Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Coşkun Özdemir Hegel'in Marks Eleştirisi

İster toplumu, isterse bir bütün olarak evreni açıklamaya çalışsın, her düşünsel sistem, ona sistem olma öz-niteliğini veren zemininden ortaya çıkar. Bu en alt zemin zorunlu olarak " felsefe"dir. Öyleyse, bir düşünsel sistemin gerçeklikle bağının gerçek,

Kategori: Bilimsel Makaleler - Tarih: 27 Mayıs 2019 20:40 - Okunma sayısı: 6.190

Coşkun Özdemir Hegel'in Marks Eleştirisi

HEGEL’İN MARKS ELEŞTİRİSİ.                                         

“İki yüzlülüksüz gerçeği gör, ayrılıksız buluşmayı seyret.”

Mevlana

Özet.

İster toplumu, isterse bir bütün olarak evreni açıklamaya çalışsın, her düşünsel sistem, ona sistem olma öz-niteliğini veren zemininden ortaya çıkar.  Bu en alt zemin zorunlu olarak " felsefe"dir. Öyleyse, bir düşünsel sistemin gerçeklikle bağının gerçek, yada çarpık olduğunun ortaya çıkarılması zemindeki felsefi bağın gerçek felsefe,-logos- ile bağının ortaya konmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle, marksizmin gerçek bir değerlendirilmesi-eleştirilmesi onun felsefesinin eleştirilmesi ve değerlendirilmesi olacaktır. Makalemizin ereği budur.

Abstract.

Every ideational system emerges from the basis that provides it with the attribution to be a system whether it attempts to explicate the society or the universe as a whole. Philosophy is by necessity the undermost basis for this. Then, revealing whether the connection between the ideational system and reality is real or distorted is nothing but uncovering the connection between the underlying philosophical link and real philosophy- logos. Therefore, a substantial evaluation-criticism of Marxism will be evaluation and criticism of its philosophy. This is the aim of our article.

 

Yazımızın başlığı ironi değildir. Gerçi, Marks ve Hegel isimleri yan yana geldiği zaman ilk akla gelen Hegel’in Marks’ı değil Marks’ın Hegel’i eleştirisi olsa da; hem de, felsefi olarak ve baş aşağı ederek, Marks’ın bir felsefeci olmamasına karşın. Gerçek bir felsefeci olan Hegel’in, ise bir felsefi tutum olara Marks’ı eleştirmiş olması çok daha ilginçtir ve bu eleştiri yapılmıştır, hem de saltık olarak, (görece değil), şimdisiz ve buradasız, ama pek bilinmez!

 

Gerçek eleştiri kronolojik değildir, tersine akronolojiktir. Sokrates bundan 2500 yıl önce yaşamıştır, ama günümüzde de doğal- günlük bilinçle düşünen herkesi eleştirmeye fiilen devam eder, muhataplarından derin uykuda olanlarının bundan haberi olmasa da. (Ayrıca bu bilincin muhatabı olmak günümüzün eğitimli insanı için bile çok büyük bir ayrıcalıktır.) Gerçek eleştiri zamansal-mekânsal değil, mantıksaldır. Zamansalın-güncelin eleştirisi, geçip gidecek olanın, yani anlında zamansal olarak “öznellik” damgası taşıyanın eleştirisidir. Bu nedenle zamansal olan olsa olsa nesnesi ölçüsünde değer taşır. İlkesel-gerçek eleştiri ise zaman ötesi, sonsuzdur, zira o “kendinde düşüncenin”, yalnızca şuradaki birisinin şu zamandaki düşüncesinin değil, genel olarak düşüncenin bir biçiminin, kimsenin olmayan düşüncenin, düşünce olarak düşüncenin, her düşünce için geçerli gerçeksizliğin eleştirisidir. Aynı anlamda belli bir düşünce biçiminin, hangi yanlış ilkenin altına düştüğünün gösterilmesi olarak gerçeklikle ilişkisidir.

 

Bir başka anlatımla gerçek olan eleştiri, yani usun bir ideadaki devinimini, gelişimi ve açınmasını sağlayan eleştiri aynı zamanda Us’un kendi kendisini, kendi eski halinin kendi yeni hali tarafından eleştirisidir. Düşünceleri sahipleri görünenle ayırdığımız zaman- Bir an Marxı ve Hegel’i ya da Kant’ı ortadan kaldırıp sadece düşüncelerini dikkate alırsak,-kişilerin değil, düşüncelerin birbiri karşısındaki dolaysız konumlanmaları ve nesnel değerleri ile baş başa kalırız. Şimdi, bireyden ayrılmış düşünce, geçici bir öznenin değil, kalıcı Özne olarak Töz’ün kendisinin özneleşmesi olarak ortaya çıkar. Bu soyutlamada düşünceyi ifade eden tarihsel kişiliğin, gerçek özne olan töz karşısında ikincil, ilineksel olduğunu, sadece tözün göreli-tikel-tekil hallerinin taşıyıcısı olarak ÖZNE’YE dönüştüğünü görebiliriz. Düşüncenin kendi kendini geliştirmesi ancak bireyler yoluyla olanaklı olduğu için, gerçek özne olan Töz -Us, yanlış olarak bireyin altında görünür, gerçekte, tersine bireyin, yani geçici olanın, kalıcı olan Us’un altına düşmesine karşın.

 

Düşüncelerin karşılaştırılmasında- ki, karşılaştırılan düşünceler açısından iki yanlı bir eleştiri söz konusudur- öznelliğin elenmesi ilk gerekliliktir. Düşünceler, adlardan sıyrılır da onu saran kabuk kırılıp atılırsa, yalın özler karşı karşıya kalır ve gerçek düşünsel ilerleme bu yalın düşüncelerin Us üzre yalın karşılaştırılmasından elde edilen sonuçlardır. Bir kişinin veya kişilerin kendince yanlış düşüncelerinin eleştirisinden sonuçlar çıkarmak yerine, düşünceler eleştirilmiş ve bu düşüncelerin kimler tarafından savunulduğu sadece örnek olarak ortaya konmuştur. Düşüncenin nesnelliğe evirilmesinin koşulu da budur

 

Hegel’in küçük mantık adlı eseri, yalnızca usun işleyiş yolu olarak logosu ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda Usun işleyişinde düşebileceği ve düşeceği temel-ilkesel yanlış tutumları da, önceden gösterir. Bu yanlışların içinden geçmiş olarak açınan logos, yani yöntem, mantık, kendi-kendini kurarken, oluşta; içine düştüğü yanlışlıkları geride bırakmış olarak, onları olumsuz biçimde kapsar. Bu yol, logos’un gerçekleşmesinin zorunlu yoludur. Bu yolda Us, bu kendinde el değmemiş gerçekliği arayan bilinç olarak, kendi yolunda ilerlerken; soyut metafizik düşünce, görgücü ve sezgisel düşünce olarak önünde bulunan tuzakları baştan görerek, temizlenmiş bir yolda ilerlemenin kolaylığını hisseder. Çünkü her bir yanlış konumlanmanın içinden kerelerce geçerken onların yanlışlığının sınanmış bilinciyle gerçekliğe doğru ilerler. Böylece, sonuç olarak ortaya çıkan yöntemde Us, tüm yanlışları geride bırakmış olarak yoluna devam eder. Çünkü zorunlu olarak önce bu yanlış yolların içinden geçmiş ve onlardan zorlu çabalar sonucu yakasını kurtarmış olarak, onları olumsuz-(negatif) biçimde içine almış, ve bir dışsal tehlike olarak onlardan kurtulmuş bir biçimde yoluna devam eder.

 

Felsefenin tarihi Us’un bu hatalardan arınmasının tarihidir. Ama bu hatalar, yöntemde ortadan kaldırıldı diye, yaşamda da kendiliğinden ortadan kalkmaz, tersine kurgul-diyalektik olmayan her öznel bilinçte, sürekli olarak kendini yineler, o bilinç, dolaysız bilinç, ya da doğal-günlük bilinç biçimi olarak kaldığı sürece.

 

Hegel, bu yanlış yolları ana çizgileri ile üç ayrı tutum olarak işlemiştir, elbette keyfi olarak değil; Us, anlak kipinde ilerlerken önünde bu üç temel yanlışı bulduğu için. Böylelikle kendisinden önce ve sonra, usun deviniminde gide gele döşenmiş çıkmaz sokaklar ortaya konmuş ve bu yanlış tutumlardan hangisi ortaya çıkarsa çıksın, ne zaman ortaya çıkarsa çıksın, kimin tarafından savunulursa savunulsun, kaçınılmaz olarak bu eleştirinin altına düşeceği gösterilmiştir. Bu yanlış tutumlar keyfi olarak, düşünsel dünyaya atılmış değildirler; bunlar, düşüncenin bilgiye dönüşümünde, doğal olarak bağıntılı olduğu momentler arası geçişlerde, ya da oluşun ana durakları arasındaki ilişkilerdeki uygunsuz bağlanımlardan ortaya çıkarlar. Çünkü Us’un, ilkin anlak olarak, bu momentler arası bağlantılarının içinden geçmesi ne kadar zorunlu ise, anlağın olumsuzlanması ve kırılması ile de özgür Us’un bu bağıntıların içinden arınmış olarak ortaya çıkması da bir başka zorunluluktur.

 

Diyalektik kurgul Us’un yolundaki bu üç tutum ilkeseldir, bu tutumların içine giren, ya da onlardan türemiş olan ikincil tutumlar da, bunlar içinde incelenir. Bu üç tutumun ortak özelliği nesneye yönelişte düşüncenin özgür bırakılmaması, tersine kendisini özgürlükten yoksun bırakan yüklerle birlikte işe başlamasıdır, ya da evrik olarak Usun nesnesini düşünceye çevirme girişimine başlarken kullandığı gerecin bir kısmının imge, tasarım yada önyargılar kipindeki biçimlerden oluşmasıdır.

 

Düşüncenin gerçekliği elde etmek için bu üç tutumun deneyiminden geçmesi demek, onu, özgürlükten alıkoyan bu yüklerden arınması çabasında, başarılı olması demektir.

 

Yazımızın kapsamı gereği, bu üç tutumdan yalnızca ikisinin açımlamalarına ilişkin Hegel’in bazı belirlemelerini alıp Marks’ın felsefi tutumunun bu belirlenimler karşısında nasıl konumlandığını oryaya koymaya çalışacağız. Çünkü bu tutumlardan ikisi; soyut metafizik ve görgücülük (maddecilik) konumuz olan Marks’ın felsefi tutumu ile olumlu ve olumsuz, etkisel ve tepkisel olarak doğrudan ilişkilidir. Ancak öncelikle ilke sorunu üzerinde durarak, bu tutumların gerçeklik düzleminde konumlanışlarının, doğru saptamasını yapabilelim.

 

İLKE OLARAK "İDEA" SORUNU

 

Varlığın gerçekliği ki, geçicinin karşılığı olarak kalıcı olan, duyusal olmayanın karşılığı olarak düşünsel olan, görünenin arkasında, onun zemini olan, onu oluşturan ama görgül olmayan, “nesnelerin nedensellik yumağı, her şeyin modeli, planı olarak, usla kavranan soyut düşünceler olarak, İdeadır.

 

Aristoteles’ten bu yana, (hatta platon bile bu yanlıştan kendini alıkoyamamıştır) düşünce -madde( doğa) ayrımı yapıla gelmiş, bu ayrım çoğu zaman doğal bilince pek doyurucu gelmiş, ya da az çok arada- askıda-şüphede kalmalarda ise, bu iki yanın birliği olumsuzlanarak birlik lehine değil, ayrım lehine yorumlanmıştır.

 

Oysa ayrım, birliğin ayrımıdır, ayrım kavramı içinde ayrımsızlığı, yani birliği kapsar. Ayrım nedir diye sorulduğunda ilk akla gelen ayrılmış olandır. Bu nedenle ayrılmış olmak birliği öngereksinir. Ayrım ve birliğe dikkatli bakış, ayrımda birliği, birlikte ise ayrımı apaçık görür. Ayrım ayırmaktan, ayrılmaktan gelir ki, ancak birlik-bütün olan ayrılabilir. Ayrım ve birlik sözcükleri Türkçenin diyalektik ve kurgulu apaçık gösteren sözcüklerinden tipik bir örnektir. Her ikisi de kendinde karşıtını da taşır. Karşıtını dışarıda bırakmaz, tıpkı olguda karşıtların var olduğu ve yine de bu karşıtların olgu dışında-kavramda görünmemelerinin olanaksızlığı gibi. Bazı durumlarda dildeki bu sözcükler olgusaldaki birliği daha şimdiden kendilerinde taşırlar ve bu sözcüklerle olguya yönelmek düşünce için, insanın yokuş aşağı yürüyüşü denli hafifletici ve kolaydır. Yoksa Dilin görünümünde diyalektik -kurgul düşünceden çok sıradan anlağın egemenliği göze çarpar; anlağın oluşturduğu şey ise tek yanlıdır, diyalektiksizdir. Ama bazı sözcükler, gene de anlak sınırlarını aşar ve diyalektiği içerirler, bu sözcüklerde sözcüğün, karşıtlığını aramak, yani olumsuzunu bulmak gibi bir zahmetten kurtulduğumuz gibi, bu arayışın anlağı götüreceği kötü yollar da büyük ölçüde kapanır.

 

Doğanın ve düşüncenin tözleri aynıdır. Bu nedenle onlar birbirine dönüşürler. Bunun kanıtı nesnenin bilinmesi ve bilinenin nesnelleştirilebilmesidir. Doğadan elde edilen her bilgi doğanın düşünceye çevrilmiş halidir. Varlığa çevrilmiş her düşünce doğal-görgül olana, yâda zamansal olana sarılmış bir düşüncedir. Doğada, yâda tinde zemininde düşünce olmayan şeyler yoktur, var olan biçimler özlerin, düşüncelerin biçimleridir. Hiç bir görünüm yoktur ki bir kategori, bir düşünce taşımıyor olsun. Her varlık Nicelik, nitelik, kiplik, ilişki gibi a apriori yüklemleri taşır, tüm bu yüklemlerden soyutlanmış, bunları içinde taşımayan bir varlık yok varlık, boş varlık, bir hiçliktir. Bu kategorilerin kendileri düşünce öğeleridir, öyleyse varlık ta düşünce öğelerinin birliğinden oluşur.

 

Eğer böyleyse, her iki yan, duyusal olan ve düşünsel olan, aynı PAYDALI (zeminli) ise ki; -metafizik denilen şey tamda bu zeminin olanağıdır- bu iki yanın birlikte taşıdıkları şey, evrik olarak bu ikisini de taşıyan şey aynıdır ve bunun adı idea, yani düşüncedir. Öyleyse ortak bir ilkeleri vardır ve bu ortak ilke ne ise onunla adlandırılmalıdırlar. İdealizm kavramı iki yanın birlikte taşıdığı, yani onların ortaklıklarını oluşturan özden, ideadan, düşünceden doğar ve esasta içeriği de bundan başka bir şey değildir.

 

Nesnel idealist felsefe, düşünce ve varlığı ayırmıyor, ya da önce ayırıp sonra birleştirmiyor, burada bulunan öz iki değil ‘BİR’dir. Görünen ikilikten, biri, öteki bir’in yansımasının yarattığı yansıdır, kendinin yansımasıdır, farklı bir şey değil. Bir başka deyişle, biçimin, yani biçim olarak düşüncenin olmadığı varlık diye bir şey, kendi başına yoktur. Varlıkta kalıcı olan her şey düşüncedir. Bir yerde, insan kafasında düşünce duruyor, öte yanda ise varlık duruyor da bunlar, belirli koşullar altında ilişki kuruyor; biri gerçekliğin yuvası, öteki ise onu görmeye çabalayan bir göz olarak karşı karşıya geliyorlar ve görmek isteyen göreceğini alıp oradan ayrılıyor ve bu görüngüyü saklıyor, işine yarayacağı zaman onu saklı olduğu yerden çıkarıp kullanarak geri yerine yerleştiriyor… değildir. Ortada iki şey yoktur. Bir şeyin iki farklı görünümü vardır, biri elbiseli öteki çıplak aynı şey gibi, için-özün kendisi aynı, biri kabuğun içindeki fasulye öteki kabuktan çıkmış fasulye gibi. Varlık bir düşünce demektir, başka bir şey değil, ikisinin görünüş farkları us tarafından ortadan kaldırılabildi mi, şimdi anlamanın önündeki engel ortadan kalkmış ve düşünce ile düşünce yâda ikisinin birliği olarak yalnızca düşünce kalmıştır, çünkü yabancı görünen ve ikiliği yarattığı sanılan farklılık ortadan kaldırılmıştır. Varlıkta bulunan kabuk zamansal ve mekânsal olandır, yani bir yerde ve bir zamanda bulunan, evrik olarak başka yerde ve başka zamanda bulunmayan, ya da her yerde ve her zaman bulunmayan, geçici olan, süreklilik taşımayan. Bir başka ifade ile şöyle diyebiliriz. Varlık, düşüncedir. Sadece özel kipte bir düşünce, ama yine de düşünceden başka hiçbir şey değildir. Tıpkı suyun sıvı iken, buz iken ve buhar iken H2O, yani yalnızca su olması gibi.

Varlığı buz şeklindeki su olarak kabul edersek, karşısında bulunan su dan sadece eriyecek kadar bir zaman farkı vardır, yada fark sadece görüngüden ibarettir. Şimdi ve buradanın katkısı geçtiğinde ve onun evrenselliği ortaya çıktığında ayrım ortadan kalkacaktır.

 

Hegel’in İdea tanımının üstünden geçerek onu daha derinden kavramak için ilerleyelim. “Çünkü İdea, kavramın ve olgusallığın birliğidir; öyleyse bundan böyle var olan yalnızca İdea olandır. Sonlu şeyler, kavramlarının olgusallığını tam olarak kendilerinde taşımadıkları, tersine onu tamamlayacak başkalarına gereksindikleri için sonludurlar.”

 

Tanımda iki belirgin noktayı bir kez daha vurgulayalım. İdea olgusaldır, olgudadır, boşlukta, başka dünyalarda, görünmez âlemlerde değil. Bir şeyin kavramında ne varsa, olgu bunun yoluyla olgu olur, kavram dediğimiz şey ise ideanın taşıyıcısıdır. İdeasız ne bir düşünce ne de bir dışsal varlık bulunabilir. Var olan her şey, ideası var olduğu için var olur. Şimdi artık Platon’un ideanın nerede olduğunu bulamaması çoktan geçmiştir, göklerde aranan idealar alemi kendi oldukları yerde, var olan alemde, gözümüzün önünde ve her şeyde bulunmuştur, elbette göklerde onsuz değildir varlığın olduğu her yerde o vardır. Bu buluşun kâşifleri ve bu keşfi ilerletenler derece derece, Sokrates, Platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Kant ve Hegel’dir. Ama ideaya hala başka yerler arayanlar ve bulamamaya devam edenler varsa bu felsefenin ve ideanın ve söz konusu filozofların suçu olamaz.

 

Düşünme bilme, yada düşünme yoluyla bilme insanın, asıl, asli yani birincil eylemdir. Ya da bilme, insansal olan her şeyin amacının onda oluştuğu edimselliktir. Bu edimsellikte (faaliyette) kullandığımız gereç, -gereç ki, gerek olandır, o olmazsa faaliyeti yapamayacağımız şeydir- düşüncedir. Öyleyse düşünce olmadan hiçbir şey bilinemez. Bilme düşünce ile yapılır, düşünerek yapılır ve düşünce oluşturmak için yapılır. Bilme uğraşı demek düşünmek demektir, düşünmek demek ise bilme uğraşıdır. Bilme eyleminden düşünceyi çıkardığımız zaman geriye kalan hayvansal edimdir, salt içgüdü olarak bir itkidir, eylem değil. (eylemin içinde istenç olarak düşünce ve düşünce olarak istenç bulunur. Hayvansal edimde her ikisi de bulunmaz ve o nedenle hayvansal edim eylem değildir.)

 

Bilmenin yapılabilmesi için bilinecek olanın düşünceye çevrilmesi gerekir ki, onu bilecek olan da, zaten düşüncedir. Doğada, toplumda ve insan davranışlarında hiçbir şey, çıplak düşünce halinde değildir. Doğada her şey görgül bir biçim ile kaplanmış olarak düşüncedir. Toplumsal bilimlerde ise nesne düşüncenin öteki öznel tinsel biçimler ile kaplıdır, duygular, amaçlar, tutkular vb. Düşünceye çevrilmemiş doğal bir nesneyi, bir davranışı ya da toplumsal bir olguyu algılar ve görgül bilince çeviririz, sonrada arı düşünceye. Bu çevrim işlemi zorunludur. Gökyüzüne bakarak dünyanın güneşin etrafında döndüğünü anlayamayız, bunu bilebilmek için, bilme konusunun nesnesinin içeriğinde yer alan her şeyi, burada; kütleyi, hareketi, zamanı, mekânı, kuvveti, çekimi, yörüngeyi, hızı, bu görgül olmayan kategorilerin tümünü kullanmamız gerekir ki, bunlar arı düşüncelerdir, (nesneye bakınca görünüm dışıdırlar, görünmezler) ya da varlığın, kategoriler birliğine çevrilmiş halleridir (kipleridir). Bir kütleye bakarak, onu koklayarak, elleyerek, sesini dinleyerek bu kategorileri yani düşünceleri ve bunların zorunlu bağıntıları olan yasaları F=m.a formülünde bulmayız.

 

Nesne var oluşta iki kipliklidir ve bu iki kipliğin birliği olarak nesnedir. Biri görgüllük olarak geçici ve koşullu olan, bu nedenle de duyular için nesne olan ki, ‘görünüştür’, öteki; aynı zamanda görgül olanın da nedeni olan, ama kendisi görgül olmayan, tam tersine koşulsuz olan, kalıcı olan ve bu nedenle de us için nesne olan kipliktir ki, bu, tözdür, ‘Öz’dür.

 

İdea Düşünce kipindedir ve özdür. Hegel’deki anlatım ile İdealizm şu formüle indirgenir. (kuşkusuz bu anlamlandırma sadece Hegel’e özgü değildir, platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Leibniz, Fichte, Shelling daha yetmez mi, tümü için de idea esas olarak aynı anlamdadır)

 

“Sonlu olan idealdir”. Formül çok basittir, sonlu dediğimiz şey, bilgiye konu olan doğal ya da tinsel, yani insani ve toplumsal nesnelerdir. İlki fiziğin, kimyanın, yani doğanın nesneleridir, ikinciler, ekonomi, hukuk, devlet, vb. toplumsal, sosyal nesneler ya da psikoloji gibi tekil insani olanlardır.

 

Bu iki nesne türü de sonludur, yani değişirler, başlangıçları ve sonları vardır,bir başka nesne tarafından sınırlandırılırlar ve sürekli bir değişim içindedirler. Başlayanın, başlangıçtan ileriye doğru her adımı düşünceye çevrilebilir. Bu işlem sondan geriye doğru da yapılabilir. Son-uçtan geriye doğru varlığın oluşundaki her moment başlangıcına kadar düşünceye geri çevrilebilir, yani bilinebilir. Bütün sonlular ideal olduğuna göre, ideal olmaları düşünceye çevrilebilir olmaları anlamına gelir. Daha genel bir ideal vurgusunu Hegel’den dinleyelim:

 

“İdeal ile denmek istenen başlıca tasarım biçimidir ve genel olarak Ben’im tasarımımda ya da kavramda, düşünce de, imgelem de, vb. olana ideal denir, öyle ki genel olarak imgesel olan bile ideal sayılır, tasarımlar ki yalnızca reel olandan ayrı olmaları değil, ama özsel olarak reel olmamaları gerekir. Gerçekte Tin sözcüğün asıl anlamında İdealist olandır; onda üstelik duyumsarken, tasarımlarken bile, ama özellikle düşünen ve kavrayan olduğu sürece, içerik sözde reel belirli varlık olarak bulunmaz; Ben’in yalınlığında böyle dışsal varlık yalnızca ortadan kaldırılmış olarak bulunur; benim içindir, ideal olarak bendedir...”

 

İdealizmin “gerçek felsefede” asıl anlamı budur. İdeanın, idealizmin başka birçok anlamı ve biçimleri ilkin konu dışında bırakılmalıdır. Örneğin düşünce varken maddenin olmadığı, ya da düşüncenin bir yerde durduğu maddenin ise bir başka yerde bulunduğu, soyut düşüncenin tekil bir özne olarak evreni yarattığı, yada belirli bir tanrı tasarımı ile ilişki v.b ikincildir. İdealizm belirli bir Tanrı’yı bilmeyi değil, salt bilmeyi ilke alır, tanrının bilinmesi, başka şeylerin bilinmesi gibi bir nesne olarak ondan sonra gelir. Ya da esas olan bilmedir. Bilmenin nesnesi ise ikincil ve türlü türlüdür. Sokrates, platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Lebiniz, Kant, Hegel bu anlamda idealisttirler, idealizmin bu filozoflar için eğer ikincil bir anlamı varsa bu birinciden türeyenlerdir.

 

İnsanın eyleminim esas anlamı ve amacı nesnelerin, görgül biçimden düşünsel biçime çevrilmesidir, ya da sonludan sonsuza. Bilimin tarihi de, tarihin bilimi de bu çevirinin mükemmelleştirilmesinden ibarettir. İnsanın düşünmeye başlaması bu çevirme işine başlaması demektir. Düşünce geliştikçe bu çeviri daha iyileşecek ve çevrimler iyileştikçe bilim daha ilerleyecektir. Öyleyse insan bir çevirmen, bilim bir çevirme eylemidir. Tüm bilim özgün nesnelerin düşünsel biçime çevrilmesinden ibarettir; Marks’ın Kapitali de, Newton’un yasaları da, Einstein’ın E=m.c2 formülü de.

 

Marks, ekonomik hayatı düşünsel biçime çevirmek için Kapitali yazmıştır ve onu olabildiğince doğru çevirmiştir. Kapitalizm bilginin nesnesi olarak idea ve idealar birliğinden başka bir şey değildir. Hegel ideanın somut insanla ilişkisinin ne kadar yakın ve ona ve nesnesine içkin olduğunu belirtmek için söyle der:

 

“İdea söz konusu olduğu zaman, bununla ilkin uzakta, öte- yanda duran bir şeyi tasarımlamamak gerekir. İdea, tersine baştan sona şimdide bulunandır ve benzer olarak her bilinçte de bulunur.”

 

"İDEA" KAVRAMININ BİR KEZ DAHA AÇINIMI

 

Marks'ın idea kavramına başka anlam vermeye hakkı yoktur.

Nesnel idealizminin özü, çoğu zaman soyut idealizm ya da soyut metafizik ile karıştırılmıştır. Felsefe soyut İdealizmden- soyut metafizikten yakasını kurtarmak için binlerce yıl didinerek bir entelektüel birikimin oluşmasını beklemiştir. Yine de bu bekleyişin sonunda bu keşif yapıldı diye, herkes soyut metafiziğin üstesinden gelmiş de değildir. Ayrıca gerçek felsefe, nesnel idealizmi keşfetti diye, bu keşif kendiliğinden her bilince girecek kadar kolay kavranır hale de gelmez.

Çünkü; Usun, soyut idealizmi yani soyut metafiziği, ve öteki yanlış tutumları çürütmesi, onun üstesinden gelebilmesi nasıl tarihsel olarak uzun bir çaba ve birikimin sonucu ise; onun, tek tek herkesin bilincinde de bu uzun yol geçilmeden ortaya çıkması olanaksızdır. Soyut idealizme, soyut metafiziğe duyulan tepkinin ve ona yöneltilmesi gereken eleştirinin bir bütün olarak idealizme yöneltilmesi, bu ikisinin arasındaki ayrımın dikkate alınmaması felsefi cehaletin en kötü meyvelerini verdiği yer olacaktır. Usun soyut metafiziğin içeriğine duyduğu içsel tepki, onu özgürlüksüz bırakarak, duyduğu tepkiyle dolayımlanmış bir içeriğe yöneltmiştir. Böylece düşünce soyut metafizikten kurtulmaya çalışırken kendini onun karşıtı olan bir konuma savrulmuş bulmuştur ki, bu konum genel olarak görgücülük ve onun çeşitli biçimleri olarak ortaya çıkmıştır. Elbette karşıtı gibi bir soyutlama olarak, sadece ad değiştirerek; metafizik kavramı yerine madde kavramı konmuş bir soyutlama.

Oysa yanlıştan kaçınmak için salt yanlışın karşısında konumlanmak ve onu dışarıda bırakmak bir başka yanlıştır, bir uçtan ötekine atlamak, bir kez daha eleştirdiğinin eleştirilme nedenin altına düşmektir. Yada yerini değiştirmek için dışarı fırlamak ama kaçtığı yerin, aynısının bir başkasının içine düşmektir. Düşünce için zorunlu bir boşa sıçrayış ki, bu yeni geldiği karşıt yeri, görgücülüğü olumsuzlaması, yani burada da kendini tamamlayamayıp, bulamayıp kaçışı ise, soyutluktan kurtuluşunun sonu olarak somut olgusala varışı ile sonuçlanabilir. Ancak her zaman değil. Düşünce karşıtından yakayı kurtarabilmek için, onu içine alarak, kendisiyle birlikte yeni bir Birreşime dönüştürmek zorundadır, özgürlüğü için başka olanağı yoktur ve bu olanaksızlık yolunun zorunluluğundandır.

Düşüncenin görgücülüğün bir biçimi olarak maddecilik adı altında soyut metafizikten kurtulmak için karşıtına sığınışı ama orada da tutsak kalışı.

 

  1. Bölüm

KOPUŞUN BİÇİMİ

 

Üzerinde işlem yapacağımız, ince-eleyeceğimiz, eleştireceğimiz nesne Marks-Engels’in felsefi tutumlarıdır. işlenecek nesnenin bizzat odağına yönelmek, onu oluşunda izlemek, veya oluşuna eşlik ederek oluşla birlikte ilerlemek doğru yöntem olmalıdır. Yoksa o nesne yerine kendi yarattığımız eklentilerle ya da eksiltmelerle başkalaştırdığımız bir nesneyi koymamak için, nesnemizin sınırlarını bizzat o nesneyi yapanların çizimine, sınırlamasına bırakmalıyız. Bu tutumun, yani nesnemizin sınırlarını bizzat kendilerinin belirlemelerinden almak için, bu nesnenin biçimlenişini, yani oluşunu Marks ve engelsin anlatımlarından ortaya koymayalım.

Marks ve Engels’in kendi felsefi tutumlarını belirleme sürecinin, biçimini ve gereçlerini açıklayan yazılı metinleri şöyle sıralayabiliriz:

 

  1. Marks’ın el yazmaları.
  2. Marks ve Engelsin birlikte kaleme aldıkları, “Alman ideolojisi” adlı ve yazıldığı zaman basılamayan, “Biz, görüşlerimizi açıklığa kavuşturmak olan başlıca amacımıza vardığınız için, elyazmasını [2] farelerin kemirici eleştirisine seve seve terk ettik” dediği ve Feurbach üzerine ünlü on iki(12) Tezin de bulunduğu çalışma. [1]
  3. ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Marks ve Engels tarafından ayrı ayrı yazılan özsözler.
  4. Marks’ın, Kapital’in ikinci Almanca baskısına yazdığı sonsöz.
  5. Engelsin yazdığı Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu.

Söz konusu metinlerin her biri üzerine kısa irdelemelerden sonra tümünün ortak olarak taşıdığı zeminin açınımı ilerde yapılacaktır.

 

Bu beş esreden özellikle sonuncusu birkaç bakımdan daha önemlidir. Neden daha önemli olduğunun bir yanını Engels şöyle belirtiyor. “O dönemden beri,(felsefi tutumlarını belirledikleri gençlik yılları) kırk yıldan fazla bir zaman geçti ve ikimizden biri yeniden bu konuya dönme fırsatını bulamadan Marks öldü. Hegel ile olan ilişkilerimiz konusunda çeşitli nedenlerle düşüncelerimizi açıkladık, ama bu açıklamalar, hiçbir yerde sorunu tamamlayıp, konuyu kapatıcı nitelikte değildi. Hiçbir zaman Feuerbach konusuna yeniden değinmedik, bununla birlikte Feuerbach, pek çok bakımdan Hegelci felsefe ile bizim anlayışımız arasında bir ara halka idi.” [2]

 

  1. a) Hegel ile olan ilişkilerimizin açıklanması eksik kadı.
  2. b) “ Feurbach konusuna bile yeniden değinemedik”, bellikli aynı eksiklik burada da kabul ediliyor. Bu eksiklik giderilebilseydi, belki nedeni olan eksikliği de ortadan kaldırabilirdi. Yani tekrar Feurbach’a dönülebilseydi iyi niyetli bir beklenti ile bakarsak, zorunlu olarak Hegel’e dönülecek ve başlangıcı yeniden inşa etmek mümkün olacaktı.
  3. c) ve en önemlisi; Hegel ile kurulan ilişkinin doğrudan bir ilişki değil, feurbach dolayısı ile bir ilişki olmasıdır.

 

Engels, bu çıkarımlarımızı başka bir yerde yeniden doğruluyor..

“Bu satırları baskıya yollamadan önce, eski 1845-1846 elyazmasını yeniden çıkardım ve bir kez daha baktım. Feuerbach üzerine olan bölüm bitirilmemiş. Kaleme alınan kısım, ancak bizim o zamanki ekonomi tarihi konusundaki bilgilerimizin ne kadar eksik olduğunu tanıtlayan bir materyalist tarih anlayışı açıklamasından ibaret. Burada Feuerbach öğretisinin bile eleştirisi bulunmadığı için, şimdiki amacım bakımından elyazmasından yararlanamazdım...

 

Marks ile Engels’in birlikte kaleme aldıkları bu basılmayan metin Alman ideolojisi isimli çalışmadır ki; felsefi kopuşla ilgili bir çalışmanın içinde felsefe ile ilgili -5-6 sayfa vardır ve gerisi ekonomi ile ilgilidir. Buradan ne anlaşılmalı, her ikisinin de felsefi bir tutum belirlemek amacıyla bir çalışmaya koyulmaları, ama bu çalışmanın içeriğinin esas olarak ekonomi üzerine olması- ki bunu Engelsin belirtmesi- ne anlama gelir? Hiç olmazsa konunun üzerinde yeterince yoğunlaşmadıklarını, bunun konu ile ilgili söyleyecekleri sözün azlığından veya olgunlaşmamış oluşundan da ileri gelebileceği, kendi olgunlaşmış olan düşüncelerinin ötesinde ciddi ile felsefeyi ciddiye almamalarından, ikincil ve önemsiz görmelerinden veya başka bir nedenden.

 

Ama her ne olursa olsun, bu eksik çalışmanın sonuçlarından hareket edilecektir ve hareket etmişlerdir. Bu yetersizlik Engels tarafından itiraf edilir, ama gene de basit bir hataymış gibi geçiştirilerek. Engels eksikliğin biçimsel olarak farkındadır, ama bu eksik biçimin oluşturacağı içeriğin, biçimin yansıması olarak ne kadar eksikliksizlikten uzak olacağı açıkta durur. Bu konuda suskunluk iyi niyetlidir ve bir yanlışı gizleme çabası değildir, ama yine de yanlış, yanlış olarak kalmaya devam eder ve peşi sıra gelecek her edimsellik bu yanlış tutumda türer.

 

Engels devam eder: “Feuerbach üzerine on iki tezi yeniden buldum. Bunlar, sonradan işlenmek üzere çabucak kâğıt üzerine çiziktirirmiş, hiç de baskı için hazırlanmış olmayan yalın notlardır, ama yenidünya anlayışının dâhiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge olarak ölçülemeyecek bir değer taşıyorlar”. [3]

 

Birincisi; Engels bu çalışma ile bütün ömrü boyunca hisselikleri eksikliği ortadan kaldırmak istiyor. Kuşkusuz bu eksiklik kendilerinin kopuşunun hikâyesinin eksikliği değil, bu kopuşta çözülmemiş sorunların olduğu kendileri tarafınsan da hissediyor Ve ilginçtir Engels’in gidermeye çalıştığı bu eksiklik onun bu çalışmasıyla kapatılmadığı gibi, bu çalışmadan sonra çok daha fazla açığa çıkmış görünüyor. Engels bu kopuşun içeriğine -özüne dair yeni hiçbir şey söylemiyor, eskiyi tekrar ediyor, ama hiç olmazsa bazı konularda yeni söylemiş oldukları, söylememiş olduklarından dolayı oluşan, boşluğun büyüklüğünü, vahametini göstermesi açısından daha fazla aydınlatıcı oluyor.

 

İlk kopuştaki eksiklik; Hegel’den kopuşta neyden kopulduğunun açıkta kalması, bir biçimde devam etmiştir. Kopulanın Hegel varsayılması,-kopuşun biçiminin böyle olduğunun sanılması, konunun üzerine tekrar gidilmesinin önüne geçen bir muğlâk alan oluşturmuştur. Oysa kopulmuş olan anlaşılmadan(Hegel felsfesi) kopuşun ve sonrasının anlaşılamayacağı, kopulanın Hegel olduğu sanısı, gerçekte ise Hegel yorumcusu Feuerbach’ın Hegel’inden kopuş ve ayrıca bir kez de, çarpık Hegelyen Feuerbach’ın kendisinden kopuş, kopuşlar sürecin karmaşası ve bu karmaşadan çıkacak nesnenin, netlikten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

 

Kopuşun Hegel’den olmadığını Marks çok açık belirtir.”1845 ilkyazında o da (Engels) gelip Brüksel’e yerleştiği zaman, birlikte çalışmaya ve alman felsefesinin bakış açısı karşısında olan kendi bakış açımızı oluşturmaya karar verdik: bu gerçekte bizim geçmişteki felsefi bilincimizle hesaplaşmamızdı. Bu planımız, Hegel sonrası felsefenin bir eleştirisi biçiminde gerçekleşti.” [4]

 

Marks ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları ama yayınlanmayan bu ünlü eserin başlığı şöyledir: “Alman ideolojisinin en son temsilcileri Feuerbach, B. Bauer ve Stirner’in kişiliğinde alman felsefesinin eleştirisi”

 

Neden ve kimden koptukları sorusunun yanıtını almış olmamıza karşın, bu çok önemli konuda Marjın söylediklerini bir kez daha okuyalım.

 

“Strauss’tan Stiner’e kadar bütün Alman felsefi eleştirisi dinsel tasarımların eleştirisi ile sınırlı kalır. Hakiki dinden ve tam deyimiyle tanrıbilimden yola çıkıldı. Dinsel bilinçle, dinsel tasarımlar ile söylenmek istenilen, daha sonra değişik belirlenimler aldı.

Kaydedilen ilerleme, metafizik, siyasal, hukuki, ahlaki, ve başka alanlardaki tasarımları da üstün geldikleri iddia olunan dinsel yada tanrı bilimsel tasarımlar alanına bağlamaktan ibaretti; aynı biçimde siyasal, hukuki ve ahlaki bilincin dinsel ya da teolojik bir bilinç olduğu, ve siyasal, hukuki ve ahlaki insanın dinsel olduğu bildiriliyordu. dinin egemenliği postulat olarak kondu ve yavaş- yavaş her egemen ilişkinin dinsel ilişki olduğu ortaya atıldı ve sonra, bu, bir din haline, hukuk dini, devlet dini vb. haline getirildi. Her yanda artık dogmalarla ve dogmalarda inançla uğraşılıyordu...” [5]

 

Marks’ın “Hegel sonrası felsefenin bir eleştirisi” ifadesi biçimsel mantık açısından Hegel felsefesini de kapsar. Hatta Hegel’e kadar olan bütün felsefe tarihini. Ama Marks’ın anlatımının içeriğine bakarsak ki,-bu içerik o aşamada yaptıkları eleştirilerin içeriğidir- Hegel sonrası felsefeden öznel kastı ne olursa olsun, nesnel içerik; Feuerbach, Stiner, Bauer vb. aynı dönemin kötü yorumcuları olan adlardır. Bu adlar ve daha başkalarının hiç biri, kendilerinden önceki felsefenin ve felsefe tarihinin toparlanmış bir halini ortaya koyma gibi bir başarıdan çok uzak olmaları yanında Hegel’i de anlamakta da çok başarısız oldukları Marks ve Engels tarafından birçok kez ifade edilir. Ve en önemlisi yukarıdaki alıntıda Marks, adeta felsefi olarak kayışlarının neden maddeciliğe doğru olduğunun içgüdüsünü dışa vurur. Çünkü felsefe denilen şey kendileri için daha çok günün felsefesi idi ve yukarda marksın açığa koyduğu gibi bütünüyle soyut metafiziğe, dine batmış bir felsefe idi.

 

İkincisi Engels bu metni 1886’da yazmıştır. Bir arayış içinde oldukları gençlik yılları çok gerilerde kalmış, Marks öleli üç yıl olmuş ve Engels en olgun çağındadır, aradan geçen uzun yılların, düşüncesinde dinginleştirici ve olgunlaştırıcı etkisi olabilecek en üst noktaya varmış olmalıdır.

 

Üçüncü olarak Engels; Feuerbach’ın Hegel ile aralarında bir halka olduğunu, yani bir tür doğrudan doğruya Hegel’den kopmak yerine, Feuerbach yoluyla koptuklarını söylüyor ki, bu nokta kopuşta çok önemli sonuçlara yol açacaktır.

 

Hegel’den kopulacak yeri kendileri belirlememiştir, Feuerbach’ın belirlediklerinin bazı noktalarını doğru olarak kabullenmişlerdir. Bu sonuç Marks ve Engels’in Hegel sistemini doğru dürüst incelemediklerini gösteriyor ki, bu nedenle sistemin kendilerince bütünlüklü bir biçimde anlaşılamadığını da. Pek açık ki, her ikisinin de sonraki yapıtlarına baktığımızda Hegel sistemini kavramak konusunda Feuerbach’tan çok daha iyisini yapabilecekleri konusunda kuşku duymak imkânsızdır. Ama her ne olursa olsun Hegel’den kopuş, Hegel çapında bir filozofun sistemini anlayacak çaptan çok uzak bulunduğu bu gün daha iyi anlaşılan Feuerbach’tan ödünç alınmıştır. Kopuşla ilgili öteki eserlerde bulunan anlatımlar, zamanı geldikçe, yazının ilerleyen bölümlerinde ele alınacaktır.

 

BİÇİMİN YANLIŞLIĞININ YOL AÇTIĞI İÇERİKSİZLİK.

 

Marks’ın felsefi tutumunu oluşturma aşamasında felsefeye karşı baştan savma davranışı yalnızca doğrudan Hegel’i değil de, Hegel ardıllarını eleştiri nesnesi olarak almış olmasında görülmez, ayrıca bu biçimsel kopuşun içerikte yol açtığı felaket, doğrudan hegele yapılan göndermeyle bağlanan iki cümlelik ünlü aforizmasında da, “idea” sorunun çözümlenmemesinde görülür.

 

“Hegel için, onun, idea adı altında bağımsız bir özneye dönüştürecek denli ileri gittiği düşünce- süreci olgusalın (Platonik) Demurgesidir, olgusal yalnız onun dışsal görüngüsü olmak üzere. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir “ [6]

 

Burada bağımsız özne denilen şey, kavram olarak, Tindir, Logostur. Ya da Platon ve Aristoteles’teki yaratıcı yanı olmayan, yalnızca yapıcı özelliği olan Tanrı olarak ‘Demurge’dir ki; (belirtmek gerekir ki, Logos Platon’da ve kısmen Aristoteles’te yeterince somut değil, soyuttur, tekile bağlanımı tamamlanamamıştır) her şeyin düzene girmesinin nedeni, her şeyin bir düzen içinde oluşumunun etker nedeni ki, koşulsuz olandır ve koşulsuz olarak olguda bulunur.

 

(Hemen belirtelim ki, Hegel demurge kavramını kullanmaz, logosu kullanır,) Marks’a göre böyle bir şey var mı, belli değildir. Ama özne yada bağımsız ve ya bağımsız özne ise hiç değildir. Formsuz bir hule olarak soyut madde özne olamayacağına göre neyin özne olduğu Marks’ı ilgilendirmez, varsın bu en büyük soru boşlukta kalsın ve biz gene de düşünmeye devam edelim! Felsefeye göre ise logos vardır, olmak zorundadır çünkü o olmadan başka bir şey olamıyor, bu mümkün olamayacağı için olamıyor. (Logos daha Herakleitos’tan itibaren bulunmuş ve ana karakteri anlaşılmıştır.). Ve sadece, ‘O’ bağımsız öznedir, değişmeyen tek şey odur ki, değişen her şey ona göre, onun yoluyla, ona uyarak değişir. Bağımsız öznenin de içeriği bundan başka bir şey değildir.

 

Eğer, varlıklar kaos içinde değil de sürekli bir düzen içinde birbirleri ile ilişki sürdürüyorlarsa, bu durumu, onların yasalara bağlılıkları olarak adlandırırız. Hiç bir şey kaos içinde değildir, her şey yasaya bağlıdır, çünkü bir düzeni vardır, ve bu düzen adı gereği düzenlidir, düzensiz değil. Düzen olan yerde logos hâkimdir, saltık anlamı ile hâkimdir ki, bu saltıklık ona tam bağımsız böylece tam özne’lik karakterini verir, logosun özü en yüksek özne olmaktır.

 

Alıntıya devam edelim; “Düşünce-süreci olgusalın Demurgesidir, olgusal yalnız onun dışsal görünüşü olmak üzere”. Öncelikle olgusal salt bir dışsal görünüş olamaz, görünüş adı üstünde sadece görünüştür, bir görünmeyenin da var olduğunu işaret eder. Görünen olanın geçici, görünmeyenin ise kalıcı ve sürekli olduğunu onların karakterinden bilmekteyiz. Hayır, Hegel’de olgusal olan dışsal olan değildir. Hegel yüzlerce yerde olgusalın içsel ve dışsal, görünüş ve özün birliği olduğunu vurgulamıştır. Her olgusal oluştan geçmiştir ki bu süreç kavramına göre, ideasına göre olmuştur.

Bu cümlede Marks olgusal olanla dışsal olanı Hegel’in aynı gördüğünü belirtiyor ki, Oysa olgu nesnenin kendisidir, sadece maddi kısmı değil, maddi ve ideanın, yani düşünsel olanın birliğidir.

 

Marks’tan alıntının ikinci kısmını tekrar anımsayalım.”... Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir. [7]

 

Marks’a göre, maddi dünya insan aklına yansıyor; ilkin, maddi dünyanın iki formu olduğunu biliyoruz, biri görgül öteki düşünsel. Akla yansıyan bunlardan hangi biçim? Burada düşünce biçiminin yansıdığı anlaşılıyor. Çünkü anlıka madde madde olarak bulunamaz, o zaman yansıyana maddi dünya denemez. Yansımış olan yansıyanın kendisi olmalıdır, başka kipte değil, eğer yansınan yere başka kipte bir şey koyulmuş olsaydı buna yansıma denemezdi, yansımanın doğası gereği. O zaman geriye kalan şu ki; maddi dünyanın düşünsel ilişkileri insan Tin’ine, düşüncesine yansıyor. Kuşkusuz ki bu doğrudur, ama bu tek yanlı belirlenim öteki yanı dışarıda bırakır. Çünkü maddi dünya kendiliğinden oluşmamıştır, onu oluşturan birikmiş insan düşüncesidir, insan düşüncesinin düşünce olarak maddesel dünyaya aktarımı Marksın söylediğinin ters yönünde bir yansımadır ki, bu yönde yansıyan marksın bağımsız özne dediği biriktirilmiş Tin’den başka bir şey değildir. Bu karşılıklı yansıma bütün toplumsal olgusallıkta kendini gösterir. Ya da bütün toplumsal olgusallık bu karşılıklı yansımanın olgusallaşmasıdır. Bütün devinim düşüncenin devinimidir, ister olguda olsun ister insan beynine dönmüş olsun.

 

Marksın maddi dünya lehine indirgemeci tutumu, olguyu diyalektik momente sabitlemesinden ve karşıtlıkların iç akışkanlığının somut birliği olan kurgula ilerletmemesinden, ya da kendinin ilerleyememesinden kaynaklanır. Ya da bu ilerlemenin yapılamaması diyalektik momentte çakılıp kalmasına yol açar. Her iki durumda da aynı sonuca varılır, kendi kendini olgudaki gerçekliğin bir paçasına bağlanmış halde bırakır, Öte yan ‘öte’ olarak kalır.

 

İkinci olarak; düşünsel form değişikliğini salt yansıtıcı olan bir ortam yapamayacağına göre; ya nesnenin kendisi devindirici olmalı ki, nesne öznenin karşısında devindiren değil devinendir, yada insan Usunun kendisi bu devindirici ödevini yüklenmeli ki özne olduğu için bu görev zaten onundur.

Oysa Marks’ın metninde: İnsan usunun değiştirici deviniminden söz edilmez, sanki us pasif bir ortam olarak yansıtıcıdan başka bir şey değildir, bu nedenle özne de değildir, olsa olsa nesnenin nesnesidir, nasıl oluyorsa. Ya da orada kendinde maddi varlık ne derse Us o biçimi alıyor gibidir.

Ki bu görüngü bilgidir, ya da bilgi görüngüdür demektir. Geldik geri Sokrates öncesine sofistlere. Bilinç Usun ipinden kopunca nereye gideceği belli olmaz gibi görünüyor ama kendi köküne varıyor, hem de hızla.

 

Oysa anlağın nesnesini, önce tasarım biçiminde kendine aldığı, ama bu alışta kendisinin bir katkısı olmadığı, sadece yetisi gereği nesneye hiçbir şey katmadan sadece onun görgüm imgeselliğini kendine aldığını söyleyebiliriz.

 

Öte yandan bir yeti olarak Us, kendisi düşünce biçiminde olduğu için ve çift yanlı özne olmak gibi bir elastikiyete sahip olduğu için; zaten kendinde bulunan tasarımı düşünceye çevirir, çevirdiğini kendi kendine yansıtır, başka bir ortama veya araca değil, bu çevirdiği artık kendisi olmuştur; ama sahip olduğu elastikiyetten ve sonsuz özne olma karakterinden dolayı, artık kendi olan biçimini kendinden de ayırabilir ve ayırır, bir nesne gibi karşısına alır, şimdi bu yeni nesne yine kendisidir ve kendi kendini karşıya koyma her durumda kendine geri döner; kısaca kendisi ve karşısına aldığı kendisi arasında bu değişim yine kendisi tarafından başarılır ve bu aynı şeyin iki yanlı oluşumu düşüncenin, nesnesinden özneye ve öznesinden öznenin olmuş nesnesine yansımasıdır.

 

Usun bu kendi kendini üretmesinin öyküsü Hegel’ce Tinin görüngübiliminde ve Mantığın bazı yerlerinde ayrıntılı olarak incelenmiş ve işlenmiştir. Marks Hegel’in bu çalışmalarını daha özenli incelemiş olsaydı...

 

Markta “insan ideasının” tek-yanlı olduğu ve bu tek yanın onun ekonomik bir varlık olması olarak ortaya çıktığını daha Hegel’den kopuş aşamasını birlikte yaşadıkları yakın arkadaşı Ruge söylemiştir.

Daha sonraları Marks’ın düşüncesine eleştirel gözle bakmaya çalışan her ciddi çalışmada, sistem içinde göze ilk görünen bu tek yanlılık olmuş, sosyalizm deneyiminden sonrada ortaya çıkan yıkıntıların incelenmesinde devrilen sütunların ilk göze çarpanlarından biri, yine yıkıntılar arasında ‘tek boyutlu’ insandır.

 

İnsanın tek boyutluluğu Marks’ın sistemi içinde, sistemin öteki öğeleri ile uyumsuz bir belirlenim olarak tek başına orada duruyor değildir. Bu tek yanlılık sistem ile uyumsuzluk içinde olmadığı gibi tersine sistemin bütün öğeleri ile uyum içindedir. Çünkü sistemin kendisi baştan aşağı tek yanlıdır, “insan ideası” da bu tek yanlı sistemin tek yanlı bir momentidir. Tek yanlılık sistemin tümüne yayılmıştır, çünkü temel ilke, tek yanlı belirlenmiştir. Bir başka ifade ile sistem içindeki bütün alt sistemlerde, yani bütün olgularda düalizm kabul edilmiş, gerçek ikiye bölünmüş ve bu bölünmüş yanlardan biri ilke olarak alınmıştır, öteki ise sistemin dışına atılmıştır, böylece sistem bir soyutlamanın, tek başına var olamayan bir temelin üzerine kurulmaya çalışılmıştır ki, bu bir sanısal temeldir, gerçek bir temel değil, çünkü karşıtının desteğini taşımaz.

 

“Marks için insan düşünen değil, etkin bir varlıktır” [8]. Bu önermede düalizm kendini o kadar bariz gösterir ki, ve bu düalizmin yarattığı anlam karmaşası o kadar durudur ki pek az bir dikkat bile onu tam anlamı ile fark eder. Düşünen ve etkinlik kelimeleri insanın iki yüklemi olarak ayrı ayrı koyulur. Oysa insan için etkinlik bir düşüncenin etkinliğidir, yani etkin olan, etkin olmadan önce düşüncedir ve etkin olurken de düşüncedir, burada düşünceye eklenen şey istençtir ki, burada ikincildir, etkinlikte gerçek kalıcı olan yalnızca düşüncedir. Yok eğer istençten söz ediliyorsa istencin gereci düşüncedir. Etkinlik sonucu meydana gelen bir insan yaratısı varsa o da geçicidir, onda kalan, kalıcı olan sadece düşüncedir. Matematik konusunda etkin olan birinin etkinliğinin düşünceden başka bir gereci de yoktur. Her ne olursa olsun düşüncesiz insani etkinlik olanaksızdır. Etkinlikten düşünceyi çıkardığınız zaman düşüncenin yerine itki geçer ki, insani olan değil, hayvani ve giderek doğasal olandır...

 

KARŞITLARIN DİYALEKTİĞİ ve DİYALEKTİK’DEKİ DÜALİZM

 

Türkçede “karşıt “kavramı, saydamdır, içini gösterir. Diyalektiğini, yani karşıtını, kendi içinde ama apaçık taşır. Bu nedenle, kendinin diyalektiğini, ya da kendinin diyalektiği yoluyla dilin diyalektiğini arı duru anlatan, yalın, yap-yalın bir sözcüktür.

 

Karşıt denince sadece karşıyı anlarız, başka bir içeriği yoktur, ne nitelik ne nicelik olarak, ne de ilişki olarak. Karşıt, İlişki olarak sadece kendi ile ilişkilidir, çünkü karşısı olduğu şey de bir karşıdır. Bu nedenle sadece karşı olarak vardır. Karşı olma yüklemini kaldırdığımız zaman onda başka bir yüklem kalmaz. Tek bir yüklem taşıyan kavram soyuttur, sadece kendi boşluğu ile baş başadır. Çünkü kavram ve nesnelerin içi-özü onun kavramında bulunan yüklemlerin karşılıklı ilişkilerinin oluş süreçleridir. Karşı bir başka karşı olmadan karşı olamaz, böylece içinden bir karşıt daha çıkarır, çünkü kendisi karşıt olmakla sadece bir şeyin karşıtıdır, çok şeyin değil, o bir şey ise kendisinin karşıtı olarak bir başka karşıttır, ama kendisinin karşıtıdır.

Karşıt karşıtının karşıtı olarak karşıttır. İkisinin de karşıttan başka bir şey olmamaları soyut özdeşliklerinin kanıtıdır, ayrımların kanıtı ise birbirinin karşıtları olarak ortaya çıkmış olmalarıdır. Buraya kadar diyalektik momenttedirler, yani sadece iki karşıt. İki karşıt olmalarına son vererek Somutlaşmaları olumsuzlanmaları olarak oluşları, içerik kazanmaları kendilerini ortadan kaldırmakla ortaya çıkar ki, böylece soyut karşıtlık olarak ortadan kalkarlar ve sonuçta, olguda yitmiş olarak birlikte bulunurlar. Şimdi ikisinin birliği olgulaşarak kurgul momente geçerler. Artık olgu vardır ve karşıtlar onda erimişleridir. Diyalektik moment sona ermiş kurgulda, olguda kaybolmuştur.

 

Karşıtlığın birini ilke olarak alanlar -Marks’ın maddeyi ilke alması gibi- karşıtlardan tesbit edilen birincisini öteki karşısında kaynak, ya da neden, ikincisi ise etki ya da türev olarak varsayar. Oysa karşıtlar katı-yalıtılmış olarak neden- etki hiyerarşisi içinde durmazlar, çünkü böyle bir hiyerarşi ayrı ayrı var olmalarını gerektirir, ama onlar somut olarak ayrı ayrı bulunamazlar. Birlikleri saltık, ayrımları bu birlik içinde görecedir.

 

  • Madde ve düşünce karşıtlığı
  • Biçim ve içerik
  • Görünüş ve öz
  • Pratik ve teori karşıtlığı (gerçek teori somuttur ki, pratiğin ortaya çıkardığı teoridir.) her pratiğin iyi ya da kötü bir teorinin uygulanması olduğu gibi.)
  • Altyapı ve üst karşıtlığı. vb.

 

Yukarıdaki kavramlar karşıttırlar, yani diyalektiktirler. Salt Bu halleri ile soyut kavramdırlar, soyut olan yok olandır, bulunmayandır, somut olabilmeleri için ya da “Yok” varlıktan, var varlığa yani somut varlığa geçmeleri ancak “oluş” ile mümkünüdür. Bu karşıt kavramlar oluşta ayrı ayrı değil, birlikte bulunurlar ve ikiye bölünemezler, çünkü iki parça değildirler, her biri birinin içinde erimiş yok olmuş olarak bulunurlar. Oluşta, biri önce oluşa başlar öteki onun oluşuna dışarıdan ikincil olarak katılır ve birleşik süreç kaynaşma olarak sürme biçiminde ilerler değildir, bu tek başına geri eski haline dönülemezliği anlamına geliyor, iç-içe yok olmuşluk, bu her birinin ötekinde erimişliği tek başına eski haline dönemezliği değil de- çünkü eskiden de yoktular- ayrılmazlıklarının saltıklığı anlamına geliyor.

 

Yukarıdaki karşıt kavramların hiç biri öteki için belirleyici ve ikincisi belirlenen olamayacağı gibi tersi de olamaz. Ancak her ikisi de iki rolü birden oynar. Hem belirleyen hem belirlenen olarak.

 

Yukarda sıraladığımız karşıtlıklarda Marksın felsefi tutumu birincileri ilke, belirleyen, etkin; ikincileri ise ikincil, belirlenen ve edilgen olarak koyar.

 

Marks’a göre;

Madde birinci, belirleyen ve etkin,

Düşünce ise ikincil, belirlenen ve pasif.

Pratik birincil,(ilke), belirleyen ve etkin.

Teori, ikincil, belirlenen ve edilgen.

Altyapı birincil,(ilke), belirleyen ve etken.

Üstyapı; ikincil, belirlenen ve edilgen.

 

Daha birçok ikili moment, ya da düalist belirlenim, yani diyalektik belirlenim yazmak mümkündür. Ancak Marksın kendi tutumunu açıklamasında en çok kullanılan karşıtlıklardan bazıları bunlardır.

Bu karşıtlıkların yukarıda belirttiğimiz ilişki biçimi olanaksızın ilişkisidir, karşıtlara hiyerarşik rol biçmek gerçeğe rol biçmektir ki; gerçek özgürdür, bizim çuvalımıza sığmaz, hiçbir role yerleştirilemez. Marksist felsefe denen felsefenin salt diyalektikte kalışı, kurgula ilerleyememesi bu yüzdendir. Çünkü olguda karşıtlıklar bu bölünmüşlük biçimini göstermezler, bu ilişki düzeninde bulunmazlar. Böyle bir ilişki düzeni ancak karşıtların bağımsız varlıklarının kabulü ile mümkündür, ama bu kabul edilen biçim gerçekliğin değil, öznelliğin biçimidir.

 

Olgunun, olgudaki arı us’un gerçek yöntemi salt diyalektik değil, kurgul-diyalektik yöntemdir. Kurgul olan ile salt diyalektik olan arasındaki özsel fark; kurgulun diyalektiği kapsaması, ama diyalektiğin kurgulu kapsamamasından oluşur. Olgu her an diyalektik karşıtlıklar tarafından yeniden oluşurken, Her bir diyalektik moment olgunun içinde geride kalmış değişimlerden kalan özde, iz olarak ve izlerden oluşmuş öz olarak bulunur. Her olgusallık bütün farklı belirlenimlerinin diyalektiğinden geçmiş, birçok diyalektik belirlenimin toplamının kurgusundan oluşur, yalın diyalektikte değil.

 

Düalizm ya da salt diyalektik, ilke öncesi zemin kabul edildiği zaman, bu zeminden çıkan bütün düşünce sistematiği bu zemine göre şekillenecektir. Çünkü ortaya çıkacak sonuç zeminde bulunanı kapsar. Marks’ın felsefi tutumu düalizmde kaldığı için; (düalizm kurgul olmayan diyalektiktir) onun sisteminde bulunan insan gerçek insan değil, sadece ekonomik insandır, çünkü onun bütün düşünsel yapısının belirleyicisi, ilkesi ekonomik zincir içindeki konumu tarafından belirlenir. Yalnızca bu yargı bile bir düşünsel sistemi çökertir. Bu nedenle Marksın sistemi, tercih ettiği ilke nedeniyle baştan sona gerçek olmayan kavramlarla doludur.

 

Bu sistemde insan gerçek insan değil, gerçek olmayan tek boyutlu bir insandır. Teori gerçek bir teori değildir, pratik gerçek bir pratik değildir. Düşünce, madde, öz-görünüş, altyapı -üstyapı, tüm bu kavramlar çarpıktır. Gerçek değil, yani somut değil soyuttur. Sistemi oluşturan tüm kavramlar sistemin özü olan düalizme göre biçim almışlardır, kendilerini sisteme uydurmuşlardır ve bu nedenle düalist bir sistemin düalist kavramları olarak düalist bir dünya, yani sanal olan bir dünya yaratmışlardır. Şimdi bu diyalektik kavramlardan en önemlisini daha yakından inceleyelim.

 

MADDE VE DÜŞÜNCE

 

Madde ve düşünce kavramları karşı karşıya konduklarında daha açıkça bilinen ve sınırları daha somut çizilen kavram, sanılanın aksine madde değil, düşüncedir. Düşüncenin kendi başına soyut olması bir yana; düşünce deyince bu içerikte, insansı olan her şey bulunur. Her an düşünürüz, ya da içinde düşünce olan şeylerle meşgulüzdür. Tasarım, istenç, duygu, sezgi, ödev, hak amaçlar vb. kuşkusuz bunların tümünün içerikleri ve özleri kavramsal ilişkilerin birliği olarak pek açık ve anlaşılırdır.

 

Ancak Madde kavramının ne olduğu konusunda söyleyeceklerimiz pek dağınık ve daha doğrusu soyut kalır. Bir kütlesi olan, bir hacmi olan gibi tanımlar daha şimdiden düşüncedirler. Burada hacmi, kütleyi kuvveti işin içine karıştırmış oluruz ki, bu kavramlar madde değil bir formüller dizisinin düşünsel elemanlarıdır. Düşüncedirler. Çünkü varlıkları ancak düşünülerek bilinebilir. Bu düşünsel momentleri çıkardığımız zaman madde sözcüğünde geriye kalan, onun zamanda ve uzayda olduğudur ki, bu yüklemler henüz ona tekil bir içerik vermezler, sadece, soyut sezgisel iki kategoridirler ve düşüncenin zamanda ve uzayda var olmamasının karşıtı olarak, yalnızca soyut bir karşıtlığı imlerler. Öyleyse bu tür tanımlamalar yalın maddenin değil, olgusal olanın tanımlamalarıdır ki, olgusal olan salt madde değil, madde ve formun birliğidir.

 

O zaman madde kavramını daha açık hale nasıl getireceğiz. Bir kavramın içi onun taşıdığı yüklemler- ki her yüklem bir kavramdır- arası ilişkilerin ilişkilerde ortaya çıkan öz dür. Madde kavramının içeriğinde ise zaman ve uzaysallıktan başka bir şey bulunmaz, ona yüklenilecek geri kalan kavramların, yüklemlerin tümü düşünce içerirler. Böylece madde kavramının bir soyutlama olduğu, madde olarak bir maddenin somut olarak var olamayacağını kanıtlamış oluruz. Buradan şu çıkar ki, madde madde olarak bir soyutlamadır, somut düşünsel içeriği yoktur.

 

Gerçek bilgi, karşıt iki kaynağın birliğinden meydana gelir. Bu iki kaynak;

a- Deneyim nesnesi, yani düşünceye dışsal olan şey.

b- Soyut düşünce, yada onun dayanağı olarak anlak.

 

Bu iki yan birbirinin karşıtıdır. Ve bütün karşıtlar gibi özdeştirler, aynı özü paylaşırlar. Karşıt durdukları sürece taşıdıkları bilgi tümüyle soyuttur, aynı anlamda olmak üzere yoktur, gerçek değildir. Ama aynı zamanda, gerçek bilgi bu ikisinden biri eksik iken oluşmaz, yani ikisi tabiatlarına uygun bir bireşime dönüşmüşlerse gerçek bilgi olanaklıdır. Bu iki karşıtlıktan biri sürecin dışında bırakılmış ise gerçek bilgi olanaksızdır. Varlık varsa bütündür. Bu nedenle bu karşıtlardan birisinin ilke olarak alınması ötekini ikincil kılar ki, bu karşıtını ikincile dışlayan yan, karşıtını dışlamakla kendisi amaçladığı gerçek bilgi sonucunu elde edemezken, bu olanağı da dışarıda bırakır. Böylece, dışladığının başına gelen tek yanlılığa, kendi kendini de, kendisi mahkûm eder ve açımladığının tersi bir sonuç elde eder, gerçek bilgi yerine sanı.

 

Karşıtlık karşıt olanlar arasındadır. Karşıt olanların karşıtlıkları aynılıklarından sonra gelir. Yani önce karşıt sonra aynı değil, önce aynı sonra karşıttırlar; biçimsel olarak aynılıkları töz, yani birincil, karşıtlıkları, ayrımları ilinek yani ikincildir. Bu iki yan görgüm biçim ile ve görgüm olmayan düşünsel olan biçimdir. Karşıtlıkların birbiri karşısında bağımsızlıkları yoktur. Bunlar birbirinden soyutlanmış nesneler olarak ilke alındıklarında ise karşılıkları metafizik ve görgücülüktür.

 

Düşünce günlük edimselliğinde bir nesneyi seçtiği zaman içine girebileceği momentler arasında dolaşımdadır, ta ki bir doyum bulana kadar.

Gerek soyut metafizik, gerek görgücülük gerek sezgicilik, us için her an kestirmeden gitmesi için birer ayartıcıdırlar ve doyumunu bu momentlerden birinde bulabilir, tersine bu momentlerin üçünden de doyum bulmamayı, daha ileri gitmeyi başarabilirse kurgul-diyalektik tutumda gerçekliği yakalayabilir.

 

Düşüncenin iki yakasının kavramsal adı, soyut metafizik ve görgücülüktür. Bir yanda soyut kendi, öte yanda görgül kendi. İnsan hem çocuk birey olarak hem çocuksu toplum olarak kendi dışı ile ilişki kurarken öncelikle dışarıya yönelir ve duyularını kullanır. Bu duyu organları ile ve dışarıya yönelmesi zorunluluktan kaynaklanır. Yönelen olarak henüz kendinin yani yönelenin neliği konusunda bilgisi yoktur.

Böyleyken, aracı duyusal organları ve gereci duyusal olan nesnedir, yani görgül biçimdeki nesne. İnsan, kendi dışındaki nesnenin duyusal deneyiminden elde ettiği bilginin eksikliğinin farkına varınca, bu eksikliğin giderilmesi için dışsal nesnenin dışında, yeni bir kaynak arayışına girer ve sürecin ikinci ögesi olarak kendini, düşünen olarak düşünceyi bulur. Bulduğu bu yeni şey, kendisi, Soyut anlak metafiziğidir ki, primitif doğal görgücülüğe tepki olarak doğmak durumundadır. Ancak duyusal nesnenin yerine bilginin kaynağı olarak metafiziğin, doğaötesinin, yani soyut düşüncenin yerleşmesi, usun duyduğu tatminsizliği gideremeye yetenekli değildir.

 

SEZGİ Burada orta terim sezgidir. Çünkü us hem dışsal nesnesine hem de kendi yarattığı içsel nesnesine yönelimde ilkin sezgi kipinde sezgi olarak işler. Sezgi us tarafından onaylanacağı gibi, onaylanmayabilir, değiştirilebilir ve ondan bütünüyle vazgeçilebilir. Ama hem onaylanım, hem de olumsuzlama veya değiştirerek onaylama için sezgi momentinden geçiş zorunludur. Her iki yanın ortasında sezgi durur ve bu nedenle orta terimdir. İki yan birbirine atlayamazlar, sezgiden geçerler. Biçimsel bir benzetme yaparsak Sıvı hali suyun orta terimidir. Gerek buhar olacak su, gerek donacak su sıvı halden geçmek zorundadır. Buzdan direk buhar olamayacağı gibi, buhar da doğrudan buz olamaz.

 

METAFİZİK VE GÖRGÜCÜLÜĞÜN ZEMİNİ.

Anlak ilgisini bir nesneye yöneltmeden- ki yönelme yalnızca bilmek içindir- önce kendindedir. Yani kendinde ne varsa onunladır, kendi dışında bir şey ile ilişkisizlik halindedir. Düşüncenin bu kipliğinde, onda bulunan varlıklar-çünkü vardırlar- metafizik kategorilerdir; birlik, çokluk, bütünlük, zorunlu, olanaklı, kendinde şey, kendi için şey, töz, kavram, nedensellik vb. bu kategoriler anlakta hazır bulunurlar, ama tekil bir içerikleri yoktur. Kendi başlarına düşüncenin boş aleminde dolaşıp duran meleklerdirler.(yani melekeler, yetiler) Düşüncenin bir nesneye yönelmesi demek, bu kategoriler kümesinin kendi bağıntıları ile ve daha önceki deneyimlerden kabullendiği ve bu somut nesne için henüz deneyimlenmemiş yargıları ile nesnenin üzerine yürümesi ve onu kendinin kılmaya, onu düşünce varlığı olarak içine almaya ve o olarak kendi olmaya çalışmasıdır. Düşünce bu ediminde nesne ile karşılaştığı zaman elindeki araçlar soyut kategoriler ve daha önceden benzeri nesneler için kendi kültürünün oluşturduğu yargılardır. Aynı kategoriler nesnede de vardır. Ancak nesnedeki bu kategoriler, düşüncedekiler gibi çırılçıplak değildir. Bulunduğu tekil varlığın oluşundaki kabuklanışa göre -ki oluş aynı zamanda kategorilerin bir kabuğa girerek onun içinde varlık kazanmasıdır-kabuklar ve onun içindeki tabakaların içindedirler. Ve bu halleri ile düşünce tarafından apaçık ayırt edilemezler, ancak sezilebilirler, sezgi bilgi değil, bilgi ile bilgisizlik arasındaki orta terimdir, bilgi parçaları taşır, ama bu bilgiler o kadarda netlikten uzak ve ölçümden geçmemişlerdir. Düşünce için nesnesi, sezgi olarak belirdiği zaman; düşünce sezgi olarak gerecinin özgün, kendinde ve kendi için örgütlenmiş haline yönelmeyi bir yana bırakıp, (dayançsızlığı nedeniyle) kendi getirdiği kategorileri ve eski deneyimlerin kalıntıları olan soyutlanmış yargıları nesnesine iç-öz olarak koyar, dışarıdan zerk eder. Böylece nesnenin kabuğu içindeki kategorilerin özgün varoluşları bir yana atılır ve düşüncenin kendinden getirdiği hazır gereçler nesneye bilgi olarak egemen kılınır ve bu öznel sonuç, nesnel bir bilgi olarak varsayılır. Sonuçta soyut düşünceyi somut gerçeklik yerine koyan bu yöntemi Hegel metafizik yöntem olarak adlandırır.

 

“ilk tutum saf yöntemdir ki, henüz düşüncenin kendi içinde ve kendine karşı karşıtlığının bilincinden yoksun olarak, üzerine düşünme yoluyla Gerçeklik bilinebilir ve nesneler gerçekten oldukları gibi bilincin önüne getirilebilirler inancını kapsar. Bu inançla düşünce dosdoğru nesnelere gider, duyum ve Sezgilerin içeriklerini kendi içinden bir düşünce içeriği olarak yeniden üreterek böyle bir şeyde gerçekliğin doyumunu elde eder. Başlangıç evrelerindeki tüm felsefe, tüm bilimler, giderek bilincin gündelik etkinlik işleyişi de bu inanç içinde yaşar. [9]

 

Saf yöntemden kasıt, safça bir düşüncedir ki, bu saflık, nesneye giden düşüncenin hem kendisine karşıt hem de nesnenin bulunuş kipine karşıt bir tutumdan her ikisinin özdeşliğini ve aynılığını bulup çıkarması ve yeni bir nesne ve onun bilgisini oluşturma gibi bir görevi olduğundan habersiz olmasıdır. Hegel daha sonra eski metafiziğin nesnesi karşısında dışsal kalışını anlatır.

 

“Eski metafiziğin ilgisi öyleyse nesnelerine sözü edilen yüklem türlerinin yüklenip yüklenemeyeceğini saptamaktan oluşuyordu. Ama bu yüklemler sınırlı anlak- belirlenimleridir ki, salt bir sınırı anlatırlar, gerçeği değil. Bundan başka özellikle belirtmek gerekir ki, yöntem bilinecek olan nesneye, diyelim ki, tanrıya yüklemler yüklemekten oluşuyordu, oysa bu da nesne üzerine dışsal bir düşünme yoludur, çünkü belirlenimler (yüklemler) tasarımımda hazırdır ve nesneye salt dışsal olarak yüklenirler.” [10]

 

Oysa “Daha önce de belirtildiği gibi, özgür düşünce hiç bir varsayım taşımayan düşüncedir. (Bu noktada maddenin düşünceye öncül oluşu hatırlanmalı.) eski metafiziğin düşüncesi bu nedenle özgür bir düşünce değildi, çünkü belirlenimleri doğrudan doğruya verili şeyler olarak, a apriori geçerli olgular olarak alınıyordu ki, derin düşüncenin kendisi tarafından sınanmış değillerdi...”

“Öyleyse, düşünce biçimlerinin etkinlikleri ve eleştirileri, onları bilme sürecinde birleştirilmelidir. Düşünce biçimleri kendilerinde ve kendileri için irdelenmelidir; nesnedirler ve nesnenin kendisinin etkinliğidirler, kendilerini kendileri yoklamalıdırlar- sınırlarını kendi kendilerinde belirlemeli ve eksikliklerini göstermelidirler”. [11]

US’UN KENDİNİ TAMAMLAMAYA ÇALIŞIRKEN KARŞIT BOŞLUĞA YUVARLANMASI

 

Marks’ın tutumunu öncelikle görgücülük içine yerleştirdiğimiz, sonrada Hegel’in mantığının eleştirisi altına koyduğumuz; oysa Marks’ın görgücü olmadığı ve kendini görgücülükten ayırdığı böylece de bu eleştirinin ona dokunamayacağı, olsa olsa ona dönük yapma (suni) bir eleştiri olacağı gibi bir iddia kapı önünde beklemektedir. Hegel maddeciliğin görgücülük içinde bir biçim olduğunu görgücülüğü eleştirdiği bölümde söyler. Ayrıca maddeciliğin görgücülük içinde olduğunun kanıtı için herhangi bir referansa ihtiyaçta yoktur. Maddi olan, fiziksel olan görgüm olandır, karşıtı, yani düşünsel olan değil. En genelde ilke varlığın düşünce mi, yoksa onun karşıtı olan bir belirlenim; madde, görgül, duyusal mı- ne denirse densin olup olmadığıdır. Bu ikincilerin tümü görgücülük içinde değerlendirilmiştir. Tıpkı karşıtı olan; soyut metafiziğin; skolastisizmi ve her türden soyut düşünceyi ilke alan öteki belirlenimleri gibi.

 

Us, soyut metafizik yöntemde içine düştüğü çıkmazı ve önüne çıkan engeli, yani onu sonsuzlaşmaktan, tam doyumdan alıkoyan şeyi sonsuza dek olduğu gibi bırakamazdı, çünkü us kendi üstüne dönüp kendini, kendi yaptığını ve kendi yaptığı ‘kendini’, yeniden bozup yapmak gibi yetiyle donatılıdır. Bu yetinin özü; etkinliğinin, uzay ve zamandan bağımsız oluşu, sonsuzluğu yani sınır tanımayışıdır. Bu sonsuz etkinlik gücü nesnel gerçeklikte kendini bulmak, kendine gelmek için arayışını sürdürecektir.

 

Hegel görgücülüğün felsefi dizgedeki hangi eksikliği tamamlama ihtiyacı için ortaya çıktığını ve adeta çıkmak zorunda olduğunu şöyle belirtir.

 

“Bir yandan kendi başına Evrenselliklerinin tikelleşmeye ve belirlenime ilerleyemeyen anlağın soyut kavramlarına karşı somut bir içerik gereksinimi, öte yandan sonlu belirlenimler alanında ve bunların yöntemine göre her şeyi tanıtlayabilme olanağına karşı sağlam bir destek gereksinimi, görgücülüğe yöneldi. Görgücülük ki, gerçeği düşüncenin kendisinde aramak yerine deneyimden, (dış ve iç şimdiden) bulup getirmeye gider.” [12]

 

Anlık uzun yıllar soyut metafiziğe konumlanıp orada donup kalınca haklı olarak; “ görgücülükten şu çığlık geldi: boş soyutlamalarda dönüp durmayı bırakın, gözlerinizi açın, insanın ve doğanın burasını anlayın, “şimdiden” yararlanın. Burada özsel olarak doğru bir kıpının kapsandığı yadsınamaz.” Burasının, şimdinin, bu yanın bundan böyle boş “öte yanın; soyut anlağın puslu şekillerinin ve örümcek ağlarının yerini alması gerekliydi. Böylece eski metafizikte yitik olan sağlam destek, sonsuz belirlenim kazanılmış oldu. Anlak yalnızca sonlu belirlenimleri seçip çıkarabilir; bunlar kendilerinde dayanıksız ve sallantılıdırlar ve üzerlerine kurulan yapı kendi içine çöker. Usun içgüdüsü her zaman sonsuz bir belirlenim bulmaktı; ama bunu düşünce de bulmanın henüz zamanı gelmemişti, böylece bu içgüdü “şimdi”ye, “burada”ya ve “bu”na sarıldı... [13]

 

Bu karşıt iki yöntemin soyut metafizik ve görgücülüğün içeriğinin karşılaştırmasını Hegel şöyle yapar:

 

“Görgücülüğün bakış açısını içerik açısından eski metafiziğinki ile karşılaştırırsak, daha önce gördüğümüz gibi, bu ikincisi içeriği olarak evrensel us nesnelerini alıyordu.-Tanrı, ruh ve genel olarak evren; bu içerik tasarımdan alınıyor ve felsefenin işlevi bu içeriği düşünme biçimine indirgemekten oluşuyordu. Skolastik felsefe içinde durum daha değişik değildi: bu felsefe için Hristiyan Kilisesinin inakları sorgusuzca alınan içeriği oluşturuyorlardı ve amaç bunların düşünce yoluyla daha öte belirlenmeleri ve dizgeleştirilmeleriydi. -Görgücülüğün varsaydığı içerik ise bütünüyle başka türdendir. Bu doğanın duyulur içeriği ve sonlu tinin içeriğidir. böylece burada söz konusu gerçek sonluyken, eski metafiziğin gereci ise sonsuzdu, gerçi anlağın sonlu biçimleri yoluyla o da sonlulaştırılıyor olsa da...Görgücülükte de bu aynı sonluluk biçimini buluruz., ama burada bundan başka içerik de sonludur. Böylece yöntemler her iki felsefe yolunda da belli bir düzeye dek aynıdır, çünkü ikisinde de başlangıç noktaları sağlam ve durağan noktalar olarak görülen varsayımlardan oluşur. görgücülük için genellikle dışsal olan gerçektir., ve gerçi bir duyular üstüne izin veriliyor olsa da, gene de bunun bir bilgisi söz konusu olamaz, tersine yalnızca algı alanına girene sarılmak gerekir.

Ama sonuna dek götürüldüğünde bu ilke, yakın zamanlarda ÖZDEKÇİLİK olarak adlandırılmış olan görüşe varır. Bu özdekçilik için, özdek olarak özdek gerçek nesnellik değerindedir. Ama özdeğin kendisi salt bir soyutlamadır, öyle ki, özdek olarak algılanamaz. Bu nedenle de denebilir ki, hiç bir özdek yoktur, çünkü var olduğu biçimiyle özdek, her zaman belirli bir şeydir, somut bir şeydir. Bununla birlikte özdek soyutlamasının duyulur her şey için temel olması gerekir, -genelde duyuluru, kendi içinde saltık tikelleşmeyi ve öyleyse birbiri dışında olmayı anlatmalıdır. Şimdi, bu duyulur kendilik görgücülük için verili bir şey olduğu ve böyle kaldığı için, bu bir Özgürsüzlük öğretisidir, çünkü özgürlük sözcüğün tam anlamıyla karşımda hiç bir saltık “başkası” olmamasından, tersine benim kendim olan bir içeriğe bağımlı olmamadan oluşur. Bundan başka bu bakış açısından Us ve Us dışı yalnızca özneldirler. Verili olanı olduğu gibi almamız gerekir. [14]

 

GERÇEK FELSEFE

 

“Var olanı kavramak felsefenin görevidir, çünkü var olan Ustur.”

Hegel [15]

 

Var olan vardır. Ne soyut düşüncedir, ne de düşünceden soyutlanmış maddedir. Var olan olgudur. Olgu, bir kavramı olgusudur, ya da kavramın oluşudur. Felsefenin görevi işlevidir. İşlev ise, aynı konumdaki öteki öğelerin kendi aralarında ilişkilerde bütün içindeki katkısı ve onun bilincidir. Hegel’in çalışmaları bütünüyle düalizmin yenilmesine odaklanmıştır. Olguda düalizm yenilmiştir. Olgu tektir, ikililik değil. Yine de neredeyse bütün modern felsefe Hegel’i düalist olarak görür, sanki bütünü parçalamışta, düşünce kısmını ilke edinmiş, madde kısmını. ise yok saymış gibi. Hegel felsefeyi düalizmden kurtarmak için çabasının odak noktasına olgusaldaki birliği, kurgul olanı yerleştirmiştir.

 

İlke sorununu hakkıyla Hegel çözdü. Kurgul-diyalektik yöntemi keşfederek. Ancak ondan önce pek çok büyük filozofun konu üzerine çalışmalarını temel alarak, onlardan yararlanarak. Anaksagoras evrenin ilkesi Nous’tur (us) diyerek evren ve düşünce farklılığına ilk keskin darbeyi vurdu, Parmenides; düşünce ve varlık birdir diyerek, ayrıma bir darbe daha vurarak birliği güçlendirdi, Sokrates, Platon, Aristoteles için yol kısmen açılmıştı. Ancak bu açılmış yol uzun ortaçağ dönemince yürünmeye yürünmeye yeniden yarı kapanır hale gelmiştir. Yeni ve büyük bir temizlik, Descartes ve Spinoza’yı bekler. “Şeylerin düzeni ve bağlantıları ile düşüncenin düzeni ve bağlantıları aynıdır”. Ve öteki birçok büyük filozof nesne ile düşünce arasındaki ilişkinin bilmeye yol açmasının her iki yanda ortak bir şey olması gerektiği konusunda açık ya da kapalı bir kabulü vardır. Ancak varlık ve düşüncenin bu ortak yanının varlığından öte, ikisinin de aynı şey olduğu, ya da aynı şeyin değişik kipleri olduğunu ilkin kabul etmekten öte kanıtlayan Hegel oldu. O nedenle Hegel’in bu tanıtı anlaşılana dek; ne idealizm ne de materyalizm kavramlarının felsefenin ilkesi olarak alınmasının ne anlama geldiği tam olarak veya doğru olarak anlaşılamaz.

 

Bilen ile bilinenin, Düşüncenin nesne ile nesnenin düşünce ile kıyasının, ya da ölçümün yapılabilmesi için ölçülecek iki şeyin aynı cinsten olması gerekir. Öyle ki bu aynılık özsel olarak tam olmalıdır, ya da aynılıktan ziyade, aynı şeyin iki yerde duruşu gibi anlaşılmalıdır. Düşünce ile varlığın birbiri ile ölçülmelerini sağlayan düşüncenin varlığa mı çevrimidir, varlığın düşünceye mi? Hiç kuşkusuz ikisinin de birbirine. Zaten biri diğerine çevriliyorsa doğal olarak öteki de bu birisine çevrilecektir. Çevrilecek olan ölçecek olandan farklı bir şey değil onun kendisidir.

 

Ne kadar tekrara edilirse edilsin anlaşılmakta zorlanılan şey; doğal şeylerin ve tinsel şeylerin tözlerinin aynı olduğunun, usun işletimi içinde, yeniden gözden kaçırılmasıdır. Düşünce ve varlığın tözlerinin aynı olması şu anlamdan başka bir biçimde düşünülmemelidir. Varlık denilen şey düşünsel kategorilerin ussal birliğidir, tıpkı nesnel düşüncenin de öyle olması gibi. Onda düşünce dışında bir töz; örneğin madde aramak beyhudedir, ham bir madde yoktur. Heyula yoktur. Bütün maddi formlar ham değil işlenmiştir, düşünce öğeleri ile biçim almışlardır. Öyleyse madde ve düşünce diye bir ayrım tuzağın başıdır ve böyle bir tuzağa yakalanmış bir düşünce özgürlüğünü yitirmiştir.

 

“Felsefe, öte yandan, özsel olmayan belirlenimleri değil, ama özsel oldukları ölçüde belirlenimleri irdeler, onun öğesi ve içeriği soyut olan ya da edimsel olmayan değil, ama edimsel olan, kendi kendisini koyan ve kendi içinde dirimli olandır, kendi kavramı içindeki belirli- varlıktır. Bu bir süreçtir ki, kendi kıpılarını yaratır ve bunların içinden geçer ve bu bütün devim olumlu olanı ve onun gerçekliğini oluşturur. Bu gerçeklik öyleyse olumsuzu da kendi içinde kapsar- olumsuz ki, eğer soyutlanacak bir şey olarak görülebilirse, yanlış denilecek olandır.

Yitenin kendisi, tersine tözsel olarak görülmelidir, durağan, gerçekten koparılmış ve gerçeğin dışında kimsenin bilmediği bir yerde yatmaya bırakılmış bir şey belirlenimi içinde değil.-tıpkı Gerçeğin de öte yandaki dingin, ölü olumlu olarak görülemeyeceği gibi.

Görüngü ortaya çıkma ve geçip gitme sürecidir ki, kendisi ortaya çıkmaz ve geçip gitmez, tersine kendinde vardır ve Gerçekliğin yaşamındaki edimselliği ve devimi oluşturur. Gerçek, öyleyse onda hiçbir üyenin ayık olmadığı bir Baküs coşkunluğudur...” [16]

 

Hegel, Düalizmin kaynağının bölünmede takılıp kalmaktan ve bölünmeyi birliğe çevirememekten doğduğunu şöyle vurgular.

 

“Bugüne dek Mantık Kavramı sıradan bilinçte koşulsuzca kabul edilen bir bölünmeye, bilginin içeriği ve biçimi, ya da gerçeklik ve pekinlik arasındaki bölünmeye dayanmıştır. İlk olarak bilginin gerecinin hazır bir dünya olarak düşünmenin dışında kendinde ve kendi için bulunduğu, düşünmenin kendi başına boş olduğu ve bir biçim olarak dışarıdan o gerecin üzerine eklendiği, böylelikle kendini doldurduğu, ilkin bu yolla bir içerik kazanarak olgusal bir bilme olduğu varsayılır.

 

Bundan sonra, bu iki bileşen (çünkü bunların bileşenlerin ilişkisi içinde durmaları gerekir ve bilgi onlardan düzeneksel ya da en iyisinden kimyasal bir yolda bileştirilir) birbirlerine karşı öyle bir hiyerarşi içinde dururlar ki, nesne kendi başına tamamlanmış ve hazır, edimselliği için düşünceden bütünüyle vazgeçebilen bir şey olarak, buna karşı düşünme ise eksik bir şey bir şey olarak görülür ve kendini ilkin bir gereç üzerinde tamamlayabilecek ve dahası yumuşak ve belirsiz bir biçim olarak kendini özdeğine uydurması gerekecektir. Gerçeklik düşünmenin nesne ile bağdaşmasıdır ve bu bağdaşmayı ortaya çıkarabilmek için -çünkü bu kendinde ve kendi için bulunan bir şey değildir, düşünmenin kendini nesneye uyarlaması ve uydurması gerekir.

 

Üçüncü olarak, özdek ve biçim, nesne ve düşünme arasındaki ayrılık o bulutsu belirsizlik içinde bırakılmadığı, tersine daha belirli olarak alındığında, o zaman her biri ötekinden ayrılmış bir alan olarak görülür. Düşünme, buna göre gereci kabul edişinde ve biçimlendirişinde kendi ötesine gitmez, kabul edişi ve kendini ona uyduruşu kendi kendisinin bir değişkisi olarak kalır, böylelikle kendi başkasına dönüşmesi söz konusu değildir ve öz bilinçli belirleme her ne olursa olsun yalnızca düşünmeye aittir; öyleyse nesne ile bağıntısında da kendi dışına çıkarak nesneye gitmez; nesne bir kendinde şey olarak baştan sona düşünmenin bir öte yanı olarak kalır.

 

Öznenin ve nesnenin birbiri ile ilişkisi üzerine bu görüşler sıradan, görüngüsel bilincimizin doğasını oluşturan belirlenimleri anlatırlar; ama bu önyargılar sanki usun içerisinde de aynı ilişki yer alıyormuş gibi, sanki bu ilişki kendinde ve kendi için gerçeklik taşıyormuş gibi onun alanına getirildikleri zaman birer yanılgıdan başka bir şey değildirler ki, felsefe onların tinsel ve doğal evrenin tüm bölümleri boyunca yayılan çürütülmeleridir; ya da daha doğrusu, felsefeye girişi yasakladıkları için, felsefenin eşiğinde kendileri yadsınmalıdır.” [17]

 

Hegel’de usun nesnelliğe gidişinde düalist olarak davranan bilincin iki yanlı konumlanışını ve gerçek felsefenin bu konumlanmaların direnicini kırarak özgürlüğe, birliğe, kurgula ilerlediğini anlatmaya çalıştık. Aynı zamanda düalist kıpılarda yerleşik kalmanın mantıksal nedenlerini de.

 

Bu tablo içinde Marksın felsefi tutumunun nereye düştüğü, niçin oraya düştüğü ve neden oraya düştüğü konusunda kuşkusu bulunanların düşünmesi gerekir ki, bu kuşku halen taşınıyorsa bunun nedeni bu satırların yazarının Hegel’in bu konudaki düşüncelerini aktarmakta eksik becerisidir. Yazarın bu beceri eksikliğinden kendini kurtarmak isteyenler, Hegel’in mantık bilimini kavrayacak düzeyde okumak görevi ile karşı karşıyadırlar. Bu görevi göze almadan konuyla ilgili Yargılara bulunmak; başkalarından Yargı ödünç almakla yapılabilir ki, bu özgür olmayan kafaların yöntemidir ve bu cins kafalar kendilerini özgürleştirmeden bu işlere kalkışmakla kendilerine zarar verirler, ilerleyemezler.

 

Kurgul Diyalektik şiir.

 

Kendine gel; kapıdaki benim işte, aç kapıyı.

Kapıyı kapamak, razılık alameti değildir.

Her zerrenin gönlünde bir saray var;

Fakat açmadıkça o kapı, kapalı kalır sana.

Tanyerini yarıp sabahları ağartan,

Seher çağının rabbi olan tanrı, sensin;

Yüzlerce kapı açar da gel dersin.

Hayır, kapıdaki ben değilim, sensin.

Yol ver aç kendine kapıyı.

Kibrit taşı, ateşe geldi de, dedi ki:

A dilber, çık dışarıya, gel kucağıma benim.

Şeklim şekline benzemez amma baştan-başa senden ibaretim,

Görünüşüm bir perdedir adeta.

Fakat bana ulaşır -kavuşursan görünüşte de sen olurum,

İç yüzde de sen; bu kavuşmayla şeklim, yok- olur gider

Ateş de ona, çıktım dışarı dedi;

Kendi-kendimden ne diye yüzümü örteceğim?

Hadi, benden duy da bildir eşe-dosta, yakınlara:

Dağ bile olsa ot gibi çek onu kedisine;

Sana kehribarlık sıfatını verdim ben.

Benim kehribarım, dağı bile çeker:

Hıra Dağını, yokluktan varlığa getiren, ben değil miyim?

Baştan- başa gönlünde ben varım; kendi gönlüne gel, merhaba.

Güzelim, gönüller kaparım; zaten gönlün mayası bizim denizimizden doğmuş.

Gölgeyi, ister bir yere götüreyim, ister götürmeyeyim;

gölgem nasıl olurda benden ayrılır?

Fakat kavuşması meydana çıksın, arınma vakti görünsün diye ben tutar,

onu yerinden ayırırım.

Ayırırım ki onun, benden olduğunu bilsinler, ayırırım yâddan ayrılsın diye.

Yürü-var, kalanını ondan dinle de sana, ölümsüzlük diliyle söylesin.

 

Mevlana [18]

Coşkun Özdemir. Kahramanmaraş üniversitesi ilahiyat fakültesi, yüksek lisans öğrencisi. tlf.0533 5611272. Referans. Profesör M. Ali Kirman.

 

 

 

 

Kaynakça.

 

Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu , İnter yayınevi, İstanbul 1999,  s.9

Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu , İnter yayınevi, İstanbul 1999, s.10

 

Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu , İnter yayınevi, İstanbul 1999, s.10  11

 

Karl Marks. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınevi,beşinci basım Ankara 1993. Önsöz s.40.

  1. Marks, F. Engels. Alman ideolojisi (Feuerbach) Sol yayınevi Ankara.1987.s.35.

 

Marks. Kapital 1. Cilt.sol yayınları.ankara.1976 II. baskıya önsöz

 

Copleston. Felsefe tarihi, Nihilizm ve materyalizm, idea yayınevi. İstanbul,2.baskı.1998, s.78.

 

Hegel. Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004,s.93.

 

Hegel. Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004.s.95.ek.

hegel. Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004 ek.1...s.109-110.

 

Hegel, Mantık. Bilimi(büyük),İdea yayınevi,İstanbul,2008, par.37.s 104

Hegel, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004. S.105-10

 

Hegel, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004 Ek.s106.107.

 

Hegel, Tinin Görüngübilimi, İdea Yayınevi,İstanbul 2004 Önsöz s.24

Hegel, Tinin Görüngübilimi, İdea yayınevi, İstanbul 2004, s 47.

 

Hegel, Mantık Bilimi(büyük),İdea yayınevi, İstanbul,2008 s.30. Mevlana, Divanı Kebir 5. Cilt Kültür Bakanlığı Klasik Türk Eserleri,Ankara 2000,  s.11.

 

[1] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu , İnter yayınevi, İstanbul 1999,  s.9

[2] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu , İnter yayınevi, İstanbul 1999, s.10

[3]Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu , İnter yayınevi, İstanbul 1999, s.10  11

[4]  Karl Marks. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınevi,beşinci basım Ankara 1993. Önsöz s.40.

[5] K. Marks, F. Engels. Alman ideolojisi (Feuerbach) Sol yayınevi Ankara.1987.s.35.

[6] Karl Marks. Kapital 1.cilt.sol yayınları. Ankara.1976. Önsöz.

[7] Marks. Kapital 1. Cilt.sol yayınları.ankara.1976 II. baskıya önsöz

[8] Copleston. Felsefe tarihi, Nihilizm ve materyalizm, idea yayınevi. İstanbul,2.baskı.1998, s.78.

[9] Hegel. Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004,s.93.

[10] Hegel. Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004.s.95.ek.

[11]  Hegel. Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004 ek.1...s.109-110.

[12] Hegel, Mantık. Bilimi(büyük),İdea yayınevi,İstanbul,2008, par.37.s 104

[13] Hegel, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004. S.105-10

[14] Hegel, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Mantık Bilimi, İdea yayın. İstanbul,2004 Ek.s106.107.

[15] Hegel, Tinin Görüngübilimi, İdea Yayınevi,İstanbul 2004 Önsöz s.24

[16] Hegel, Tinin Görüngübilimi, İdea yayınevi, İstanbul 2004, s 47.

[17]  Hegel, Mantık Bilimi(büyük),İdea yayınevi, İstanbul,2008 s.30.

[18] Mevlana, Divanı Kebir 5. Cilt Kültür Bakanlığı Klasik Türk Eserleri,Ankara 2000,  s.11.

Yorumlar (1)
Cahit Bulut - 22 Mayıs 2024 20:16
Dil konusunda sadeleşme var, bu aynı zamanda konuya hakim olunduğunu da bir göstergesi!
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Bilimsel Makaleler Yazıları