“Hayasızlık” Kimin Sözü? Manifest Davası ve İktidarın Dil Üzerindeki Performatif Gücü
Nevin Başaran - Sosyoloji Doktora Öğrencisi
2025 Eylül’ünde İstanbul’da sahne alan Manifest müzik grubunun, performansları nedeniyle “hayasızca hareketler” ve “teşhircilik” suçlamalarıyla yargıya taşınması şu temel soruya işaret ediyor: Suç gerçekten eylemin kendisine mi içkindir, yoksa onu dile getiren iktidar söylemi tarafından mı yaratılır? İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı soruşturma dilin, özellikle de devletin yasal dilinin, nasıl bir kurucu ve performatif güce sahip olduğunu ortaya koyuyor. Bu dava, Foucault’cu anlamda bir söylem pratiği, Butler’cı anlamda yaralayıcı bir söz eylemi ve Bourdieu’cü anlamda bir sembolik iktidar gösterisi olarak okunabilir. Bu metin, Manifest olayını bu üç teorik çerçevede ele alarak, “hayasızlık” gibi bir kavramın, iktidarın dil üzerinden nasıl bir gerçeklik inşa ettiğini ve failleri nasıl yarattığını çözümlemeyi amaçlamaktadır.
Michel Foucault (1987, 2022) iktidarın yalnızca baskı ve yasaklama yoluyla işlemediğini, aynı zamanda “söylem” (discourse) aracılığıyla gerçeği, bilgiyi ve özneleri ürettiğini savunur. Söylem, belirli bir dönemde neyin söylenebilir, neyin düşünülebilir ve neyin doğru kabul edilebilir olduğunu düzenleyen kurallar bütünüdür. Bu bağlamda, Manifest grubuna yöneltilen hukuki suçlamalar, nötr bir yasal tespitten ziyade, belirli bir ahlaki ve toplumsal düzeni korumayı amaçlayan bir söylemsel pratiğin ürünü olarak görülebilir. Yargı, grubun eylemlerini salt “olan haliyle” betimlemekten çok, onları egemen ahlak söyleminin sınırları içine çekerek “hayasızlık” olarak yeniden tanımlamış olur ve bu süreçte onları yasal bir özne, yani bir “suçlu” olarak kurma eğilimi göstermiştir. Grubun kendi sanatsal ifadesi veya niyeti, bu söylemsel çerçeve içinde anlamını yitirebilir ve iktidarın tanımladığı “gerçeklik” daha baskın ya da meşru kabul edilen gerçeklik haline gelebilir. “Hayasızlık”, grubun performansının zorunlu ve içkin bir özelliği olmaktan çok, Foucault’nun (1992:240-242) Hapishanenin Doğuşu’nda belirttiği üzere, “normalleştirici bir yaptırım” gücüne sahip iktidar söyleminin ona atfettiği bir nitelik olarak değerlendirilebilir.
Söylemsel inşa sürecinin nasıl bir eyleme dönüşebileceği, Judith Butler’ın (1997: 1-7, 25-27, 34-36) Excitable Speech’te geliştirdiği performatiflik ve “yaralayıcı söz” (injurious speech) kavramlarıyla açıklanabilir. Butler’a göre dil, yalnızca dünyayı temsil etmekle kalmaz; aynı zamanda eylemde bulunur, dünyayı şekillendirir ve özneleri kurar. Bir yargıcın veya savcının “hayasızca hareketler” ifadesini kullanması, basit bir isimlendirme eyleminin ötesinde, devletin otoritesini arkasına alan performatif bir söz eylemi (speech act) olarak işlev görür (Butler, 1997: 9-12, 30-33). Böyle bir ifade, söylendiği anda, adli kontrol tedbirleri, konser yasakları ya da toplumsal damgalama gibi hukuki ve toplumsal sonuçlar doğurabilecek bir etkiye sahip olabilir. Butler’ın deyimiyle bu “heyecan verilebilir söz”, tarihsel olarak birikmiş ahlaki normları ve toplumsal tabuları yeniden harekete geçirerek, hedef aldığı özneyi yaralar ve onu kamusal alanda belirli bir konuma tabi kılar (Butler, 1997: 41-44). Bu bağlamda, “hayasızlık” sözü grubun eylemini tanımlamaktan çok, o eylemi yasal ve toplumsal olarak cezalandırılabilir bir kategoriye sokan kurucu bir eylem gibi işlev görür. Dil, burada yalnızca bir temsil aracı değil, aynı zamanda bir iktidar aracı olarak da düşünülebilir.
Kimin dili meşru bir iktidar aracı olarak kullanabildiği sorusu ise bizi Pierre Bourdieu’nün (1984:397-432;1991) “sembolik iktidar” ve “dilsel habitus” kavramlarını hatırlatır. Bourdieu’ye göre sembolik iktidar, “dünyayı adlandırma ve onu kabul ettirme” gücüdür. Hukuk alanı, sembolik iktidarın en yoğun kullanıldığı alanlardan biridir. Yasal dil, nötr ve evrensel bir mantığın değil, egemen sınıfın dünya görüşünü, ahlaki eğilimlerini ve estetik yargılarını yansıtan bir “habitus”un ürünüdür. Manifest davasında mahkemenin dili, belirli bir toplumsal kesimin “uygun” ve “meşru” gördüğü beden politikalarını ve sanatsal ifadeleri evrensel hukuk normu olarak sunar. Grubun kendi kültürel sermayesini ve ifade biçimini gayrimeşru ilan eden bir sembolik şiddet eylemidir. Distinction’da belirtildiği gibi, sanat ve kültürel tüketim, sınıfsal konumları ve beğenileri yansıtan bir mücadele alanıdır ve egemen beğeni, kendini evrensel olarak dayatma eğilimindedir ( Bourdieu, 1984: 5-7). Sanatçıların performansı, egemen habitus’un gözünden “anlaşılmaz” ve “kaba” olarak kodlanır ve bu kodlama, yasanın tarafsız dili aracılığıyla meşrulaştırılır. Böylece, belirli bir toplumsal beğeni ve ahlak anlayışı, tüm toplum için geçerli bir yasa haline gelir ve bu dilsel dayatma, iktidarın en sinsi ama en etkili biçimlerinden birini oluşturur (Bourdieu, 1984: 260-283, 397-432, 466-482).
Foucault, Butler ve Bourdieu’nün perspektifleri birleştirildiğinde, Manifest davası basit bir iktidar-dil ilişkisinin ötesinde, modern yönetimselliğin özneleri nasıl ürettiği ve gayrimeşru kıldığına dair bir tablo sunar. Vaka, Foucault’cu anlamda söylemsel bir faillik inşasıdır; “hayasızlık” kategorisi, grubun eylemlerine içkin bir özellik olmaktan çıkıp, yasal-ahlaki bir söylem tarafından onlara atanan ve onları cezalandırılabilir kılan bir kimliğe dönüşür. Bu noktada Butler’ın analizi devreye girer: Kimlik ataması, devletin otoritesini taşıyan yaralayıcı bir söz eylemiyle (injurious speech act) gerçekleşir. “Hayasız” kelimesi, grubun toplumsal bedendeki yerini performatif olarak yeniden tanımlar, onları kamusal alanda “yaralanabilir” ve hukuki müdahaleye “açık” bir konuma iter. Bourdieu ise bu sürecin keyfi olmadığını, aksine sembolik bir meşruiyet mücadelesinin sonucu olduğunu gösterir. Hukuk dilinin tarafsızlığı perdesi altında, aslında egemen kültürel habitus’un estetik ve ahlaki yargıları evrenselleştirilmektedir. Dolayısıyla “hayasızlık”, sadece yasal bir terim değil, aynı zamanda kültürel alandaki bir beğeni hiyerarşisinin ve sembolik şiddetin kristalize olmuş halidir. Bu dava, iktidarın gücünün yalnızca yasaklamak değil, asıl olarak kelimeler aracılığıyla öznelerin toplumsal varoluş koşullarını tanımlama, sınırlama ve kurma kapasitesinde yattığını kanıtlamaktadır.
En nihayetinde Foucault’nun bize hatırlattığı bir şey var: İktidar, yalnızca üreten ve düzenleyen değil, aynı zamanda kendi varoluş koşullarını sürekli olarak savunan bir mekanizmadır. Toplumu Savunmak Gerekir’de belirttiği gibi, iktidarın söylemsel şiddetini ve yasal baskısını bu denli bariz bir şekilde devreye sokması, aslında gücünün mutlaklığının değil, hegemonik krizinin bir göstergesidir (Foucault, 2015: 269-270). Zira normalliğin ve ahlakın sınırları, tam da o sınırlara meydan okunduğu ve artık sessizce kabul edilmediği anlarda bu kadar gürültülü bir şekilde yeniden çizilmek zorunda kalınır. Manifest davası, bu nedenle iktidarın zafer kazandığı bir baskı anından çok, kendi dilinin ve gerçeğinin artık evrensel olmadığını itiraf ettiği bir meşruiyet çatlağı olarak okunmalıdır. İktidarın “fail dili” ne kadar mutlak ve gür bir sesle dayatılırsa, o dilin dışında kalanların kendi sözünü kurma ve yeni direniş alanları yaratma potansiyeli de o kadar kaçınılmaz hale gelir.
Kaynakça
Bourdieu, P. (1984). Distinction: A Social Critique of The Judgement Of Taste (R. Nice, Çev.). Harvard University Press.
Bourdieu, P. (1991). Language and Symbolic Power. (M. Adamson. Çev.). Polity Press.
Butler, J. (1997). Excitable Speech: A Politics Of The Performative. Routledge.
Foucault, M. (1992). Hapishanenin Doğuşu (M. A. Kılıçbay, Çev.). İmge Kitabevi.
Foucault, M. (1987). Söylemin Düzeni (T. Ilgaz, Çev.). Hil Yayınları.
Foucault, M. (2015). Toplumu Savunmak Gerekir (Ş. Aktaş, Çev.). Yapı Kredi Yayınları.
Foucault, M. (2022). Bilginin Arkeolojisi (V. Urhan, Çev.). Ayrıntı Yayınları.