“Yaşamın müthiş bir hız kazanmasıyla, gözümüzü ve zihnimizi eksik biçimde görmeye ve yargılamaya alıştırıyoruz ve tüm insanlar bir ülkeyi ve insanlarını trenin penceresinden tanıyan yolculara benziyorlar. Bağımsız ve dikkatli bir bilimsel yaklaşım neredeyse delilik kabul ediliyor.” Nietzsche, 19. yüzyılın son çeyreğinde yazdığı “İnsanca, Pek İnsanca”daki (Gün Yay., 2005) aforizmalarında günümüz toplumunun insanını büyük bir öngörüyle böyle betimlemişti.
Çağımızın temel sorununu “hız” ile tanımlayan düşünürden biri de günümüzün önemli kültür eleştirmenlerinden Byung Chul Han. “Tefekkür Yaşamı ya da Eylemsizlik Üzerine” (Ketebe, 2024) adlı çalışmasında, temel değeri performans ve optimizasyon olan kapitalist toplumun kültürel görünümünü “her şeyin çok kısa vadeli, kısa soluklu ve dar görüşlü hale geldiği bir acelecilik” biçimde betimliyor; çünkü neoliberalizmin, insanı getirip bıraktığı yer, acımasız ve gayriinsani bir yarışın başlangıç çizgisidir. Yarışı, hızı ve donanımı yüksek olan kazanacaktır; durma, hızlan ve donan!
Kişisel Gelişim Endüstrisi
Öğrencileri, bir üst eğitim kademesine geçiş sisteminin bir paçası olan merkezî sınavlara hazırlık sektörünün ticarethanelerinden dershaneler, terörist cemaatle iktidar arasındaki ortaklık bittikten ve kapatıldıktan sonra, “kişisel gelişim kursları” adıyla tekrar açılmasından bağımsız olarak, günümüzün bu “performans ve optimizasyon” merkezleri hakkında kanaatim şudur: Kişisel gelişim kursları, bireylerin yaşadıkları sorunları kişisel yetersizliklerine yıkarak toplumsal bağlamı ve neden-sonuç ilişkisini göz ardı ediyor, buradan da kendilerine bir sömürü alanı açıyorlar.
Kişisel gelişim endüstrisine yönelik bu sosyolojik ve psikolojik eleştirim, temelde neoliberalizmin yükselişiyle birlikte güçlenen ideolojiye yöneliktir. Toplumda işsizlik, ekonomik güvencesizlik, aşırı çalışma, sosyal izolasyon, eşitsizlik gibi birçok sorunun, bireyin kontrolü dışında, yapısal ve sistemsel faktörlerden kaynaklanmasına karşın neoliberal ideoloji, yapısal sorunları kişiselleştirerek “Sorun sistemde değil, sende!” diyor ve sorunların nedenlerini bireyin omuzlarına yüklüyor. İşsizsen, yeterince aktif ve istekli değilsindir, pozitif düşünmüyorsundur! İş yerinde tükenmişlik yaşıyorsan, zaman yönetiminde zayıf, stresle baş etmede yetersizsindir! Maddi sıkıntı çekiyorsan, ayağını yorganına göre uzatmıyorsundur!
Durmadan insan tekine ateş eden böyle bir ideolojiden beslenen kişisel gelişim endüstrisi, rekabet ve yarışma kültüründe bireyi hayatının “girişimcisi” olarak konumlandırıyor. Ona göre bu “girişimci benlik”, kendini sürekli optimize etmeli, geliştirmeli ve “potansiyelini” en üst düzeye çıkarmalıdır. Kişisel gelişim kursları, yaratılan bu yetersizlik hissinden yararlanarak bireyde her zaman geliştirilecek bir yan buluyor ve ona, hiç bitmeyen bu projenin araçlarını, tekniklerini, “sırlarını” satıyor!
Oysa insanın ayrımcılık, eşitsizlik gibi yapısal haksızlıklara karşı hissettiği öfke veya üzüntü, doğal ve sağlıklı tepkilerdir; ancak kişisel gelişim öğretileri, bu duyguları “negatif enerji” veya “kurban zihniyeti” olarak etiketleyip değersizleştiriyor ve pozitif psikolojiyi telkin ediyor. Bu durum, bireyin kendi duygularına yabancılaşmasına ve adaletsizliği kabullenmesine, dolayısıyla ona karşı sessiz kalmasına yol açıyor. Sonunda insanlar, bu ortak sorunlarının yapısal ve sistemsel kaynaklarını göremeyip onlara karşı bir araya gelerek kolektif ve siyasal çözümler aramaktan vaz geçiyor. Örneğin iş yerindeki kötü çalışma koşullarının çözümü sendikalaşmak veya yönetime karşı ortak bir duruş sergilemektir ama kişisel gelişim, her çalışana “stres yönetimi eğitimi” öneriyor; sorunun kaynağını değil, semptomlarını hedef alıyor ve sistemin devamını sağlıyor.
Hızlı Okuma
Öte yandan insanın kendini geliştirmek isteyerek bulunduğu yerden daha ileriye taşıma çabası, kuşkusuz doğal ve değerlidir. Örneğin birey, okuma hızını artırarak okumanın verimlerinden daha fazla yararlanmak isteyebilir veya kapitalizmin yarattığı bu yarışmacı rekabet kültüründe bir üst eğitim kademesine geçmek ya da mesleğe atanmak için merkezi sınavlarda zamana karşı yarışan aday, sınav sorularını daha hızlı okuyarak avantajlı konuma geçmeyi düşünebilir… Ne var ki bu iki birey de kişisel gelişimci bir hızlı okuma kursu için yaralı birer avdır! Bu isteğin ve düşüncenin pususuna yatmış olan hızlı okuma kursçusu, “avlarının” dakikada 150-250 sözcüklük ortalama okuma hızını üç dört katına ve okuduğunu anlama oranını birkaç katına çıkarmayı vaat eder.
Bu kısa inceleme yazısı, bilişsel psikoloji ve sinirbilim alanlarında uzun süredir tartışılan ve büyük ölçüde bir fikir birliğine varılmış olmasına karşın, günümüzde giderek çoğalan, hatta bu alanda sekiz on günde eğitmen yetiştirmeyi iddia eden hızlı okuma tuzakları üzerinedir. Daha çok eğitimdeki bireyi ilgilendiren ve hâlâ bir kurtarıcı gibi umut bağlanan hızlı okuma yöntem, teknik ve araçlarının “bilimselliği”yle ilgili gözlemler, süreci deneyimlemiş içeriden bir gözlemciye aittir.
Hızlı okuma teknik ve yöntemlerinin ilk çalışmaları 20. yüzyılın başlarına kadar gidiyor ve görme temelli olduğundan göz hareketlerini inceleyen ilk psikolojik araştırmalara dayanıyor. 1900’lerin başında yapılan çalışmalarda, okumanın gözün metin üzerinde akıcı bir şekilde kaymasıyla değil, sıçramalar (sakkadlar) ve duraklamalarla (fiksasyonlar) gerçekleştiği keşfediliyor. Göz, bir sözcük veya sözcük grubuna odaklanıyor, bilgiyi alıyor ve ardından bir sonraki gruba sıçrayarak, bazen de geri dönüşlerle okuma eylemini sürdürüyor. Okuma sürecinde gözün bu duraklama, sıçrama gecikmesi ve geri kayma gibi alışkanlıklarının okumayı yavaşlattığını ileri süren hızlı okuma “eğitmenleri”, bu kötü alışkanlıkları ortadan kaldırmayı ve okurken kelimeleri zihnimizden tekrar etmenin (subvocalization, iç seslendirme) okuma hızımızı, konuşma hızımız olan dakikada 150-250 sözcüklükle sınırladığını, bu iç seslendirmeyi susturarak çok daha hızlı okuyabileceğimizi vaat ediyor.
Hızlı okumanın bir “öğretilebilir teknik” olarak popülerleşmesi, 1950’lerin sonunda, Amerikalı öğretmen Evelyn Wood ile başlıyor. Wood, parmağı veya kalemi satır üzerinde kaydırarak gözü güdecek bir teknik geliştiriyor ve ilk ticari “dinamik okuma” kursunu açıyor. Bu yöntem, gözün sıçrama gecikmelerini, geri dönüşlerini (regresyon) engelleyerek daha ritmik ve hızlı hareket etmesini sağlamayı; giderek “iç sesi” susturmayı hedefliyor. Bilgisayarların ve mobil cihazların yaygınlaşması, metni ekranda tek tek ve hızlı hızlı gösteren RSVP (Rapid Serial Visual Presentation) gibi dijital uygulamaların ortaya çıkmasıyla hızlı okumanın teknikleri çeşitleniyor ve kurslar kısa sürede popüler oluyor.
Gözün Sınırlılıkları
Yöntem ve teknikler bir adım daha ileri taşınarak gözün tek tek sözcükler yerine, bir duraklamada üç beş sözcüklük bloklara veya bir satıra (Bunu açık arttırmayla birkaç satıra çıkaranlar da var!) bütünüyle odaklanarak görme alanındaki tüm metni bir kerede algılamasının mümkün olduğu iddia ediliyor. Böyle bir blok okumayı geliştirmek için etkin görme alanı yaratan gözümüzün “fovea” kısmını eğiterek genişletebileceğimiz ileri sürülüyor. Hatta bunun için görüşümüzü bir noktaya sabitleyip o noktanın çevresindeki nesne ve şekilleri algılama pratiğine dayanan çeşitli etkinler tasarlayıp dijital programlar geliştiriliyor.
Gözün retina tabakasının merkezinde bulunan, iğne başı kadar küçük bir çukur olan fovea; keskin, detaylı ve renkli görmemizi sağlayan yüksek yoğunlukta fotoreseptörlere, yani koni hücrelerine sahip. Biz yüz tanıma, iğneye iplik geçirme gibi keskin dikkat ve netlik gerektiren işleri fovea sayesinde yapıyoruz; bu nedenle gözümüz, bir sözcüğe baktığında o sözcüğü net görebilmek için görüntüsünü tam olarak bu çukurun üzerine düşürmeye çalışıyor. “Fovea”nın boyutu ve sahip olduğu koni hücresi yoğunluğu, doğuştan gelen anatomik bir yapıdır, diyen bilim insanları; parmak sayımızı veya boyumuzu egzersizle değiştiremeyeceğimiz gibi, “fovea”nın fiziksel yapısını veya boyutunu da eğitmekle genişletmenin olanaksız olduğunu söylüyorlar.
Öte yandan “etkin görme alanı”, fovea gibi gözün anatomik bir parçası değil, bilişsel bir kavramdır ve kişinin bir bakışta çevresinden ne kadar bilgiyi anlamlı bir biçimde işleyebildiğini ifade eder. “Fovea”nın net görme alanına karşın, bu çevresel görüş bulanıktır; ancak beynimiz, bu bulanık alandaki hareket ve şekil gibi bilgileri işleyebilir. Bilgileri işlenebilen bu alanın tümü, etkin görme alanını oluşturur. Kimi egzersizler, beynin dikkat mekanizmalarını ve çevresel görüşten gelen bilgileri işleme hızını ve kapasitesini artırabilir. Bu kapasite, özellikle bilginin geri çağrılmasında, 13. yüzyılın bilgi felsefecisi Aquinolu Thomas’ın bilgiyi sıraya koyma, duyguyla ilişkilendirme, alışılmadık benzerlikler bulma gibi yöntemleri; Rönesans bilginlerinin bilgi yerleştirmek için kurdukları mimari yapı modelleri ve günümüzde Tony Buzan’ların geliştirdikleri “beyin haritaları”, “not alma” teknikleriyle desteklenebilir ama bütün bunların çevresel görüşün çözünürlüğünü iyileştirmekle hiçbir ilgisi yoktur.
Hızlı Okuma ve Anlama
Bilişsel psikoloji ve sinirbilim alanında yapılan kapsamlı araştırmalar, hızlı okuma kurslarının iddialarının çok büyük bir bölümünün bilimsel temellere dayanmadığını göstermektedir. Benimsedikleri ilkelerin ve geliştirdikleri yöntemlerin “bilimselliğine” ilişkin literatürdeki bulguların en önemlisi ve tutarlısı okuma hızı ile anlama oranı arasında doğrudan bir ödünleşme, karşılıklı eksiltme olduğudur. Hız arttıkça, anlama oranı kaçınılmaz olarak düşer. Dakikada 500-600 kelimenin üzerindeki hızlarda, okuma eylemi “göz gezdirme” veya “tarama” eylemine dönüşür. Bu eylemde kişi, metnin ana izleğini veya belirli anahtar kelimelerini yakalayabilir, ancak metnin taşıdığı bilginin ayrıntılarını ve nüanslarını, argüman yapısını anlayamaz. Okuma ve görsel algıda modern göz izleme metodolojisine öncülük eden bilim insanı Keith Rayner ve meslektaşlarının (2006-2016) bu alandaki çalışmaları dönüm noktası niteliğindedir.
Diğer yandan hızlı okuma kurslarının “kötü alışkanlık” olarak nitelendirip susturmayı amaçladıkları “iç ses”, aslında anlama sürecinin kritik bir parçasıdır. Sözcüklerin seslendirilmesi, onların anlamını belleğimizden çağırmamıza ve cümleleri dilbilgisel olarak işlememize yardımcı olur. Özellikle karmaşık ve/veya yeni bir metni okurken iç seslendirme, metni anlamlandırmamız için temel bir bilişsel araçtır. İç sesi tamamen bastırmaya çalışmak, anlamayı ciddi ölçüde zayıflatmaktadır.
Araştırmacılar, bu kursların “başarılı” kursiyerlerinin aslında hızlı okuma ve yüksek anlamayı değil, çok daha verimli bir şekilde “göz gezdirmeyi” başardıklarını belirtmektedirler. Bu, örneğin bir makalenin konusunu hızlıca anlamak, bir metinde belirli bir bilgiyi bulmak gibi durumlarda son derece faydalı bir beceri olabilir; ancak metni derinlemesine anlamakla aynı şey değildir. Kurslar, kursiyerlerinin anlama testlerini genellikle metnin genel hatlarını soran basit sorularla yaptıkları için katılımcılar anlama oranlarının düşmediği, hatta arttığı yanılgısına kapılabilmektedirler.
“ İnce Şeyleri Anlamak ”
Bugün bilimsel kanıtlar ışığında şunu rahatlıkla söyleyebilecek durumdayız: Hızlı okuma tekniklerinin vaat ettiği “anlama kaybı olmadan dakikada binlerce kelime okuma” iddiası gerçekçi değildir ve bilimsel olarak desteklenmemektedir. Bununla birlikte, bu kurslar katılımcıların stratejik okuma becerilerini geliştirmelerine yardımcı olabilir. İşaretçi kullanmak gibi teknikler, dikkatin dağılmasını engelleyerek okuma sürecine daha iyi odaklanmayı sağlayabilir. Gereksiz yere yapılan geri dönüşleri (regresyon) veya okurken duraksamayı azaltarak okuma akıcılığını bir miktar artırabilir. Bütün bunlar ise zaten okurun, okuma deneyiminde keşfedip geliştirdiği ve okuma sürecine uyguladığı stratejileridir.
Amaç bir metni derinlemesine anlamak, öğrenmek ve analiz etmekse, bunun için gereken zamanı ayırmaktan ve dikkatli okumaktan başka bir seçenek yoktur. Anlam ve derinlik isteyen metinlerde geleneksel okuma hâlâ en güvenilir yöntemdir.
Günümüzün hızlanan, hızlandıkça belleğini yitiren yaşama kültüründe, kaç kişi durup anlamakta derinleşmek ister; o da ayrı bir konu! Sevgili Gülten Akın haklıdır:
“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”