AYNI KÖKTEN GELEN İNANÇLAR

Fikir Yazıları - Eğitimci Yazar Hatice ERDEM

AYNI KÖKTEN GELEN İNANÇLAR

Sözlü kültürde destan olarak, taşlarda hiyeroglif olarak, mabetlerde resim olarak, modern çağda kitap ya da sinema diliyle… İnsanlık hep aynı sorunun peşinden gitmiştir: “Biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz? Ölüm nedir? Ölümden sonra ne olacak? Yaşamın anlamı ne?”

Bu sorulara verilen cevaplar, farklı çağlarda farklı dillerle anlatılsa da özünde hep aynı arayışın yankısıdır. Bilgeler, alimler, filozoflar, bilim insanları… Her biri, insanın varoluş sorularına farklı bir pencere açmıştır. Bu pencerelerin kimi bizi tatmin etmiş kimi kafamızı daha çok karıştırmıştır. İnsanların kafasının karıştığı ya da manipüle edildiği yerde ise tüm bu bilgilerin uydurma ya da mitolojilerden kopyalama olduğu gibi sığ ve kolaycı bir bakış açısına sığınılmıştır.

Bu konuya daha geniş bir pencereden bakmak ve büyük resmi görebilmek için şu soruyu kendimize sormamız gerekiyor: Mitolojiler, kutsal kitaplar, efsaneler, mağara resimleri, destanlar… Bunlar gerçekten birbirinden kopuk kültürlerin ürünü mü, yoksa aynı kaynaktan süzülüp farklı dillerde, farklı imgelerle anlatılan tek bir hikâyenin parçaları mı? Ya da bunların her biri hatırlamamız gereken özden gelen bilgileri saklamak için bazı çevrelerce gerçek dışı diye yaftalanan ama gerçek hikâyeleri içinde saklayan anlatılar mı? Unutmayalım tarihi kazananlar yazar...

Joseph Campbell, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu”nda tüm mitolojilerin aslında tek bir evrensel hikâyeyi farklı yüzlerle anlattığını söyler. Ona göre “Mitler insanlığın rüyalarıdır.” Jung ise daha da ileri giderek “kolektif bilinçdışı” kavramını ortaya atar; ona göre arketipler, insanlığın ortak hafızasından yükselen sembollerdir. Ve ona göre insanlığın ortak hafızasında bulunan arketipler her kültürde yeniden doğar. Bir kültürde yılan bilgelik olurken, diğerinde kötülük simgesi olabilir; ama her ikisi de yaşam enerjisini, dönüşümü ya da tehlikeyi işaret eder.

Mağara duvarlarına çizilen resimler, Afrika’daki masallar, Mezopotamya’nın destanları, Orta Asya’nın şamanik anlatıları ya da Anadolu’nun efsaneleri… Hepsi, insanın evrenle kurduğu bağı dile getirmenin farklı yollarıdır. Mircea Eliade, “Mit, kutsalın diliyle konuşur” derken aslında tam da bunu kastediyordu: Aynı kaynaktan gelen bir deneyim, farklı toplumlarda farklı sembollerle dile bürünür.

Dinlerdeki anlatılar da bundan ayrı değildir. Musa’nın asasıyla denizi yarması, Hint destanlarında denizin çekilmesiyle kahramanın geçişi; İsa’nın ekmek-balığı çoğaltması ile Orta Asya’daki “bolluk kazanı” motifi arasında şaşırtıcı bir benzerlik vardır. Bunları “kopyalama” gibi yüzeysel açıklamalar yerine, insanlığın ortak bilinç pınarından süzülen hikâyeler olarak görmek daha anlamlı belki de.

Ünlü araştırmacı Fritjof Capra, “Fiziğin Tao’su”nda doğu mistisizmi ile modern fiziğin benzerliğini incelerken, aslında bilimin de aynı hikâyeyi başka bir dille anlattığını söyler. Yani mitoloji, din, destan, bilim… Hepsi farklı dillerle anlatılan tek bir gerçeğin yankısıdır. (Keza bir yazı dizisi haline getirdiğim “Kuantum Fiziğine Yolculuk” serisinde de bilim, din ve felsefenin aynı şeyleri söylediğine şahitlik edebilirsiniz.)

Kimi zaman bu yankı bize Göbeklitepe’nin taşlarına kazınmış hayvan figürlerinden sesleniyor, kimi zaman Mevlânâ’nın “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır” sözünde.

Belki de insanlığın bütün bu binlerce yıllık anlatılarının özü tek bir cümleye sığar: İnsan evrenin aynasıdır, evren de insanın.

Ya da “İçeri de ne varsa dışarıda da o vardır...”

Mesela tufan arketipini inceleyelim. Nuh Tufanı... Tevrat’ta, Kur’an’da, İncil’de anlatılan bu olayın benzeri, Sümer tabletlerinde Utnapiştim’in öyküsünde karşımıza çıkar. Utnapiştim aynı şekilde Enki’nin yardımıyla gemi yaparak tanrıların gazabından kurtulur. Yunan mitolojisinde Zeus tufan gönderir. Deukalion ve Pyrrha bu tufanı yaşar, Deukalion ve Pyrrha tufan sonrası taşlardan insan yaratır. Hindistan’da Manu, büyük balığın (Vişnu’nun tecellisi-avatarı) uyarısıyla gemi yapar. Mayalara göre insanlık dört kez yok edilip yeniden yaratılır. Birinde büyük sellerle uygarlık sulara gömülür. Bu tekrar eden motif bize “tufan”ın tarihsel bir olayın hatırası ya da insanlığın kolektif bilinçdışında kazılı büyük bir dönüşüm sembolü olduğunu düşündürmez mi?

Beş farklı kültür, beş farklı coğrafya… Ama aynı tema: İnsanlık büyük bir suyla temizlenir, seçilmiş bir grup hayatta kalır ve yeni bir başlangıç yapılır. Bu anlatılar, bana göre sadece tarihsel bir hatıranın değil, insanlığın içsel yenilenme ihtiyacının da sembolüdür.

Farklı kültürlerde bilge olarak anılan kişilerin benzerliğine dikkat çekmek istiyorum. Yunan mitolojisinde Hermes, tanrıların habercisi, bilgiyi gökten insana getiren figürdür. Yazıyı, ölçümü, bilimi öğretir.

İslam geleneğinde Hz. İdris, “ilk kalem kullanan, dikişi icat eden, yıldızların hareketlerini gören” peygamberdir.

Ya da Enok...

Birçok kaynakta Hermes, Enok ve İdris’in aynı kişiyle özdeşleştirilmesi bana göre tesadüf değildir. Her biri de “bilgiyi gökten alıp yeryüzüne indiren aracı”dır. Tıpkı Mısır’da Thoth, Babil’de Nabu, Orta Asya’da Korkut Ata gibi. Bu figürler, insanlığın “göksel bilgelikle” bağlantı kurma özleminin ya da bu bağı gerçekten kurduklarının yansımalarıdır.

Sümerlerin Gılgamış Destanı, ölümsüzlük arayışıyla aslında insanlığın en kadim sorusunu sorar. Aynı arayışı Anadolu’nun Dede Korkut Hikâyeleri’nde, kahramanın sınavlardan geçerek olgunlaşmasında görürüz. Hatta Dede Korkut’un her hikâyeye girişindeki bilgece sözler, tıpkı Homeros’un destanlarındaki tanrıların seslenişine benzer.

Anadolu masallarında sık sık karşımıza çıkan “Kırk gün kırk gece düğün” ifadesi sadece bir masal süsü değildir. Orta Asya’da da, Hint masallarında da, hatta Mezopotamya ritüellerinde de aynı süre karşımıza çıkar. Kırk, dönüşümün sayısıdır: kırk gün yas, kırk gün doğum sonrası, kırk gün oruç, kırk yaş, kırk gün inziva, kırklar meclisi…

Kadim toplumlarda ölüm ve diriliş döngüsü motiflerinde de aynı benzerlikleri görürüz.

Mısır’da Osiris öldürülür, parçalanır ve İsis’in sevgisiyle yeniden dirilir.

Yunan’da Dionysos aynı şekilde parçalanır ve yeniden doğar.

Hindistan’da Shiva, hem yıkar hem yeniden yaratır; ölüm ve doğum aynı bedendedir.

Bu motif Hristiyanlık’ta İsa’nın çarmıh ve diriliş hikâyesinde de yaşamaya devam eder. Hatta Anadolu’da “Kara günün ardında bayram vardır” sözü bile aynı döngüyü işaret eder. Aslında hepsi yaşam-ölüm-yeniden doğuş döngüsünün farklı dillere tercümesidir. İnsanlığın hafızasında ölüm asla son değildir; yeniden doğuşun kapısıdır.

İsis’in Horus’u koruma hikâyesi, Meryem’in İsa’yı koruması ile benzerlik gösterir. Krishna’nın çocukluğunu kurtarmak için saklanması ile Musa’nın Firavun’dan saklanması da aynı arketipin yansımaları değil midir?

Kültürlerin dikkatimi çeken ortak hikâyelerinden biri de “kahramanın ejderhayı yenmesi”dir.

Şehname’de Rüstem, ejderhayı alt eder.

Türk destanlarında Oğuz Kağan, göklerden aldığı güçle karanlık yaratıklarla savaşır.

Anadolu efsanelerinde Battal Gazi aynı misyonu taşır.

Avrupa’da Aziz George ejderhayı öldürerek halkı kurtarır.

Ejderha burada sadece bir canavar değil; insanın kendi içindeki korkuların, tutkuların, karanlığın sembolüdür. Kahraman ise bilincin ışığıdır. Bu mücadele ise her kültürde insanın kendi içindeki karanlıkla yüzleşmesinin simgesidir. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi sembol dilini iyi bilmek ve okumak gerekir. Örneğin ateş-cehennem, yanmanın, cezalandırılmanın mı yoksa arınmanın mı sembolüdür?

Farklı coğrafyalardaki ritüellere baktığımızda da aynı köklere şahitlik ederiz:

Mısır’da mumyalama, öte dünyaya yolculuğu kolaylaştırmak içindir.

Orta Asya şamanları ölünün ruhuna yol göstermesi için davul çalar.

Anadolu’da cenazede ağıt yakılır, Hindistan’da mantralar okunur.

Hepsi aynı amacı taşır: ruhun yolculuğunu kolaylaştırmak...

Mircea Eliade’nin sözüne tekrar bakalım: “Mitler kutsalın diliyle konuşur.” Aynı kaynaktan gelen bilgelik, kimi yerde taş duvarlara resmedilmiş, kimi yerde destanla söylenmiş, kimi yerde kutsal kitapla yazıya geçmiş, bazen Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışında, bazen Oğuz Kağan’ın gökten gelen ışığında ve kurdun yol göstermesinde, bazen İsa’nın dirilişinde, kimi yerde halk masallarıyla çocuklara aktarılmıştır.

Fritjof Capra’nın bilim ve mistisizm arasında kurduğu köprü de bunu destekler: “Bilim, din, mitoloji aslında tek bir hakikati farklı kelimelerle dile getirir.”

Ve belki de tüm bu anlatıların ortak özünü en iyi Mevlânâ’nın şu sözleri özetler:

“Sen okyanusta bir damla değilsin, bir damla içinde bütün okyanussun.”

İşte o yüzden bana göre mitolojiler, dinler, masallar birbirinin yankısıdır. Hepsi aynı denizin farklı kıyılarından gelen dalgalar gibidir.

İster inançlar, dinler, mitler birbirinin kopyasıdır denilsin ister bunlar kolektif bilinçdışının yansımasıdır denilsin. Peki ya bütün bu mitler, destanlar, kutsal anlatılar yalnızca sembolik değil de aynı zamanda çok eski bir tarihsel hatırayı saklıyorsa?

Bazı araştırmacılar, tufan ve benzeri “dünya temizlenme” hikâyelerinin Atlantis gibi kayıp uygarlıkların kolektif hafızada kalan izleri olabileceğini öne sürüyor. Arkeoloji ve jeolojinin bulguları da bunu destekler nitelikte: Bugün çöl olan bazı bölgelerin geçmişte suyla ve yeşillikle dolu olduğu, denizlerin ve iklimlerin dramatik değişimler geçirdiği ortaya konmuştur. Belki de mitler, yalnızca sembollerle değil, gerçek olayların arketipsel yankılarıyla da yoğrulmuştur.

Sentezlerimin sonucunda şu fikir bana daha yatkın geliyor: Her toplumda hatırlanan bu olay ve olgular göksel dokunuşlarla şekillenmiş ve gelecek nesillerin aynı hatalara düşmemesi için gelecek toplumlara aktarılmıştır. Burada ilginç olan, modern bilimin de kimi zaman aynı hikâyeyi farklı bir dille dile getirmesidir. Fritjof Capra’nın Fiziğin Tao’sunda gösterdiği gibi, kuantum fiziğiyle doğu mistisizmi arasında şaşırtıcı paralellikler bulunur. Kuantum, gözlemle şekillenen olasılıklar dünyasından bahseder; ezoterik gelenekler ise Akaşik kayıt ya da Levh-i Mahfuz kavramıyla bütün bilginin evrende saklı olduğundan. Dil farklı olsa da anlatılan öz aynı olabilir: Gerçeklik, göründüğünden daha derin bir ağdır..

Kısacası coğrafyaların, kültürlerin, hikâyelerin, kahramanların ismi değişse de öz aynıdır ve bu dünya, insanoğlunun egosu, hırsı, yozlaşması ve kibri yüzünden birçok temizlenmeye şahit olmuş ve yeniden yeşermiştir. Bilgilerimiz, ilhamlarımız, icatlarımız bireylerin, toplumların, devletlerin tekelinden çıkıp kolektifin dönüşümü için kullanılırsa asıl amaca ulaşılır.

Keza birimiz hepimiz, hepimiz birimiz deyip birlik bilincine varıncaya kadar da bu temizlenme döngüsü böyle sürüp gidecek bana göre. Bu hayatta edinmemiz gereken amacımız da zaten burada kendini ele veriyor... Sistem temizlik yapmadan önce sen kendini temizle, arındır...

Birbirimizi ötekileştirmekten vazgeçip her bir insanın bizim farklı versiyonlarımız olduğunu kavrayarak birlik bilincine ulaşmak dileğiyle...