yaşam koşulları, biyolojik yatkınlıklar gibi etiyolojilere indirgemek yerine eylemin kendisine ve yol açtığı sonuçlara vurgu yapılır. Kendi bilincine varan birey başkalarının bilincinin de farkında olmalı ve kendi varoluş kaygısını sağlıklı yollarla destekleyecek sağlam etik ve ahlaki ilkeler inşa etmelidir.
.
Kaynakça
Berenpas M. (2013), Jean-Paul Sartre on oppression and violence. The moral psychology of terrorism: Implications for security, 30-43.
Cannon, B. (2013). Psychoanalysis and existential psychoanalysis. S. Churchill ve J. Reynolds. (Ed.), Jean-Paul Sartre Key Concepts. (s. 76-93 içinde). Routledge.
Cevizci, A. (1999). Felsefe Sözlüğü. (1. Baskı). Paradigma Yayınları.
Duran, J. (2021). Sartre’s phenomenology and drama: The case of Dirty Hands. Metaphilosophy, 52(5), 1-8.
Fleming, M. (2011). Sartre on Violence: Not So Ambivalent? Sartre Studies International, 17(1), 20-40.
Freud, S. (2016). Rüyaların Yorumu 1. (3. Baskı). (S. Budak Çev.) Öteki Yayınevi. (Orijinal eserin basım tarihi 1899).
Freud, S. (1926). The Ego and The Id. (J. Riviere, Çev.). Hogarth Press. (Orijinal eserin basım tarihi 1923).
Freud, S. (2016). Three Essays on the Theory of Sexuality. (U. Kistner, Çev.). Verso Books. (Orijinal eserin basım tarihi 1901).
Fromm, E. (1996). Özgürlükten Kaçış (4. Baskı). (Ş. Yeğin Çev.). Payel Yayınları. (Orijinal eserin basım tarihi 1941)
Lippens, R. ve Crewe, D. (2009). Introduction: Existentialism – freedom, being and crime. Lippens, R. ve Crewe, D. (Ed.), Existentialist Criminology. (s. 1-12 içinde). Routledge – Cavendish.
Mart, C. T. (2012). Existentialism in two plays of Jean-Paul Sartre. Journal of English and Literature, 3(3), 50-54.
Sartre, J. P. (2009). Varlık ve Hiçlik (4.Baskı). (T. İlgaz. ve Gaye Ç. E., Çev.). İthaki Yayınları. (Orijinal eserin basım tarihi 1943).
Sartre, J. P. (2003). Baudelaire (1.Baskı). (Alp T., Çev.). İthaki Yayınları. (Orijinal eserin basım tarihi 1947).
Sartre, J. P. (1965). Kirli Eller. (Samih T., Çev.). Varlık Yayınları. (Orijinal eserin basım tarihi 1948).
Stigliano, T. (1983). Jean-Paul Sartre on Understanding Violence. Crime and Social Justice, 19, 52-64
Thoibisana, A.(2017). Existential Psychoanalysis of Sartre. Gauhati University Journal of Philosophy, 2(1), 123-137.
Verges, A. ve Huisman, D. (2002). Ahlak Felsefesi (Etik). Tülin B. (Ed.) ve A. Arslan (Çev.). Felsefe 2002 (1. Baskı, s. 135-153 içinde). Lebib Yalkın Yayımları. (Orijinal eserin yayın tarihi 1990).
Yıldırım, D. (2021). Erich Fromm- “Özgürlükten Kaçış” Çerçevesinde “Özgürlük” Kavramı. Toplumsal Değişim, 3(1) 122-127.