Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Kitle Kültürü, Sanat ve Sanatçı

Sinan Abuzer Akdağ

Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 02 Mart 2021 21:01 - Okunma sayısı: 1.382

Kitle Kültürü, Sanat ve Sanatçı

Kitle Kültürü, Sanat ve Sanatçı
Sinan Abuzer Akdağ
Kapitalistler sömürülerinin sorunsuz ve kalıcı devamı için, kitle yönetimini beceriyle yapabilmek ve kitlelerin oluşabilecek bireysel ya da kitlesel tepkilerini maksimum düzeyde kontrol etmek isterler. Bu amaçla, halkın beğenisine kazanmış ve onlara mal olmuş her türden ilişkileri, değerleri, sanatsal yaratıları ve bu sanatsal yaratıların yaratanlarını –müzisyen, şair, tiyatrocu, sinemacı, mimar, heykeltıraş gibi...- üretimlerinin birer nesnesi haline dönüştürerek amaçları için kullanırlar. Kimileri, yönetenlerin kitle kültürü yaratma çabaları olarak değerlendirilen bu çalışmaların nesnesi olan bu sanatsal yaratıları ve sanatçıları katı bir şekilde eleştirirken, bazıları ise aksi yönde görüşler belirterek, oldukça masumca ve genellikle yaşamı idame etme amaçlı katılımlar olduğu yönünde görüş belirterek, önemli olanın sanatçının sanatsal işlevini hangi koşulda olursa olsun yerine getirmesi olarak belirtmektedirler. Doğal olarak bütün bu gelişmeler sanatın birey ve toplum yaşamındaki işlevinin ve bununla ilişkili olarak sanatçının duruş sorununun yeniden tartışılmasını gündeme taşımıştır.
Kitle kültürü, yönetenlerin, imge ve mesajların endüstriyel yöntemlerle kitlesel üretimini ve küresel pazarın değişmelerine ve gereksinimlerine uygun pozisyon alıp, belirli amaçlara göre istenilen biçimlerde önceden hazırladıkları ve halkın tüketimine sundukları bir kültür olarak tanımlanabilir. 19. yüzyılda kapitalizmin etkisinin artması ile teknoloji ve medyadaki gelişmelere ve toplumda meydana getirdiği değişimlere bağlı olarak ortaya çıkmış olan bu kültür, aynı zamanda, dar anlamda popüler kültür olarak da adlandırılır. Kitle kültürü aracılığıyla, yönetenler, kitleleri sisteme bağımlı kılar, onlar için üretilmiş ürünlerin tüketilmesini sağlar, pazarlarını genişleterek onun canlı kalmasını ve sürekliliğini değişimle başararak etkin bir bilinç yönetimi yaparlar. Böylece insanların yaşam tarzları, yaşama bakışları, sanat anlayışları, kültürel ve tarihsel değerleri ile olan ilişkileri aşırı tüketime yönlendiririlir ve tümü tüketimin sıradan bir ticari metası haline dönüştürülür.
İnsanın, insan oluşuna ilişkin bütün değerlerini bu kapitalist sistem yaklaşımı ile paraya dayalı sürekli tüketilen bir kültürel yaşam ve sanat pazarına dönüştüren kitle kültürünün tarihsel süreç içinde üstlendiği rolü incelediğinde, yaratımına aracı olduğu bu kültürel değerler ve yarattığı imge ve sembollerle sanatın ve sanatçının oldukça yakın bir ilişkisi olduğu görülecektir. Son yüz yıla bakıldığında, hem Sovyet Rusya’sında Lenin’in hem de Nazi Almanya’sında Hitler’in kitle kültürü oluşturma ve geniş yığınları etkileme amacıyla sanatı oldukça etkin gördüklerine ve kullandıklarına tanık olunacaktır, Kendi dönemlerinde, ayrı ayrı, amaçladıkları Sovyet Komünizmini ve Alman Nazizm’ini politik birer görev olmanın yanı sıra, “kültürel dönüşüm süreci” olarak da görmüşler ve bunu başarabilmek için de sanatsal üretimleri ve sanatçıları sürekli yanlarına ya da arkalarına alarak, onları desteklemiş ve amaçlarına uygun bir şekilde kitlelere sunmuşlardır. Sovyet Rusya’sında sanatçılar Ekim Devrimi’nden sonraki 15 yıllık süreçte “Proleter Kültür” geliştirme düşüncesiyle sosyalizmin inşasına eleştirel katkılar yapıp, sosyalist devrim ve sağladığı özgürlük ortamıyla kendi örgütlülüklerini bağdaştırarak, neredeyse devrimin ve onun amaçlarıyla bütünleşirlerken, Nazi Almanya’sın da ise ideolojik tutarlılığı, milli birliği sağlamak ve farklı topluluklara seslenerek, üst kültürün konumunu meşrulaştırmak ve nazilerin “kültürel misyonlarına” imgeler ve simgeler sağlamak için sanatın ve sanatçıların tüm olanaklarından yararlanılmış, sipariş filmler, belgeseller , mimari çalışmalar ve abartılı görseller hazırlanarak propoganda çalışmaları yapılmıştır.
Bu bakışla incelediğimizde, günümüzde, ülkemizde giderek edilgin bir yapıya bürünen, olay ve olgular karşısında tepkisiz-edilgen bir ruh hali geliştiren, linç kültürünün parçası ve milliyetçi duygularla bezenmiş toplumun ve bireylerinin bugünlere gelişi ile toplumun olay ve olgular karşısında takındığı tutumun beklentilerin dışına çıkışı ve her defasında sosyal bilimcileri bile şaşırtacak biçimlere bürünmesi, bu değişimlerin rastlantısal, çoğu kez de pek fark edilecek edimlerle olmadığını göstermektedir. Zygmunt Bauman’ın “Geleneksel eylem anlayışında eylemleri tasvir etmek için genelde organik metaforlara başvurulur: çatışma burun buruna, kavga göğüs göğse yapılır. Adalet göze göz, dişe diştir. Görüşmelerde kalp kalbe karşıdır. Dayanışma omuz omuzadır. İnsanlar yüz yüzedir. Dostluk kol kola yürür. Ve değişim adım adım, yavaş yavaştır.” sözleri bu rastlantısal olmayan duruma ışık tutarken, belirlenen değişim-dönüşüm hedeflerine ulaşmanın öyle dünden bugüne gerçekleşen bir süreç olmadığını, aksine, adım adım, yavaş yavaş çoğu kez de kitlelerin -en azından duyarlı kesimlerin- tepkilerini de gözetleyen kontrollü geçişlerin yapıldığı bir süreç olduğunu da vurgulamaktadır.
Kapitalist sömürünün sürekliliği ve bu amaca ulaşmada gerekli gördüğü zamanlarda yürürlüğe soktuğu baskıcı yöntemler dönemlerinin başarılı olması, kitlelerin edilgin, etkisiz, suskunlaştırılmış, çelişkilerin farkındalığından uzak bir yapıya dönüştürülmesi eylemlerinin çok basit ve sıradan edim ve imgelerle adım adım yapılmasından geçer. Bu amaçla, iktidarlar, ustalıkla topluma ait tüm sanatsal, kültürel, mimari üretimleri ve değerleri, kentsel ve çevresel olguları, tarihsel geçmişi ve özellikle de kitlelerle olumlu ilişkiler kuran, onların sevgisini, saygısını kazanmış toplumsal figürlerle, sanatçıları araçsallaştırarak kullanmaya çalışırlar. Bilinçli bir tercih olan bu yaklaşım Toby Clark’ın “….araştırmalar imgelerin kişileri birbirinden tamamen farklı ve önceden kestirilemeyecek şekillerde etkilediğini ortaya çıkarmıştır.” sözleriyle belirttiği gibi, faşizm açısından varılmak istenen sonucun rastlantılara bırakılacak bir durum olmamasından kaynaklanır. Bu nedenle gerekli gördüğü tüm alanlarda amaçladığı kültürü ve kitle tabanını oluşturmak için araç çeşitliliğinden ve değerler bütününden top yekûn yararlanarak farklı ilgi, beğeni ve kültürden insanları etkileme ve onlara ait bütün değerleri birer tüketim malzemesine dönüştürme çalışmalarını yürütür: Che Guevera, Deniz Gezmiş resimleri; Ahmet Kaya, Neşet Ertaş şarkı ve türküleri; Klasik müzik Konserleri, Devlet Sanatçısı ödülleri; Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Ahi Evran gibi ulu erenler; Köroğlu, Dadaloğlu gibi kahramanlar; Sinema filmleri ve televizyonlarda diziler aracılığıyla işlenen tarihsel figürler…
Görüldüğü gibi Faşizm-Kapitalizm tarafından kullanılan bütün bu değerlerden özellikle sanat ve sanatçı önemli bir yer tutmaktadır. Bu ögelerin iletişim üstünlüğü ve belirli bir kültürü oluşturmakta yüklenebileceği işlev “…her zaman imgenin doğasından veya sanatçının amaçlarından kaynaklanmaz. Sanat daha çok işlevi, yeri, kamusal veya özel alanda biçimlendirilmesi, başka tür nesne ve faaliyetlerden oluşan ağla bağlantısı sonucu …” ile Toby Clark’ın ifadesinde somutlaşmaktayken, bir diğer oldukça önemli gerçekliğin de unutulmaması gerektiğini belirtikten sonra, “ …kitle kültürü sadece otoritenin kontrol aracı olmamıştır; kitlesel tüketim için geliştirilen imgeler radikal alt kültürlerin düşüncelerini de ifade edebilir.” gerçekliğini de belirten yazar, bu mücadelenin tek yönlü olmadığına ve geniş yığınların oluşmuş ya da oluşturulacak kitlesel kültürlerinin de kitlelerin varlıklarının kalıcılaşması ile kültürel değerlerinin korunması ya da kendileri çıkarına geleceğin kültürüne evirilebilmesinin olasılığına – Beşiktaş çarşı grubunda olduğu gibi- dikkati çekmiştir.
İnsan oluşlarına ve varoluşlarının en önemli öğelerine yönelen bu saldırı karşısında kapitalist kitle kültürünün anlayışının ağında olan halkın, kapitalizm ve onun yürütme organlarına bir direniş koyup insandışılaşma karşısında ayakta kalmasını sağlaması ve karşı karşıya bulundukları bu kültürel yok ediş ve istila karşısında bir duruş ortaya koyabilmeleri gerekliliği salt ülkemizdeki geniş yığınlar için değil, aynı zamanda, tüm dünyadaki ezilen yığınlar için bir zorunluluk gibi durmaktadır. Günümüz toplumlarında kapitalizmin oluşturduğu kitle kültürü etkisiyle yalnızlaşmış, kendisine yabancılaşmış, ortak kültür ve değerler yitimine uğramış ezilenlerin örgütsüz oluşları, bu türden bir mücadelenin oldukça zor ve uzun erimli oluşu gibi bir durum ortaya çıkarmaktadır; ancak kitlelerin direnmesi ve kendini yeniden üretebilecek kültürünü oluşturması mücadelesine ilişkin sorunları salt örgütsüz olma, yalnızlaşma, kendine yabancılaşma ve değerler kaybı ile açıklanabilecek bir olgu değildir. Alexis De Tocqueville’in “ Çağdaşlarımız daima iki zıt kutbun etkisinde: Hem yönlendirilme ihtiyacı hissediyor hem de özgür kalmayı arzuluyorlar. Bu iki zıt güdünün herhangi birini dindiremedikleri için her ikisini birden tatmin etmeye çabalıyorlar.” sözleriyle dikkati çekmek istediği durum, aslında, geniş kitlelerin kapitalizmin kitle psikolojisini yönetme ve onlar tarafından kolayca ve hiç de fark edemedikleri bir şekilde manipüle edilişlerinin gerisindeki gerçekliktir. Yaşadığı ikilem karşısında kendi lehine bir tercihe yönelebilme koşullarını bulamayan ya da yaratamayan kitleler yön seçimi sürecinde kapitalist sömürünün saldırıları karşısında savunmasızlık ve kararsızlık sarmalına girdiklerinde dağılır ve kendi kabuğuna çekilmeyi, olay ve olgulara karşı tepkisizliği ve seyirci konumuna geçişi bir savunma biçimi olarak geliştirirler. Alexis De Tocqueville’in belirttiği bu gerçeklik ve etkisiyle gelişen kitlelerin durumu aynı zamanda kendini ezilen yığınların yanında konuşlandıran ve onlara karşı sorumlulukları olduğu duygusunda ve anlayışında olan aydın, demokratların, özellikle de sanat ve sanatçıların yüzleşmek zorunda olduğu bir duruma da işaret eder.
Ülkelerin aydın, demokratları ile sanat ve sanatçıların yüzleşmek zorunda olduğu bu tespiti, geniş yığınların bu ikilem arasında kalmasının ortadan kaldırılması gerekliliğine ilişkin duyarlılık ve sorumluluğa işaret etmektedir. Kültürel çeşitliliklerinin yok edilmesi ve kendilerini aynılaştıran kitle kültürü anlayışı ile ezilenlerin daha iyi dünya umutlarının, bu yönde direnişlerinin ve mücadelelerinin ifadesi olan kültürlerini –halk kültürü- koruyabilme ikilemi ya kapitalizm adına yönetenler tarafından giderilecek ve ezilenler bağımlılaştırılacak– ki ülkemizde 80 sonrası büyük ölçüde böyle olmuştur- ya da kendini halkın yanında konuşlandıranlar tarafından giderilecek ve böylece, ezilenler kendileri için özgürlük düşlerini kurabileceklerdir. Geniş yığınları ilgilendiren her alanla ilişkili ve özellikle kitleler lehine kültürel bir değişimin, dönüşümün başarılmasının öncelikli olduğunun bilincinde olunan bu sorumluluk ve bilinçlenme süreci ile yitirilmeleri durumunda bütün bir toplumun çöküşüne neden olan, kapitalizmin gaspından önceki, değerlerin ve dayanışmacı toplumsal yapısının yanı sıra evrensel değerlerin - özgürlük, demokrasi; ırk, renk, cinsiyet, dil, din ayrımı karşıtlığı; birey olma ve yaşama hakkı, güvenlik, kölelik ya da kulluk karşıtlığı; işkence ya da zalimce, insanlık dışı muamele karşıtlığı; yasalar önünde eşitlik duygusu v.b.- kazandırılmasının başarılabilmesi gerekmektedir.
İşte tam da bu noktada, içinde bulundukları toplumun aydın kesimlerinden olarak değerlendirilen sanatçıların da sanatsal üretimleri ve eylemleri ile bu sürece ve eylemlerinin nesnesi oldukları kapitalizmin ekonomik, sosyal ve siyasal egemenliğine karşı praksis geliştirebilmenin donanımının oluşumuna kendileri ve kitleler lehine katkı sunmaları, sanatçı olmanın sorumluluğu gereği, beklenmektedir. Bu farkındalığın ve kültürel gelişimin oluşumu, en küçük gibi görünen bir imgeden başlayarak, nicelik ve nitelik olarak her türden sanatsal, estetik katkı ile başarılması olası olacak bir etkinliktir. Terry Eagleton’ın “Estetik ideolojik olarak güçlü bir araçtır; içgüdüsel ve duygusal derinliklerde çalıştığı halde algılamanın yüzeylerinde de oyalanmasıyla, kendini kendiliğinden yaşantının maddeleriyle, dil ve davranışın kökleriyle sarmasıyla, canlı her an hazır ve ekonomiktir. Tamamen bu değerlendirme üzerinde, ideolojinin politika ve hukuk alanlarına nasip olmayan kolaylıktaki yollarla kendini doğallaştırabilmekte, kendini ideolojik olarak masum bir biçimde sunabilmektedir.” sözleriyle belirttiği bu gereklilik, aynı zamanda, egemenlerin de sanat ve sanatçıyı kendi kültürlerini oluşturarak egemenliklerini kalıcı kılma aracı olarak kullanmalarındaki iştahın nedenini göstermektedir. Nitekim ülkemizdeki egemen unsurların bu yönde açıklamaları ve en uç gibi görünen sanat alanları ve sanatçılarını her olasılıkta, en küçük imgeler düzeyinde bile olsa gündeme taşımaları da bu nedenledir.
Sanatın ve sanatçının, bu nedenlerle, edilgen kitlelerin ve etken ezenlerin karşı karşıya oluşlarında takındığı tutum, kendini konuşlandırışı, ürettikleri, ürettiklerinin estetik, imgesel değeri anlam taşımaktadır ve her kesimin de eleştirisine açık bir durumdur. Tarih boyunca üretilen her estetik, imgesel üretim bu anlamda değerlendirilmeli ve gerek bireyler, gerek toplumlar açısından önemi de bu ölçüde ele alınmalıdır. Kapitalizm öncesi de yönetenlerin ve çevresindekilerin –Krallar, Kiliseler ve Kahramanlar- üst bir kültür oluşturma ve yönetilenlerle aralarındaki ilişkinin düzenlenmesinde rol üstlenen – ilk dönem Yunan sanatında kahramanlık şiirleri dönemi- sanatsal ve estetik etkinlikler, Kapitalizmle birlikte, emek ve sermaye arasındaki çelişkide de rol üstlenmeye başlamıştır. Georg Lukács’ın “Kapitalizmle Sosyalist düşünce arasındaki çelişki 1848 Paris Komününden beri vardır ve edebiyattan ve eleştiriden bu gerçekliği yansıtması beklenir …” sözleriyle belirttiği gibi emek sermaye çelişkisi iki yüz yıla yakındır var olan bir temel çelişkidir ve sanat ya da sanatçı ürettikleriyle, istese de istemese de, bu çelişkiyi yansıtır ve o andan itibaren de, kendisini hangisinden yana konuşlandırdığından bağımsız, ürettiğinin taşıdığı estetik bütünlükle taraftır. Bu aynı zamanda sanatçının ürettiğinin sanatsal niteliğini ve ürettikleriyle yüklendiği sanatsal işlevi ne kadar başarıyla yerine getirdiğinin de göstergesidir. Bu durum Bedreddin Cömert’in “ Yalnızca doğruyu söyleyenler ve gözetenler ve gerçek sanatı elden bırakmayanlar, sanatı samimiyetsizlikten kurtarabilirler.” sözlerinde belirttiği gibi sanatçıların sanatla ve kendileri ile olan bir sınavıdır da, çünkü “ İnsanın evrendeki varlıklar hakkında sağlıklı yorumlar yapabilmek için aldığı eğitim, gerçek ve kalıcı sanatı ortaya çıkarmaktadır.” ve “ Sanatçının asıl görevi çıkarcılıktan kurtulmuş olarak halka inip, kendine yer edinebilmek ve onurlu yaşamın gereğini yerine getirebilmektir.”
Bu anlamda baktığımızda ülkemizde de kitle kültürü çalışmalarının kökeninin – kültürel, etnik kimlik ve inançsal renkliliklerinin yok edilmesi ve tekleştirilmesi çalışmaları- Misak-I Milli ölçeğinde Cumhuriyetin kuruluş dönemlerine kadar uzandığı, ancak özellikle II. Dünya savaşıyla birlikte – ülke içinde Alman Faşizminin propaganda çalışmalarına verilen izinler ve M. Ertuğrul aracılığıyla doğrudan rol üstlenmeler- ve hemen ardı sıra Amerika ile başlayan ilişkiler sürecinde bu çalışmaların uluslararası boyut kazanmaya başladığı görülmektedir. Ülkemiz sanatı ve sanatçıları –özellikle toplumcu gerçekçi sanatçıları- kapitalist sömürünün “kitle Kültürü” yaratma çabasının karşısında zaman zaman görülmüş olmasına karşın, bu karşı oluş çok cılız – 1965-1980 arası dönemin ruhuna uygun süreç dışında- kalmış, özellikle 1970’ler sonrası uygulamaya konulan “küresel politikalar” sonrasında ise giderek, büyük ölçüde, kapitalizmin yönetenlerinin hizmetine girmiş ve kapitalist sömürünün kalıcılığı ve sürekliliği için “Kitle Kültürü” yaratma amacıyla imge ve mesajların endüstriyel yöntemlerle kitlesel üretimini ve kitlelerin küresel pazarın değişimlerine ve gereksinimlerine göre şekillendirilmesi çalışmalarının birer nesnesi haline dönüşmüşlerdir.
Toplumsal muhalefetin yükselen bir ivme kazandığı 70’li yılların sonlandırıldığı ve ülke ekonomik ve siyasal koşullarının küresel güçler lehine yeniden düzenlendiği 1980 darbesi sonrası, baskı ve zulüm politikalarının da katkısıyla kitlelerin tepkisinin minimize edildiği, suskunlaştırılmış, çevresinde olup biten her şeye yabancılaşmış, çevresinde olup bitenlerle ilişkisini kesmiş ve yaşamla ilişkisini salt bir tüketen-seyirci olarak devam ettiren yığınların –içine kendilerini aydın, demokrat ve duyarlı olarak niteleyenleri de içerecek şekilde- olduğu bir “kitle Kültürü” oluşmuştur. Başlangıcı 70 yıllarının başına dayanan ve çok küçük ve masum gibi görünen imge ve sembollerle yaratılan bu sonuç, kabul etmek gerekir ki, ülkenin sanatının ve sanatçılarının olası etkilerinin farkında bile olamadıkları bir süreç olarak gelişmiş, tek tük gelişen tepki ya da karşı duruşlar ise yetersiz kalmış, çaresizce bir kabullenişle büyük bölümü bu politikaların nesneleri haline dönüşmüşlerdir. Bu farkındalığı yitirme, çaresiz kalış ve sonuçta Neo-liberal politikaların esiri oluş ne sanatçıların tek başına niyetleri ile ne de kapitalistlerin çok güçlü oluşları ile açıklanabilecek bir durumdur. Bu aynı zamanda sanatçının sanatının ve kendisinin işlevine ilişkin donanımının yetersizliği ve sanatçının ideolojik zayıflığıyla –buradan sanatçının toplumcu gerçekçi ve her koşulda kendisini burjuva karşısında konuşlandırması anlaşılmamalıdır- açıklanabilir. İdeolojik olarak güçsüz ve sanatın kendisine ve işlevine ilişkin yetersiz – bilgisiz- olan sanatçının ürettikleri de aynı yetersizlikleri içinde barındıracaktır. Bunu durumu sanatla uğraşan herkesin -sanatsal yaratısını ve kendisini burjuvaziden yana konuşlandıranların da- üzerinde anlaşacağı bir kişi olan Tolstoy “Bayatlıklarla donanmış gündelik sanat, sanat değildir, gelecekte de olamayacaktır.” derken ” Sanatın, toplumsal meseleleri çözücü yanını fark edemeyen bilgisizler, yalnızca şahsi çıkarları karşılayabilecek bir sanat yapmaya yönelmişlerdir.” şeklinde sanata ilişkin görüşlerini belirttikten sonra sözlerini bitirirken “ İnsanı yeni buluşlarla aydınlatamayan, geçmişin mirasını tüketen ve tükettiğinin yerine yenisini üretemeyen sanat, kültür emperyalizmine yol açmaktadır. Çocukların ve gençlerin duyarlı çağlarında bayağı sanat etkinliklerine yönelmelerinin nedeni de, gerçek sanat eserlerinin bulunmamasıdır.” diyerek sanatın ve sanatçının işlevini açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, nasıl ki “Kitle Kültürü” olgusu yaşamımıza adım adım girerek, kullandığı sanatsal ve düşünsel imgeler ve simgeler aracılığıyla, kapitalist sömürünün kalıcılığı ve sürekliliği için belirli bir kültürün oluşumunu sağlamış ve günümüz suskun, tepkisiz-edilgen, linç kültürünün nesnesi, milliyetçi -ulusalcı- üst kimlik tutsaklığı yerine , Ezilenlerin güzel bir dünya düşünü, kul olmayı ret ederek başkaldırışlarını ve bunu sürekli kılmalarının ifadesi olan Köroğlu, Dadaloğlu, Bedreddin, Pir Sultan Abdal direnişlerini, yaşamın her alanında tahakküm oluşturmak isteyenlere karşı direnen yoksulların ve haksızlığa uğrayanların mücadele öykülerini yeniden yazmak olası olabilecektir. Adım adım, inançla ve ezilen kitlelerin tarihsel geçmişlerinin bize sunduğu kanıtlara güvenerek başarılması olası bu süreç, öncelikle, isteyerek ya da istemeyerek kapitalist politikaların nesnesi olmuş aydın, demokratların yanı sıra sanatın ve sanatçıların ürettiklerinin ve eylemlerinin “öznesi” olmasıyla başarılabilecektir. Sanatçının sanatının ve bilincinin öznesi olması ise ancak sanat bilincinin ve anlayışının gelişmesi ve sanatçının ideolojik donanımının güçlü olmasıyla başarılabilecektir.
23.02.2021 - İstanbul

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Fikir Yazıları Yazıları
Bu Yaz!

Fikir Yazıları 16 Temmuz 2024

Bu Yaz!

Mustafa Pala

Fikir Yazıları 17 Haziran 2024

Mustafa Pala