Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN
Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi
EĞİTİMDEKİ DEĞİŞİM ÜZERİNE
“Eğitimi hep geleceğe bakarak değil bugüne bakarak ve bilhassa düne bakarak ele almalıyız.”
Eğitimi hep ileriye yönelerek, hep geleceğe bakarak değil bugüne bakarak ve bilhassa düne bakarak masaya yatırmalıyız. Aksi takdirde hangi imkanlara sahip olursak olalım ve hangi çağı yaşarsak yaşayalım ve hangi yeni teknolojiyi kullanırsak kullanalım dikkatli olmazsak istediğimiz sonucu alamayabilir ve hatta daha kötüye gidebiliriz.
Eğitimde gelişen teknolojiye dair olarak da belirtmek isterim ki; teknolojiyi işlevselliği açısından değil de bir tüketim unsuru olarak görüp hep yenilenmesi şartmış gibi bir algıya teslim olmamak gerekir. Teknolojinin yeni olmasını olmazsa olmaz bir gereklilik olarak görmek bizi bir yere götürmez ancak tüketici yapar. Sürekli yeni bir aletin ortaya çıkması değil yüzyıl öncesinde bile abaküsle veya benzeri bir şeyle bile dersi yapmaktır teknoloji. Son yıllardaki eğitimde teknoloji kullanımı ile ilgili çalışmalarda “tüketici” olma ağırlıklı bir görünüm sergilendiğini düşünüyorum.
Bir yazar şunu demişti; Mouse kullanmaktan klavyeyi kullanmaya geçelim. İfade etmek istediği şuydu; Mouse genelde tüketmeyi, indirmeyi, almayı simgeler. Klavye ise yazmak, üretmektir. Eğer bu söylediklerim sizde bir etki yaratıyorsa, şunu tavsiye ediyorum. Teknolojinin bilhassa eğitim teknolojisinin felsefesini yapın. Eğer biz sürekli olarak yeni teknoloji kullanacağız diye kendimizi fazla kaptırırsak, kolayca çözeceğimiz gerçeklerimizi de unuturuz. O yüzden öncelikle gerçeklerimize bakmamız gerekir.
Gerçeklerimizden biri okul kapasitelerimiz - bilhassa yükseköğretimde yetersiz- bu problem yakın zamanda çözülecek diye düşünüyorum. Öğrencilerimizi, velilerimizi, eğitim sistemimizi perişan eden hadise bu. Bir başka gerçeğimiz, yine aynı şekilde malum sınavlar. Başlıyoruz sınav, bitiriyoruz sınav, gerçeğimiz bu. Sınavları kaldıramıyoruz çünkü mümkün değil. Sadece değiştirmeye çalışıyoruz. Çünkü değiştirerek tahrip edici yönünü azaltmaya çalışıyoruz.
Üzerinde yoğunlaşmamız gereken daha birçok problemden bahsedebilirim. Ancak bilelim ki; var olan problemleri çözmeden sürekli bir yenileşme, değişme çabası içinde olmak bizi yanlış bir yere götürebilir. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir eğitimci şunu ifade etmiş: “Bakanlar genelde üç iş yapar; Müfredatları değiştirirler, Ders kitaplarını ve araçlarını değiştirirler, yeni dergiler çıkarırlar.” Bakın 1914 yılında ifade edilen bu söz sanki alışkanlık haline gelmiş gibi. Bunun üzerinde durmak gerekir.
“Değişim bir akıştır, çok fazla müdahale edilmeyecek bir akış, bir süreçtir.”
Değişim de, benim gözlemlerime göre ve içinde bulunduğum, sorumlu olduğum zamanları da dikkate alarak söylüyorum, biraz yüzeyselleşti, aşındı. Değişim bir akıştır, çok fazla müdahale edilmeyecek bir akış, bir süreçtir. Oysa bizde bilhassa son çeyrek asırdır “değişim” adı altında takdim edilen çalışmalar kavramsal olarak anlamını kaybetti, aşındı ve zarar vermeye başladı.
Eğitimde bir şeyler sloganlaştırılarak ifade edilmeye başlandı. Bir şeyler başka bir şeyi ötekileştirerek takdim edilmeye başlandı. Kabul edin ki siz de bunu çok yaşadınız ve eğitimin dilinin bozulmasına müsaade ettiniz ve çok abartılı söylemlerin tüketicisi oldunuz. Eğitim böyle bir alan değil. Eğitimde “Yaşasın, Kahrolsun”demeye gerek yok. Socrates de değerli, Platon da değerli, Rousseau da değerli. Eğitimde en klasik diyeceğimiz tanımlar bile değerli. İşte o klasik tanımlardan birisi şudur: Yetişmiş neslin, yeni nesle bilgisini, becerisini aktarması. Ziya Gökalp’in eğitim tanımı bu, vazgeçebilir misiniz bu tanımdan? Ama bu tanım yeterli değil diyebilirsiniz. Eğitim geleceğe uyum sağlamamekanizmasıdır diyebilirsiniz. Ne söylenirse söylensin, önemli olan bir anlamlandırma kolayca ötekileştirilmemelidir.
Bu ülke inanılmaz heyecanlarla, çağ atlayacağız söylemleriyle yıllardır müfredatını, ders kitaplarını değiştirdi. Ama hiç bunun muhasebesi yapılmıyor. Bunu masaya yatırmamız gerekir, enerjimizi harcadık, trilyonları harcadık. Bunu bir düşünmemiz gerekir. Kitaplar ne oldu, müfredat ne oldu? Değiştirdik ne oldu, okulların durumu ne? Ne olacaktı? Sorgulamaya dayalı, yaratıcılığa dayalı yeni nesil yaratacaktık, öğrenci, öğretmen özgür olacaktı. Bütün bu soruları sormak gerekmez mi? Gerekir. Değişim söylemini bu çerçevede dikkate almamız gerekir.
Bunları halletmek için yeni kaynaklara, yeni paraya, yeni zamana ihtiyaç var mı? Bu ve benzeri durumlar eğitimi anlamlandırmamız ile ilgili bir sorundur ki öyle, bu sorunları çözmek için geç bile kaldık.
2000’li yıllarda bütün Ortadoğu ülkelerinde, gelişmekte olan ülkelerde Dünya Bankası kökenli şöyle bir furya başladı. “Müfredatlarınız çok geride kaldı, çağı yakalayamıyorsunuz, ekonomik kalkınmadaki zayıflığınızın nedeni eğitimdir. Eğitimde bu şekilde bir rüzgar esti ve genelde bu ülkelerin çoğu bu angajmana girdi ve fazla sorgulamadan işe koyuldular.Madem uzmanlar böyle söylüyor diye biz de bu furyaya kaptırdık kendimizi. Girerken de biraz söylem ağırlıklı girdik. Eğitimin temel kavramlarını, teorilerini ötekileştirerek girdik. O yüzden de işin içinden çıkmakta zorlanıyoruz. “Öğretmenlik önemli değildir” diyorlar, neymiş efendim! önemli olan koçlukmuş. Tamam, sen “koç” olmaya devam edebilirsin, güzel ama öğretmenliği de arka plana atamazsın. Bu olmaz. "Bilenlerin çağı geçti, artık öğrenenlerin çağı başladı” deniyor. Olur mu böyle bir şey? Bileni, bilgili olan bir kişiyi bu şekilde ötekileştirmek doğru mu? Bu ve benzeri kavram karmaşalarının sıkça gözlendiği 2004-2006 döneminde gerçekleştirilen müfredat değiştirme deneyimi bir tecrübe olarak kesinlikle kullanılmalıdır.
“Eğitim ne kadar görülürse o kadar zayıflar, sığlaşır. Ama ne kadar görünmez olursa o kadar güçlü olur”
Eğitimin ne olduğunu tekrar tartışalım, bir otorite diyor ki “Eğitim çaydaki şeker gibi olmalı, ne kadar görünmez olursa o kadar iyi olur. Çay isterken, çay ve şeker demezsiniz. Çay dediğiniz zaman zaten şekeri içerir. Eğitimde böyle olmalı.” Eğitim ne kadar görülürse o kadar zayıflar, sığlaşır. Ama ne kadar görünmez olursa o kadar güçlü olur. Bu yeni süreçte biz eğitimi ne hale getiriyoruz ona bakmak gerekir. Dikkat ederseniz daha görünür hale getiriyoruz.
Bilimin dört temel aşaması vardır. Anlama, açıklama, kestirme yani öngörme ve kontrol etme. Bunu bilim felsefecileri şu şekilde ifade eder: Anlama bebeklik çağıdır bilimin, açıklama çocukluk çağıdır, öngörme gençlik çağıdır, kontrol etme de olgunluk çağıdır. Bu aşamaları atladığınız zaman bilimi yok sayarak konuya eğilmiş oluyorsunuz. Eğitimi bilimle, araştırmayla ele almamız gerekir. Bu aşamalara dikkat edersek en başta neyi yapmamız gerekir? Anlamamız gerekir, anlama işini devreye sokuyor muyuz bu son değişikliklerde, sanki biraz göz ardı ediyor, üçüncü, dördüncü aşamaya atlayıp yolumuza devam ediyoruz gibi.
Şu üç soruya dikkat etmek gerekir. Ne, nasıl ve niçin? Niçin sorusu felsefenin sorusudur. Nasıl sorusu yöntemin sorusudur. Ne sorusu ise en yüzeysel sorudur? Ne sorusunu fazla sorarsanız, bir milyon bilgisayar alındı, yüz bin derslik yapıldı dersiniz, beş milyon bedava kitap dağıtıldı, boya yapıldı, badana yapıldı vs. dersiniz. Ne sorusu yetersizdir, zayıftır. Çocuğun derse hazırlanırken de dikkate alabileceği bir gerçektir bu. Nasıl sorusuna ihtiyaç var mı? Var ama asıl olarak niçin, niçin eğitim, niçin teknoloji sorusunu sormaya ihtiyaç vardır. Bu süreçte bu söylediğim üçlü sorudan niçin sorusu az soruluyor. Tabi sorulduğu vakit akla şu veciz deyimimiz gelebilir: “Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değecek mi?”. Herkes kendi çapında bu soruları sorabilir ve cevaplayabilir.
“Eğitimde eski, sanıldığı gibi eski değildir, yeniyi eskide bulmak mümkün olabilir.”
Rönesans yeniden bir doğuştu. Marks’ın ütopyası altın çağın doğuşuydu. Hz. Muhammet’in yaşadığı dönem de İslam dünyasında hep takdir edilen özenilen bir dönemdi. Atatürk dönemi dikkate aldığımız, birçok şeyleri gördüğümüz dönemdir. Sokrates’i, Ruosseau’yu, Pestalozzi’yi ve düşüncelerini de bu açıdan paylaştım; İnsanlığın düşünce yapısında, hayatının akışında hep böyle bir şey vardır. Eskiye bakmak lazım. Eski, eski değildir, yeni için eskiye bakmak lazım. Nurettin Topçu der ki “Mazisiz mektep olmaz”. Mazi gelecek için önemlidir.
“Bilgisayara, i-phon’a eğitim işlevi yüklemek eğitimin değiştiğine mi işaret eder yoksa aleti satmak için başvurular bir yöntem olabilir mi diye de düşünmek gerekir.”
Teknolojinin yaygınlaşmasında insani boyutla ilgili paylaşmak istediğim bir şey var. Teknoloji iş yükümüzü azaltıyor. Ama bu arada işsizlik artıyor. Yani insancıllaşmayla ilgili bir sorun var, değil mi, buna yol açmamalı. İşimizi azaltıyor, kolaylaştırıyor ama işsizliğin artması gibi bir duruma da yol açmamalı. Birtakım savaşlar, sömürge düzeni gibi aşamalar bu süreçte yaşanabiliyor, yaşanabilir. Bilgisayara, telefona, i-phon’a eğitim işlevi yüklemek eğitimin değiştiğine mi işaret eder yoksa aleti satmak için başvurular bir yöntem olabilir mi diye de düşünmek gerekir. Bu kadar katı bir şekilde ifade edilmesin diye söylüyorum yoksa iphone’nun, telefonun faziletiyle ilgili hiçbir sorun yok.
“Teknoloji kullanımı eğitim piyasasını denetleme ve yönetme sürecine dönüşebilir”
Böyle baktığınız zaman teknoloji kullanımı eğitim piyasasını denetleme ve yönetme sürecine dönüşebilir. Eğitim bileşenlerinin denetlenmesi yaşanabilir. Eğitim üzerinde iktisadi bir baskı oluşabilir. Sermayenin çıkarları ön plana geçebilir. Geçmişte öğretmen eğitim sisteminin her şeyiydi, sadece öğretmen değil, baba-anne, usta, aydın bir insandı. Bu süreçte öğretmen sistemin bir parçası haline gelebilir, geldi de zaten ama teknikleşerek geldi. Buna da dikkat edelim. Bu yüzden öğretmeni sistemin dışına atmamak gerekir.
“Öğretmenleri, eğitimcileri birer bilim insanı, birer filozof olarak görmeliyiz.”
Eğitimde teknoloji kullanımıyla ilgili bir şeyler yaparken şu ana kadar yüz yüze kaldığımız durumları dikkate almalıyız. Eğitimi etki alanımızın olduğu alanlarda iyileştirmeye çalışmalıyız. Öğretmenleri, eğitimcileri birer bilim insanı, birer filozof olarak görmeliyiz. Eğitimin bir öğrenme makinesi haline gelmemesine de dikkat etmeliyiz. Okulları gelecekte çalışacak işçileri yetiştiren yerler olarak görmemeliyiz. Okullar antik Yunan’dan beri yarar için değil sadece eğlence için, zamanı iyi şekilde geçirmek için, keşfetmek için, yalıtılmış bir ortam bile olsa okul böyle. Lisenin anlamını hatırlayalım. Aristo’nun Lisesi “Vahşi kurtlardan topluluğu koruma yeri” olarak algılanmaktaydı, lise budur. Yani varsın okullarımız biraz yalıtılmış olsun. Ama yeter ki eğlenme yeri, keşfetme yeri olsun. Yararcılığı çok fazla eğitim üzerinden kurumsallaştırmayalım.
“Bir Türk aydını “yalnızca başkalarını izleyen aslında hiçbir şey izleyemez, hiçbir şey de bulamaz ve aslında aradığı bir şey de yoktur” demektedir. Değişime dair kulağımıza küpe olabilecek söz budur diye düşünüyorum.”
Sözlerimi, ucunu sizin açmanızı istediğim üç sözle bitiriyorum. Meşhur bir filozof “senden başka kimse seni kurtaramaz” demektedir. Eğitimde de gerçekten öğretmenler işin içine girerse, eğitim kendiliğinden iyileştirilir ve geliştirilir.