
Cinsiyet (sex) kavramı, kültürden bağımsız olarak, kişinin kadın ya da erkek olarak sergilemiş olduğu genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleri ifade etmektedir (Okan, 2024). Döllenme anında XX kromozoma sahip olan bir beden dişi, XY kromozomuna sahip olan beden ise erkek olarak kabul edilmektedir. Cinsiyet kavramı, aynı zamanda birbirini dışlayan ve ötekileştiren, doğal olduğu varsayılan iki ayrı cinsiyet arasındaki bir zıtlığı da ifade etmektedir. Ayrıca, iki cinsiyet arasında doğuştan gelen biyolojik bir takım farklılıklar bulunduğu genel kabul görmektedir (Green 2010).
Cinsiyet ayrımcılığı, cinsiyete yönelik olarak önyargı temelinde ortaya çıkan olumsuz davranışlar diye tanımlanmaktadır. Cinsiyete dayalı ayrımcılığı da kapsayan bir kavram olarak ayrımcılık, kişilerin cinsiyet, dil, din, renk, ırk veya etnik köken gibi sebeplerle okula kabul edilmede, işe alınmada, ücret ödemede ve öteki kamusal haklardan yararlanma konusunda kendilerine farklı davranılması olarak tanımlanmaktadır (Keleş, 1980).
Çalışma hayatında ayrımcılıkla daha çok kadınların ve erkeklerin aynı işi yapıyor olmalarına karşın kadınların daha düşük bir ücretlerle çalıştırılması veya aynı verimliliğe sahip iki birey arasında kadınların ücreti düşük olan işlerde çalıştırılması biçiminde karşılaşılmaktadır (Lordoğlu ve Özkaplan, 2003).
Cinsiyet ayrımcılığıyla biçimlenen cinsiyet temelli işler, olanaklardan yararlanma, kararlara katılım ve bazı görev ayrımları eşitliği bozmaktadır. Çalışma hayatında işlerin cinsiyet odaklı olarak ayrılması, kadınlara yöneticiliğin, prestijli işlerin ve sorumlulukların verilmesinin önüne geçmektedir (Margaret & Kelly, 2000).
Bazı kaynaklarda cinsiyet ayrımcılığı, bireylerin davranışlarını sergileme biçimlerine göre de doğrudan ve dolaylı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Doğrudan ayrımcılık, bir insanın bir kadına sadece cinsiyetini dikkate alarak, bir erkeğe davrandığı ya da davranacağından daha olumsuz veya daha az olumlu davranmasıdır. Dolaylı ayrımcılıkta ise görünüş itibariyle eşit görünen bir davranış veya uygulamanın sonradan kadın üzerine olumsuz ayrımcı etkiler yaratmasıdır (Acar, 2013). Doğrudan ayrımcılık örnekleri sıklıkla çalışma hayatında çeşitli işletmelerde işe alımlarda ve terfilerde gözlenirken, dolaylı ayrımcılık, bir kişinin, kendisinden bir şey talep eden bir kadına, isteneni vermeyi bir şarta bağlaması şeklinde ortaya çıkabilmektedir (Bulut ve Kızıldağ, 2017).
Alan yazına baktığımızda insanlık tarihi boyunca cinsiyet ayırımcılığının hemen her kültürde varlığına tanık olmaktayız. Bu süreçte daha çok kadınların ve kız çocuklarının dışlandığını, ezildiğini ve aşağılandığını görmekteyiz. Bu olumsuz tarihsel arka planın günümüze düşen gölgesi ve yansımaları tüm insanlığı tehdit etmeye devam etmektedir. Bu durum insanlaşma konusunda insanlığın önünde aşılması gereken çok engel bulunduğunu göstermektedir.
Kadına yönelik olarak yapılan ayrımcılık ve şiddet; insanlığın hem maddi hem de manevi birliğine, üretimine, geleceğine ve barışına büyük ölçüde zarar vermiştir. Bu sebeple Birleşmiş Milletler Örgütü ve Avrupa Konseyi gibi etkili kabul edilen uluslararası kuruluşlar tarafından; kadın hakları eğitimiyle, kadına yönelik şiddetin önlenmesi konularında birçok konferans düzenlenmiş ve yeni kararlar alınmıştır (Erbay, 2019).
21. yüzyılın ilk çeyreğinde birçok alanda önemli gelişmeler gerçekleşmiş gibi görünse de günümüzde cinsiyet ayrımcılığı insanlığın önemli sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki; tarihsel süreçte yaşananlar insanlık için çok ta geliştirici olamamıştır. Küresel güçler ve uzantıları günümüzde de; eğitim düzeyini yükseltme, demokratikleşme, eğitim anlayışını değiştirme, çevreyi koruma, insan hakları, şiddeti yok etme ve cinsiyet ayırımcılığı gibi önemli konularda çözüm üretmekten uzak durmaktadır. Hepimizi ilgilendiren tüm bu sorunların insanlığın önünde sıra dağlar gibi durduğunu çözüm üretme konusunda yapılanların çok yetersiz olduğunu üzülerek görmekteyiz.
Bu konularda etkili kurumlardan biri olan dinin toplumsal cinsiyet algısının oluşumundaki etkisi kutsal metinler ve dinsel öğretilerde kadınlarla ilgili bölümlere bakarak değerlendirilmektedir. Tarih boyunca kadınların farklı toplumlarda oldukça farklı değerlendirmelere tutulduklarına tanık olmaktayız. Bu değerlendirmelerin büyük çoğunluğunda da ayrımcılığa uğramışlardır. Bu konudaki aşırılıklara baktığımızda; kadınlar bazı kültürlerde üreme yetenekleri yani annelikleri üzerinden kutsallaştırırken bazı kültürlerde yalanın, hilenin, aldatmanın, düzen bozuculuğun ve büyünün kaynağı olarak değerlendirilmişlerdir (Karakaya, 2018).
Erkek otoritesinin tarihsel kökenlerine baktığımızda Mezopotamya’da Sümer ve Babil uygarlıklarında birbirlerinden çok farklılaşmayan baba otoritesinin ve imajının varlığı cinsiyet ayrımcılığına zemin oluşturmuştur. Söz konusu bu durum temelde erkeklerin toplumsal normlar açısından daha belirleyici bir konumda olmalarının bir göstergesi diye kabul edilebilir. Bu tutum, kadınlar üzerinde bir egemenlik ve otorite ifade ederken erkekler arasında da bir statü farkını yansıtmaktadır. (Say, 2015).
İlk ve Orta Çağ'da Hintliler, Çinliler, Yunanlılar, Romalılar, Yahudiler, Araplar, İngilizler ve diğer batılı toplumlardaki kadının yeri, kız çocuklarına ve kadınlara karşı yapılan çeşitli davranış biçimlerinin arka planı günümüzdeki ayrımcılığın kodlarını taşımaktadır. Antik çağdan itibaren yeryüzünde ortaya çıkan farklı dinlerin ve uygarlıkların konuyla ilgili yaklaşımları cinsiyet ayrımcılığına da kadına yönelik şiddete de kaynak oluşturmaktadır.
İlk Çağ'dan itibaren bazı toplumlarda yanlış inanç öğretilerinden kaynaklı olarak cennetten kovulmaya asıl sebep olan olarak görülmeye başlanan kadın, Orta Çağ boyunca Asya, Avrupa ve Afrika toplumlarının birçoğunda bu haksız ve dayanaksız görüşe ek olarak şeytansal ve kötülüklerin kaynağı diye gösterilmiştir. Kadınlar; şahitlik, evlenme, boşanma, mirastan yararlanma, yaşama ve mal edinme hakkı gibi birçok temel haktan tamamen veya kısmen yoksun bırakılmış, güvenilir ve inanılır kişi olarak sayılmamıştır (İlal, 1968).
Antik Hint uygarlığının insanlığa katkılarına karşın cinsiyet ayırımcılığı konusundaki yaklaşımı kadınlar aleyhine görünmektedir. Antik çağdaki Hint hukukuna göre kadının evlenme ve miras gibi konularda hiçbir söz hakkı yoktur. Kadın kötü eğilimlere, zayıf karakter ve fena bir ahlâk sahibi olduğundan "Manu" kanununa göre, çocukluğunda babasına, evlendiğinde kocasına, kocasının ölümü halinde de oğluna ya da kocasının akrabasından bir erkeğe tabi olmak zorundadır. Veda'larda kadın kasırgadan, ölümden, vebadan, zehirden ve yılandan daha berbat bir yaratık olarak tasvir edilmektedir (Akt. Sıvacıoğlu, 1991).
Bu anlayış ortamında ortaya çıkan inanç sistemi olan Budizm'in kurucusu Buda, önceleri kadınları dinine kabul etmemiştir. Çok yakın dostu olan Anende'nin ısrarıyla sonradan kadınları Budizme kabul ederken de bu kabulün Budist toplumu açısından çok tehlikeli olduğunu ifade etmiştir. Bir sohbet esnasında Buda Anenda'ya "kadınları dine kabul etmeseydik Budizm daha saf bir şekilde uzun yüzyıllar devam ederdi." diyerek gerçek düşüncesini belirtmiştir (Karakaya, 2018)..
Bunun yanında kutsal Budist metinlerinde aydınlanma ya da Nirvana’ya ulaşma konusunda kadınların ve erkeklerin potansiyellerinin eşit olduğu ifade edilmektedir. Günümüzde yaşayan Budist kültüründe kadına yönelik yanlış tutumda büyük ölçüde dönüşümün bir yansıması olarak artık kadınların “keşişe” ve manastırda otorite olabilmeleri için yapılan organizasyonlar örnek gösterilebilir (Ağçoban, 2016).
Çok köklü bir kültüre sahip olan Çinlilerde ilk ve orta çağda Budizm’in de etkisiyle kadın insan sayılmaz, bu yüzden ona ad bile takılmaz ve bir, iki, üç... diye çağırılırdı. Ayrıca erkek çocuklar üstün tutulur, makbul sayılırken kız çocuklar domuz diye adlandırılırdı (Topaloğlu,1987). Diğer ataerkil toplumlar gibi kadınları ikinci sınıf yurttaş olarak tanımlayan Çin toplumu kadın saygınlığını annelik yetenekleriyle orantılı saymıştır. Çin felsefesinin temelini oluşturan “Yin ve Yang” birbirlerini tamamlayan iki farklı öğeden oluşmaktadır. Yin ve Yang eşitlikçi bir görselliğe sahip olarak görülmesine karşın, aslında toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sembolize edilmiş şeklidir. Yin, karanlık, pasif, zayıf ve dişi şeylerin; Yang ise, güçlü, aydınlık, aktif ve erkek olan şeyleri sembolize etmektedir. Bu çarpık ideolojiyi temel alan eski Çin felsefecileri, yüzyıllar boyunca kadınlara itaatkâr olmaları yönünde telkinlerde bulunarak bu doğrultuda birtakım normlar belirlemişlerdir. Yin ve Yang felsefesinin beslediği bu haksız anlayışa göre, kızlar evdeki erkek çocuklarına, kadınlar kocalarına, anneler de oğullarına itaat etmek zorunda kalmışlardır (Kapanoğlu, 2006).
Çin kültüründe etkili olan Konfüçyanizm’de ise erkek, kadınların saygı duyması ve boyun eğmesi gereken üstün kişi olarak tanımlanmaktadır. Bu inanca göre bir kadının evlenmeden ya da bir erkek çocuk bırakmadan ölmesi büyük günah sayılmaktadır. Yanı, kadın anne olmadıkça saygın sayılmamaktadır (Gürhan, 2010).
Antik Yunan’da da kadınlar ikinci sınıf yurttaş olmaktan kurtulamamıştır. Düzenlenen Olimpiyatlara yarışmacı olarak sadece erkeklerin kabul edilmesi, eğitim alma, seçme ve seçilme haklarından yoksun bırakılması bunun en belirgin göstergesidir. Antik Yunan’da “akılsız” olarak görülen kadınların akıllı yurttaşları yetiştirmesi de beklenmediği için erkek çocuklar sadece erkekler tarafından yetiştirilmekteydi (Güzel, 2015).
Batılı toplumların uygarlıklarının köklerini dayandırdığı Roma'da da kadınlar temel haklardan hiçbirine sahip değildi. Evlenmenin en önemli işlevi erkek çocuk ve haz elde etmek, zevk ve şehvet arzusunu doyurmak, evdeki mal mülkün üzerine bir bekçi ve hizmetçi bulundurmaktı (La polique).
Cinsiyet ayrımcılığı konusunda en aşırı toplumlardan birisi de Yahudi toplumudur. Hem eski hem de yeni Yahudi hukukunda ailenin mutlak hakimi erkektir. Yahudi kızları babalarının evlerinde bile gündelikçi, hizmetçi gibidirler. Babaları onları dilediği zaman satabilir. Boşama hakkı keyfi bir şekilde kocaya aittir. Kız çocukları ancak başka bir mirascı bulunmadığı durumda babalarının mirasından faydalanabilirler (Akt. Sıvacıoğlu, 1991).
Saadavi’ye (1991) göre Âdem ve Havva öyküsü Yahudi inancıyla ortaya çıkmış, kadının günahkâr olduğu, bu günahın da cinsiyetinden kaynakladığı düşüncesi Yahudilik içerisinde gelişmiştir. Bu bağlamda dinsel düşünceler ve kavramlar insanları doğal bedenleri ile bu bedene ilişkin gerçeklerden uzaklaştırmıştır. Bu durum da kadının sosyal statüsünün gelişmesinde olumsuz etkilerin varlığını sürdürmesine neden olmuş görünmektedir.
Bu konuda sicili bozuk olan toplumlar arasında Arap toplumu da öne çıkmaktadır. İslâmiyetin doğuşundan önce Arabistan yarımadasında kadınların, aile kurma, boşanma ve mirastan yararlanma haklarından mahrum oldukları, kadının erkekten her yönden aşağı kabul edildiği, kız çocukları aile için bir yük ve utanma aracı sayıldığı ve bu yüzden bazı babaların kızlarını öldürebildikler hatta istediklerinde diri diri toprağa gömebildikleri yazılı kaynaklarda ifade edilmektedir (Berktay, 2014).
Ortaçağda arap yarımadasında ortaya çıkan islâm dini, o güne kadar kadınların çok kötü muamele gördüğü bir çevrede kadınları değerli bir yere oturtmuş olması devrim niteliği taşımaktadır. Kadınlara ana, eş, aile bireyi olarak verdiği nitelikler yanında topluma ve ibadete katılma konularında, sosyal yardım yapma görevi gibi görevler yanında geçim kaynağı yoksa ailenin geçimi için önlem alma ve en önemlisi de ilim sahibi olma gibi haklarını vermiştir. Ortaçağ dünyasında bunun büyük bir devrim olduğu yadsınamaz. Aynı dönemde hıristiyan dünyası kadını ve anayı "'günahkâr" görürken, islâm dininin "cennet anaların ayakları altındadır", anlayışı büyük bir sosyal değişimin sembolü olarak görülmelidir (Topaloğlu,1987).
Aktaş’a (1997) göre, İslâm’ın ilk yayılış döneminde kadınların özellikle siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel açılardan toplum içerisinde etkin roller üstlenebildiklerini ancak sonraki zamanlarda bu rollerin giderek zayıflamaya başladığını kabul etmek gerekmektedir. Ona göre bu sürecin sonrasında kadının sokağa çıkmasının fitneyi davet edeceği, toplumda kargaşa yaratacağı; kadınların "şeytanın ağı" oldukları biçimindeki genel kanaatin yayılmasıyla kadınların toplumsal görünürlüğü yok edilmiştir. Bu algının dinden bilinmesi, günümüzde de Müslümanlar arasında “kadın ve fitne” ilişki kuran zihniyetin varlığını devam ettirmesine olanak vermiş görünmektedir. Bu yönüyle kadının hem din adına, hem de sosyal felaket ve zararlardan korunması adına toplumsal hayattan yalıtılması yoluyla salt eve ve evdeki işlere uygun bir kişiliğe büründürülmesi; giderek kadını Kuran'ın muhatap aldığı sorumlu, düşünen, akleden, duyarlıkları körelmemiş bir kul görmekten uzak çağdışı bir anlayışın muhatabı haline getirmektedir Aktaş,1997).
Avrupa'da 15. yüzyılda Rönesans hareketiyle birlikte öncelikle İtalya'da bilim sanat ve düşünce alanlarında akılcı uygulama ve gelişmeler sağlanmaya başlanmasına karşın toplumsal hayatta kadın erkek eşitliği uzun süre sağlanamamış, kadına yönelik şiddet ve cinsiyet ayrımcılığı alanındaki ön yargılar yok edilememiştir (Erbay, 2019). Batılı toplumların bazılarında hırıstiyanlığın Yahudi inanç sisteminin etkisiyle kadını günahkar gören anlayışı, farklı düzeylerde varlığını sürdürmektedirler. Aydınların ve özellikle kadın hareketinin etkinlikleri arttıkça bu köhne anlayışın da zayıfladığı görülmektedir.
İngiltere’de milattan sonra 5. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar kocalar eşlerini satabiliyordu. Ademin cennetten kovulmasına ve böylece ilk günahın işlenmesine sebep olarak insanlığın felaketini hazırlayanın bir kadın olduğuna inanan tüm Hıristiyan milletler kadına her zaman bir şeytan gözüyle bakmışlardır. İngiltere'de, kadın mundar bir yaratık sayıldığından İncil'e el dahi süremezdi. Bu durum ancak kral 8. Hanri'nin (1509-1547) zamanında parlamentodan çıkan bir kararla sonlandırıldı. Bu karara göre kadınlar da artık İncil okuyabileceklerdi (Femmes d’Europe).
Kadınların sosyal statülerindeki gerilik, tüm toplumların problem alanlarından birisini oluşturmakla birlikte Batılı olmayan toplumlarda bu problemin boyutları çok daha yüksektir. Kadının varlığını gölgeleyen veya yadsıyan yaklaşımların ataerkil sistemlerden beslendiği gerçeğinin yanında bu anlayışın dinlerden ne ölçüde destek aldığı da önemli görülmektedir. Dolayısıyla bu hususta dinin, kadının sosyal konumunu belirlemede verdiği mesajlar daha çok ataerkil sistemin lehine bir anlayışla kabul görmektedir. Temelde ilahi kaynaklı olduğuna inanılan üç dinde de kadın ve erkeğin tanrı tarafından yaratıldığı ve her iki cinsin de Tanrı karşısında eşit hak ve sorumluluklarının bulunduğunun altı çizilmektedir (Altuntaş, 2012).
Yeryüzündeki toplumlar arasında cinsiyet ayrımcılığı konusunda sicili en az bozuk olan Türk toplumudur. Türk kültürü açısından konuyu ele aldığımızda islam öncesi dönemlerde Türklerde cinsiyet ayrımcılığının olmadığını görüyoruz. Bu konularda bilgi veren Çin kaynakları; aynı coğrafyayı paylaşan ve komşu toplum olan Türklerde kız ve erkek çocuklar arasında cinsiyet ayrımı yapılmadığını; kızların da erkekler gibi kılıç kalkan kullanmayı, ok atmayı, at sürmeyi ve güreş tutmayı öğrenmeleri konularında hiç çekince gösterilmediğini ifade etmektedir. Yine bu kaynaklarda devlet yönetiminde hakan ve hatunun birbirini tamamlayacak şekilde birlikte karar verdikleri belirtilmektedir (Işık, 2017).
Türk toplumlarında kadın, amazonlar, savaşçı kadınlar, kurt kız, alp kızlar, asena, kurt ana, bacıyan-ı Rum veya Anadolu kadınları, aba, abla, bacı, ana, nene, hanım, kız, gelin, eş ve benzeri sıfatlarla ve adlarla anılmıştır. Ataerkil yapıya karşın, kadın ana erk olarak toplumsal hayatta etkin bir rol oynamıştır. Anadolu Selçuklular zamanında savaşçı ve mücadeleci Türkmen kadınların kurduğu ahi örgütü gibi bir yardımlaşma ve dayanışma örgütü olan “Bacı Örgütü” nün Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna da önemli katkılarda bulunduğu ifade edilmiştir (Gültepe, 2013).
Tarihsel süreç içerisinde Türk toplumlarında kadınların, toplumsal ve dinsel hayatta önemli roller üstlendikleri bilinmektedir. Savaşta olduğu kadar barışta da evin birçok işinin kadınlar tarafından görüldüğünden evin yönetiminde kadın, egemen ve söz sahibi olmuş ve kadınlara karşı saygıyla ve sevgiyle davranılmıştır. Hun Türklerinde buyruklar ve fermanlar Han ve Hatun adıyla birlikte yayınlanmış, sadece Han adıyla yazılanlara fazla itibar edilmemiştir. Yabancı ülke elçilerinin kabulünde Kağanlarla birlikte Hatunların da bulunduğu görülmüştür (Arsal, 2014).
Arap ve Fars kültürlerinin etkisine karşın İslam dinini kabul ettikten sonra da Türk kültürü kırsalda bu eşitlikçi yapıyı büyük ölçüde korumuştur. Geleneksel Türk toplum hayatına bakıldığında, göçebe aşiret hayatında kadının toplumun bütün faaliyetlerinin içinde bulunduğu görülür. Ata binme, savaşma gibi özellikleri korunmuştur. Ancak çocuk konusunda erkeğe göre daha önde, reislik ve karar konularında ise erkeğin yanındadır. Bütün kararlarda kadınında da onayı olmadan kararlar geçmemektedir. (DEVAM EDECEK)