Batı düşünüşünün beslendiği klasik sistem felsefesine ilk itirazı yükselten Friedrich Nietzsche’nin, erken dönem metinlerinden Ahlak Ötesi Anlamda Doğru ve Yalan Üzerine (1873) adlı denemesinin açılış paragrafı şöyle:“Işıldayan sayısız güneş sisteminin yayıldığı evrenin ücra bir köşesinde bir zamanlar bir yıldız vardı; akıllı Mahluklar, bilmek denilen şeyi orada icat etmişlerdi; bu, “dünya tarihi”nin en ukalalıkla ve yalanla dolu anıydı; fakat nihayetinde sadece bir andı. Doğanın bir iki nefes çekmesinden sonra bu yıldız katılaşıp soğumuş ve bu akıllı mahluklar ölmek durumunda kalmışlardı… İşte böyle bir masal uydurulabilir…”(Çev: A. Onur Aktaş, Nietzsche ve Dil, Boğaziçi Üniversitesi Yay. 2017)
Paragraf, Nietzsche’nin, insan bilgisinin kozmik ölçekte ne kadar önemsiz, kibirli ve bir anlık olduğunu çarpıcı bir metaforla resmediyor. Resim, geleneksel felsefenin epistemolojik (bilgi kuramı) temellerini sarsıp Nietzsche’nin perspektivizm (çoklu bakışlılık), hakikatin metaforik (eğretilemeli) doğası ve antropomorfizm (insan biçimcilik) eleştirisi gibi ana düşüncelerini özetliyor.
Ancak bu dil yazımız, filozofun genel felsefesiyle değil, dilsel anlamın kuruluşuna dair düşünceleriyle ilgileniyor. Zira Nietzsche, 2500 yıllık felsefe geleneğine radikal bir itiraz yükseltirken “dil-hakikat” ilişkisi de bundan nasibini alıyor. Dilin gerçekliği yansıtmadığını; anlamı “şeylerin neliği” ile değil, onlar hakkındaki “insan algısı” ve “uzlaşı” ile inşa ettiğini ileri sürüyor. Anlamın, sabit veya evrensel bir hakikat olmadığını, metaforlar, metonimiler (düzdeğişmece) ve antropomorfizm ile oluşturulan bir yanılsama olduğunu savunarak anlamı ahlaki ve felsefi bir eleştiriye tabi tutuyor.
Nietzsche’nin ölümünden bir süre sonra Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersler’nde (1916) geliştirdiği göstergebilim disiplini içinde, dilsel anlamı evrensel bir nesnellikle kurarak filozofun eleştirilerine meşruiyet kazandırıyor. Anlamı, gösterge kuramı içinde sözcükle sabitliyor ve Nietzsche’nin yukarıdaki pasajda sözünü ettiği “masal”ın nasıl başladığını açıklıyor. Ona göre anlam, dilin yapısal sisteminden geliyor ve farklılıklardan doğuyor. “Kedi” kelimesi anlamını “köpek”ten farklılaşarak kazanıyor. Ayrıca dili senkronik (eşzamanlı, statik sistem) ve diyakronik (tarihsel değişim) olarak ayırıyor; anlamı öncelikle senkronik yapıda inceliyor. Dil bir sosyal gerçeklik olduğu için, bireysel konuşma (söz, parole) ile sistematik dil (gramer, langue) ayrımının altını çiziyor.
Saussure’ye göre “gösterge”, ses/yazı gibi fiziksel bir form olan “gösteren” ile zihinsel bir kavram olan “gösterilen”den oluşuyor: Bu ikisi arasında doğal bir bağ değil, nedensiz bir ilişki bulunuyor: Yani “K-a-l-e-m” seslerini bu sırayla dizip kurduğumuz “kalem” sözcüğünü, “yazma, çizme gibi işlerde kullanılan araç” anlamına sabitlememizin hiçbir mantıklı, bilimsel, nedensel, hakikî gerekçesi bulunmuyor; eğer bulunsaydı başka dillerde ona “pencil”, “stift”, “crayon”, “lapiz”, “matita”, “enpitsu”, “yeonfil”… denmez; dahası diller de çeşitlenmezdi.
Ayrıca “kalem” sözcüğünün literal (düz, tam) anlamı yanında, bağlam dışında akla getirdiği “yazar” gibi metaforik (eğretilemeli) ve “resmî kuruluşlarda yazı işlerinin görüldüğü yer” gibi metonimik (düz değişmeceli) anlamları da var. Daha çok dilin retorik kullanımlarında etkili anlatım araçları olarak ortaya çıkan bu değişmeceli anlamlar, ilk kullanıldıklarında insanın sanatsal yaratıcılığının gösterenleridir; ancak bunların birçoğu zamanla dile yapışıp kalıyor ve literal anlama dönüşüyor. Hatta Nietzsche, literal-metaforik anlam ayrımına da karşı çıkıyor. Anlamı üç aşamalı bir inşa olarak ele alıyor ve duyusal algıdan kavrama uzanan eğretilemeli bir aktarma süreci olarak tanımlıyor:
Birinci aktarmada, bir nesneyi görmekle dış dünyadan gelen sinirsel uyarı, zihinsel bir imgeye çevriliyor; “ateş”in görülmesi, zihinde bir “yanma” imgesi oluşturuyor, ama bu imge “ateş”in tüm varlığını kapsamıyor. İkinci aktarma, bu zihinsel imgenin bir sese, sözcüğe, yani fiziksel bir forma dönüşmesi biçiminde gerçekleşiyor. Sözcük de imgenin kendisi değil, sesli bir temsili, insan algısının bir yorumu oluyor. Nietzsche bu düz (literal) anlamın kuruluşunu eğretilemeli (metaforik) sayıyor; nedenini de imge ile ses arasında doğal bir bağ olmaması, sesin bir temsil olmasıyla temellendiriyor. Üçüncü aktarmada, bu kez sözcükler kavramlara dönüşüyor. Kavramlarsa, bireysel deneyimleri genelleştirerek eşit olmayanları eşitliyor. “Yaprak” örneğini veriyor Nietzsche, doğada hiçbir yaprağın diğeriyle eş olamadığı halde tümünü aynılaştırarak “yaprak” dediğimizi söylüyor. Yani dil bireysel deneyimleri yok sayıp gerçekliği indirgiyor; dolayısıyla üç aşamada da “mütekabiliyet” gerçekleşmiyor.
Nietzsche’ye göre anlamın kuruluşu yaratıcı bir eylemdir ama toplum bu yaratıcılığı katılaştırmaktadır. Oysa anlam canlı tutularak katılaşmanın koruduğu nihilizm aşılabilir. Sanatı ve metaforik dili yüceltmesi bu nedenledir; düşüncelerini geleneksel akademik dilin sınırlarından kurtararak sunması da. Böylelikle dilini, anlatımını ve felsefesini sanat formuna dönüştürüyor Nietzsche. Aforizmalar ve kısa ifadelerle soyut kavramları somutlaştırıyor, düşüncelerine duygusal bir katman ekliyor. Okuru şiir, mit ve imgelerle sezgiye yönlendiriyor. Provokatif ve polemikçi üslubuyla retorik ve duygusal yoğunluk sağlıyor. Bütün bunlar onun felsefesini salt bir düşünce formu olmaktan çıkarıp bir sanat formuna büründürüyor.
Saussure ve Nietzsche, anlamın kuruluşunu keyfi ve ilişkisel bir süreç olarak ele alıyor ve bu ele alışla postmodern düşünceyi etkiliyorlar. Ne var ki Nietzsche’nin eleştirel, güç odaklı yaklaşımıyla Saussure’nin yapısal, bilimsel modeli arasındaki ayrımın altını kalınca çizmek gerekiyor. Çünkü bu fark, birini felsefi bir “yıkıcı”, diğerini dilbilimin “kurucusu” yapıyor. Zira Nietzsche için dil, hakikati bulmanın değil; anlam yaratmanın aracıdır; anlam ise güçsüzlerin, hayatı olumlamayanların, kaderini sevmeyenlerin (amor fati), özetle “sürü”nün hayatta kalma pratikleri için gereklidir. Onlar için etkin bir duruş, hakikat arayışı, düşünsel ve sanatsal yaratıcılık yoktur; Hıristiyan ahlakının yarattığı bir çöküşün içinde çürümektedirler. Oysa hakikatin peşinde koşan “üstinsan”, edebi döngü içinde hayatı olumlarken çoklu bakışla ve sınırsız deneyimiyle gerçeği durmadan keşfedebileceği dinamik bir dile ihtiyaç duyar.
Öte yandan Nietzsche için literal dil ile metaforik dil, ayrı kategoriler değil, bir sürekliliğin iki ucudur. Metafor, dilin canlı, yaratıcı, dinamik başlatıcısı; literal dil ise bu metaforların katılaşmış, unutulmuş formudur. “İstanbul’dan Üsküdar’a yol gider.” cümlesinde, gitme mekânı olan “yol”un gitme eylemini gerçekleştiren “özne” yerine kullanılarak yapılan metaforun, bugün artık literal bir anlama sabitlenerek canlılığını yitirdiği açıktır. Nietzsche, bunu madenî para örneğiyle gösterir: Paranın üstündeki kabartmalar zamanla silinir ve elde sadece metal kalır. Metaforlar, dilin yaratıcı özünü oluşturur ve insan bilincinin dünyayı düzenleme çabasını yansıtır. Ancak dil, aynı zamanda güç mücadelelerinin bir alanıdır ve anlamlar tarihseldir, değişir.
Nietzsche’yi de yanımıza alarak bir çeki keçiboynuzunu çiğnemekten muradımız, dile dair bir dirhem de olsa bal üretebilmek; dillerin sadece iletişim araçları olmadığını, aynı zamanda kültürün aynaları da olduğunu görünür kılmaktı. Kültür değiştiğinde, aynada görünen dünya da değişiyor. Bu değişmeyle sözcüklerin anlamlarında kaymalar ortaya çıkıyor. “Özgürlük”, 20. yüzyılda siyasal bağımsızlıkla ilişkilendirilen bir idealken, günümüzde bireysel yaşam tarzı, cinsiyet kimliği ya da dijital mahremiyet gibi çok farklı alanlara kayarak “kısıtlama istememek”le eşleşiyor. Tüketim kültüründeyse “seçme özgürlüğü” gibi tümden sığlaşabiliyor. Artık sadece yakın dostu değil, sosyal medyada tanışılmış yüzeysel bağları da kapsayan “arkadaş” sözcüğündeki gibi kimilerinin anlamı da genişliyor.
Kültürel dönüşümle birlikte kelimelerin duygusal ve etik çağrışımları da değişiyor. Örneğin “itaat”, Osmanlı döneminde “düzen, disiplin” anlamında olumlu bir değeri işaret ederken bugün genellikle bireysel özgürlüklerle çelişen, olumsuz bir çağrışım taşıyor. Dijital kültürün etkisiyle “kral”, “efsane”, gibi sözcükler sosyal medya, küresel ağlar ve kısaltmalar sayesinde hızla melezleşiyor; anlamları ironikleşerek metaforik sınırlarını aşıp aşınıyor ve dilin gündelik kullanımının literal parçalarına dönüşüyor.
“Saygı”, bir zamanlar yaş, makam, gelenek gibi toplumsal hiyerarşiye göre tanımlanıyordu; şimdi bireysel sınırları ve karşılıklı hoşgörüyü ifade ediyor. “Saygı duymak” artık “katılmasam da seni yargılamıyorum” anlamına da gelebiliyor. “Ahlak” sözcüğünün içeriği geleneksel, dinsel bir çerçeveden seküler bireysel etik bir çerçeveye yerleşiyor. Bugün artık “ahlaklı davranış” kavramı, “etik duruş”, “şeffaflık”, “kişisel tutarlılık” içerikleriyle daha çok ilişkilendiriliyor. “Lider”, “karizma”, saygı ve otoriteyle ilişkilenen kavramlarken, şimdi medya görünürlüğü, özgüven gösterisi veya popülist üslupla birlikte düşünülüyor.
“Kadın” ve “erkek” sözcüklerinin geleneksel cinsiyet rolleri çözülüyor, bu kavramlar çok katmanlı hale geliyor; “güçlü kadın”, “duygusal erkek” gibi tanımlar, normların değişmesiyle anlam kazanıyor; tıpkı “milli”, “yerli” kavramlarının politik ve ekonomik anlamlarının kaynaşması, bazen “korumacı”, bazen “kimlikçi”, bazen de sadece “marka” anlamını çağırması gibi. “İletişim” ise “anlamak” anlamını çoktan yitirdi, dijital araçlarla “iletimde bulunmak” yerine kullanılıyor: “Konuşuyoruz ama anlaşamıyoruz” sözü bu dönüşümü gösteriyor…
Kavramların bunca yerinden oynaması, sadece Türk dilinin yaşadığı bir altüst oluş değil; Nietzsche’nin dillerin doğasıyla açıkladığı bu tarihsellik ve hareketlilik başka dillerde de kendini gösteriyor: İngilizce “woke” sözcüğü, önceleri “sosyal bilinci, adalet farkındalığı yüksek kişi” anlamındayken, şimdi ironiyle veya olumsuzlukla “aşırı politik doğruculuk” anlamında kullanılıyor. “Love” de romantik bağlamın dışına çıkıp “sevdiğim şey” (I love this app: Bu uygulamayı seviyorum.) gibi sıradan bir beğenmeyi anlatıyor.
“Freedom”, “liberty” de tıpkı Türkçedeki “özgürlük” gibi, özellikle neoliberal söylemde bireysel ve ekonomik özgürlük anlamlarını siyasal bağlamın önüne koyuyor. “Authentic”, gerçek, sahici anlamını bırakıyor; tüketim kültürünün bir etiketi oluyor: “Authentic coffee” (otantik kahve), “authentic experience” (otantik deneyim)… “Friend”in (arkadaş) anlamı sosyal medyayla birlikte radikal biçimde genişliyor. Gerçek, insani ve derin “bağ”ın yerini, dijital ve sığ bir “bağlantı” alıyor. “Influence” (etkileşim) sosyal, düşünsel veya kültürel etki anlamına geliyordu, şimdi doğrudan “ticari reklam gücü” oldu…
Örnekleri çoğaltmak yerine bu değişimin ve dönüşümün ardındaki dinamiklere bakmak daha anlamlı olabilir: En önemli etkenlerden biri, zaman-mekân algısını değiştirip sözcükleri anlık duyguların taşıyıcı aracına dönüştüren “dijitalleşme”. Bir diğeri, kapitalist sosyolojinin yarattığı “tüketim kültürü”; bu kültür, kavramları pazarlanabilir unsurlar haline getiriyor. Buna “küreselleşme” eşlik ediyor ve diller arası etkileşimi artırarak yerel anlam katmanlarını aşındırıyor. Hakeza “kimlik politikaları”; ahlak, özgürlük, topluluk, eşitlik gibi klasik kavramlara yeni ve çoğu zaman çatışmalı boyutlar ekliyor. Bunlara “İroni kültürü”nü de eklemek gerekiyor, sözcüklerin anlamlarını, evrim kuramıyla analojiye dayanan “memetik” kullanımlara terk etmesini de.
Sözcüklerin anlamı, toplumun kendine ve dünyaya bakışındaki dönüşümle birlikte evriliyor. Günümüzde bu dönüşüm olağanüstü bir hız kazanmış görünüyor; artık bir sözcüğün anlamı on yıl içinde bile, adeta Nietzsche’yi doğrularcasına bütünüyle kayabiliyor. Türkçe ve İngilizcedeki örnekler, çağımızın ortak ve evrensel bir özelliğini gösteriyor: Anlam hızlı dolaşıyor, yüzeyselleşiyor ve ironikleşiyor.
Güncel bir örnekle bitirebiliriz: “Gazze barışı”. Barış… acıtan bir ironi bu!