Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Prof. Dr. Ali BALCI ile Türk Üniversitelerinin Bazı Sorunları Üzerine Röportaj

Prof. Dr. Ali BALCI / Metin BEŞALTI

Kategori: Bilim Felsefesi - Tarih: 20 Eylül 2022 20:28 - Okunma sayısı: 1.824

Prof. Dr. Ali BALCI ile Türk Üniversitelerinin  Bazı Sorunları Üzerine Röportaj

Beşaltı: Sayın Balcı, üniversitelerin ilk görevinin araştırma yapmak mı; ya da öğrenci yetiştirmek mi olduğu geçmişten günümüze hep tartışılagelmiştir? Sizce ikisi arasında bir öncelik seçimi yapmak gerekli midir? Sayın Ufuk Akçiğit ve Sayın Elif Özcan Tok; tarafından hazırlanan Türkiye Bilim Raporu’nda görüldüğü üzere, lisans öğrenci sayısı artıkça araştırmada verimlilik düşüşü yaşandığı anlaşılmıştır. Akçiğit ve Özcan Tok tarafından bu sorunun nitelikli doktora öğrencileriyle çözülebileceği görüşü ileri sürülmüştür. Sizce sorunun çözümü için bu yöntem, ülkemiz şartlarında mümkün müdür?

Balcı:Soru iki alt bölümden oluşmaktadır:

  1. Üniversitelerin ilk ve öncelikli işlevi, araştırma yapmak mı yoksa öğrenci yetiştirmek midir?

Yüksek öğretimde, araştırma üniversiteleri ve öğretim üniversiteleri gibi bir ayrım yaygındır. Türk üniversiteleri de 2017-2018 Yükseköğretim Akademik Yılı Açılış Töreni'ndeCumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 10 üniversitenin araştırma üniversitesi olarak kararlaştırıldığını belirtmesi ile üniversiteler arasındaki bu ayırıma tabi tutulmuştur. Araştırma üniversiteleri araştırmaya ağırlık ve prim verirken; öğretim üniversiteleri öğretime öncelik ve prim verir. Ne var ki bu ayrım basit ve açık değildir; hatta yapaydır. Zira “Araştırma üniversitesi” ve “öğretim üniversitesi” terimleri, yalnızca kendilerine “üniversiteler” adını veren yükseköğretim kuruluşları için geçerlidir. Öte yandan kendilerine “kolej” diyen Boston College gibi bazı okullar var; bunlar aslında tam teşekküllü araştırma üniversiteleridir. Ayrıca kendilerini “kolej” olarak adlandıran ve ağırlıklı olarak öğretmenlik ve lisans eğitimine odaklanan Columbia Teacher College gibi bazı okulların “öğretim üniversiteleri” kapsamına girdiği görülür. Takdir edilir ki araştırma üniversiteleri ve öğretim üniversiteleri yerine “öğretim kolejleri ve üniversiteler” ile “araştırma kolejleri ve üniversiteler” ayrımı yapılması belki daha kolay ya da uygun olurdu. Görüleceği üzere “araştırma üniversiteleri” ve “öğretim üniversiteleri” sınıflamasında bir belirsizlik var. Ayrıca unutulmamalıdır ki tüm araştırma üniversiteleri öğretime de yüksek değer verir; öte yandan en iyi dört yıllık liberal sanatlar kolejlerinin çoğunun, fakültelerinden yüksek kaliteli araştırma yapmasını beklediği görülür. Diğer bir deyişle araştırma ve öğretim üniversiteleri arasındaki ayrımda, araştırma ve öğretim birbirini dışlamaz ( Austin, 2020) .

Kolej ve üniversite ayrımı; öğretime karşı araştırma, lisansa karşı yüksek lisans/profesyonel, liberal sanatlara karşı temel bilimler şeklinde olmaktadır. Bu ayrımların bazılarında doğruluk payı olsa da, en basit olarak bir kolejin tipik olarak tek başına olmasıdır. Oysa bir üniversitenin birden fazla kolej veya okuldan oluşması ve hem lisans hem de lisansüstü programları içermesi söz konusudur. Elbette bu basit kuralın istisnaları vardır: Özellikle okulları ve/veya lisansüstü programları içeren; ancak gelenek, mezun yakınlığı ve hatta tüzük çıkarları doğrultusunda adlarını bir kolejden üniversiteye değiştirmeye direnen eski kolejlerde görülen istisnalar vardır. Görülen o ki bir yüksek öğretim kurumu bağlamında öğretim ve araştırma arasındaki ayrım (ve denge) genellikle yanlış temsil edilmekte, yanlış anlaşılmaktadır. Zira sadece bilgiyi yaymanın değil, bilgi yaratmanın da üniversitelerin temel işlevlerinden biri olduğu unutulmamalıdır. Bilgi temelde nasıl oluşturulur? Tabii ki bir dizi keşif sürecini içeren araştırma yoluyla üretilir. Akademi içinde ve dışında pek çok kişi araştırmayı, temel bilimler alanlarıyla (tıp, temel bilimler, mühendislik) sınırlı olarak görmektedir. Bu tür görüşler, en maliyetli bilimsel araştırma alanlarına fon sağlayan finansman kuruluşları tarafından da harici olarak güçlendirilmektedir. Örneğin Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) ve Ulusal Bilim Vakfı (NSF)’nın yıllık bütçeleri sırasıyla yaklaşık 42 milyar dolar ve 8 milyar dolardır. Buna karşılık, National Endowment for the Arts (NEA) ve National Endowment for the Humanities (NEH) için yıllık bütçelerin her biri yaklaşık 160 milyon dolardır (Rosowsky, 2020).

Pek tabii ki bu tür uygulamalar bilim adamlarının temel bilimler dışındaki diğer alanlardaki, örneğin insan ve sosyal bilimler çalışmalarını azaltır ve onlar üzerinde değer düşüklüğü ya da marjinalleştirilmiş bir his bırakır. Oysa aslında üniversitenin misyonu, kurumda temsil edilen tüm alanlarda bilginin yaratılması, keşfedilmesi ve yayılmasıdır. Pek çok üniversite liderliği, kurumun ve fakültenin bu önemli rolüne atıfta bulunarak “araştırma, bilim ve yaratıcılık” demeye yönelmiş ve böylece bilim adamlarının beşeri bilimler, sosyal bilimler ve sanat alanındaki önemli çalışmalarına da yer vermiştir. Doğası gereği liberal sanat kolejleri, teknik enstitüler, uzmanlık kolejleri, lisansüstü/sadece profesyonel kolejler vb. hariç kapsamlı üniversitelerin öğretim ve araştırma etrafında ikili görevleri vardır. Bu görevler genellikle üniversite dışındakiler tarafından yeterince anlaşılmamaktadır; ayrıca üniversite içindekiler tarafından sıklıkla konuşulur, kafa karışıklığı, kızgınlık yaratır ve üniversite öncelikleri konusunda netlik eksikliğine yol açar. Aslında bu ayrım gereksizdir, yapaydır. Zira araştırma ve öğretim (burs ve yaratıcı çalışmaları içerir) aynı madalyonun iki yüzüdür: araştırma bilgi yaratma süreci iken, öğretim yaymaya sürecidir. Görülen o ki üniversitenin öğrencilere ve topluma karşı misyon ve yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için her ikisi de gereklidir (Rosowsky, 2020). Öğretim araştırma ile beslenir ve öğrencilerin daha iyi öğrenme elde etmesi için sınıflarda nelere daha fazla vurgu yapılacağını ayırt etmenize olanak tanır. Buna karşın öğrencilerimizle oluşturduğumuz güven ortamı, öğrendiklerini belgelemek için yapılacak değerlendirmelerin kalitesi, verdiğiniz geri bildirimin türü gibi öğretimin kendisinin, kaliteli öğrenme fırsatları yaratmak için çok önemli olan yönleri vardır. Araştırma, öğrettiğiniz şeyin kavramsal olarak güncel olmasına yardımcı olur, ancak öğrettiğiniz şeyin pedagojik içeriğine hakim olması da çok önemlidir. Sonuç olarak araştırma ve öğretimi iyi bir akademisyenin tamamlayıcı yönleri olarak görmek gerekir.

Öğretim ve araştırma ayırımı biraz da üniversitelerin kurulduğu-bulunduğu yerle ilgili görünmektedir. Öyle ki üniversiteler gelişmiş varlıklı ülkelerde, hatta bölgelerde bulunuyorsa, her iki işlevi de uygun bir düzenlemede yürütmek için yeterli kaynakları sağladıkları, kendilerini öğretim ve araştırma merkezleri olarak tanımladıkları görülür. Öte yandan üniversiteler gelişmekte olan yoksul ülkelerde ve bölgelerde bulunuyorsa, kaliteli bir araştırmayı desteklemek için uygun araçlar, kaynaklar olmadığı için öğretim birinci derecede önemli olmaktadır.

Buraya dek olan tartışmalar üniversitelerin araştırma üniversiteleri ve öğretim üniversiteleri gibi ayrılmasının, dolayısıyla üniversitenin araştırma ve öğretim işlevleri arasında bir önceliklendirme yapılmasının uygun ve isabetli olmadığını göstermektedir. Zira bu iki işlev bir madalyonun iki yüzü gibidir; bir üniversite için her ikisi de vazgeçilmez birbirini tamamlayan işlevlerdir.

  1. Lisans öğrenci sayısı arttıkça araştırmada verimlilik düşüşü yaşandığı, Akçiğit ve Özcan_Tok tarafından bu sorunun nitelikli doktora öğrencileriyle çözülebileceği görüşü.

Lisans öğrenci sayısı artışıyla araştırma verimliliği arasında doğrusal olmayan negatif bir ilişki olduğu argümanı karşısında şunlar söylenebilir: Araştırma üretkenliği ve verimliliği önemlidir; zira araştırma verimliliği sadece akademik başarıyı artırmaz; aynı zamanda bir kuruma prestij sağlar, onun itibarını ve ekonomik statüsünü yükseltir. Bir çalışmada, bir üniversitede araştırma verimliliğindeki düşüşte aşağıdaki faktörlerin etkili olduğu tespit edilmiştir (Lertputtarak,2008):

  • Öğretim elemanlarının öz-motivasyon eksikliği. Öğretim elemanlarında öz- motivasyon eksikliği, daha az araştırma yapılmasına, bilgi yaratma için yetersiz içsel bir dürtü geliştirilmesine yol açabilmekte; sonunda araştırmaya karşı olumlu bir tutum geliştirilmesine engel oluşturmaktadır. Bu doğrultuda öğretim elemanlarının araştırmanın ne kadar önemli olduğunu ve ondan ne kazanacaklarını anlamaları sağlanmalıdır.
  • Öğretim elemanlarının araştırma bilgi, beceri ve deneyimindeki yetersizliği. Öğretim elemanlarının bu bilgi ve yeterli becerilere sahip olduklarında, araştırma yapmak için daha fazla güvene sahip oldukları görülmüştür. Bu bağlamda, yapılabileceklerden biri olarak doktora mezunlarının sayısının artırılması için bir politika geliştirilmesi önerilmiştir. Zira doktora mezunları büyük araştırma projeleri tasarlamak, planlamak veya bunlara katılmakla üniversiteye araştırma bilgi ve becerisi kazandırabilir; bunları var olan personelle paylaşabilir; yeni mezunlar için bir uzman desteği sağlayabilirler.
  • Öğretim elemanlarının öğretim iş yükü fazlalığı. Özellikle yeni kurulan üniversitelerde öğretime ağırlık verildiğinden, öğretim elemanlarının iş yükü artış göstermekte; bu durum sonunda araştırmaya vakit ayırmalarına engel oluşturmaktadır.
  • Üniversitede bir araştırmacının başarısını artırmak üzere maaş ve ödüllerde artış sağlanmaması. Ayrıca da araştırma yapmaktan elde edilen gelirin öğretimden elde edilen gelire eşit veya ondan daha düşük olması.
  • Öğretim elemanlarına gerekli araştırma olanaklarının sağlanmaması. Örneğin veri tabanına ulaşma ve kullanma olanağı, diğer üniversitelerle ağ oluşturma gibi.
  • Terfi politikasının yanı sıra görev ve ödül sistemlerinin, araştırmaların nitelik ve niceliğine dayandırılmaması.
  • Üniversitenin daha dengeli araştırma fonu sağlamadaki yetersizliği. Öğretim elamanlarının dış finansman bulmakta zorlanıyor olması ve yüksek rekabetle yüzleşmek zorunda kalmaları, bu fonların sağlanmasını gerektirmektedir.
  • Araştırma ortamının yeterince desteklenmemesi. Düşük araştırma performansına sahip fakültelerde yöneticilerin araştırmayı sahiplenmesi, rol modeli olması önerilir. Öyle ki yöneticiler zamanlarının %40’nı araştırmaya, öğretim ve yönetime ise kalan %60’ı ayırmaları gereklidir.

“Türkiye Bilim Raporu”nda söz edilen şu tespitler isabetlidir: Türkiye’de istihdam yaratmak, bölgeler arası gelişmişlik farklarını azaltmak ve artan yükseköğretim talebini karşılayabilmek için zaman içerisinde çok sayıda yeni üniversite kurulmuştur. Özellikle 2006 sonrasında “her ile bir üniversite” yaklaşımıyla bu süreç hızlanmıştır. Bu dönemde açılan üniversiteler genellikle küçük ölçeklidir ve akademik verimlilikleri ortalama olarak düşüktür. Son 15 yıldır yaşanan akademik verimlilik yavaşlamasının bir nedeni de 2006 ve sonrasında açılan üniversitelerin araştırma faaliyetlerinden ziyade eğitim-öğretime ağırlık vermesidir. Sonunda bu kurumlarda araştırmacı başına düşen lisans öğrencisi sayısındaki artışla beraber araştırma verimliliğinde gerileme tespit edilmiştir. Örneğin 2009-2010 ve 2010-2011 akademik yıllarında yapılan öğrenci kontenjan artışları, araştırmacıların ders yükünü artırarak araştırma faaliyetlerine ayrılan zamanı azaltmıştır (Akçiğit ve Özcan-Tok, 2020).

Özet olarak araştırma verimliliğinde öğretim elemanlarının araştırma yeterliği, onların motivasyonu, yeterli kaynak sağlanması, yeterli vakit ayırma etkili olmaktadır. Öğrenci sayısının araştırmada etkili olması, özellikle de yeni kurulan üniversiteler bağlamında anlaşılabilir. Bu üniversitelerde öğretime ağırlık verilmesinin getirdiği aşırı öğretim yükü, öğretim elemanının araştırma yapmaya yeterli zaman ayırmasına, dolayısıyla motivasyonlarının düşmesine yol açmaktadır. Öte yandan soruda ifade edilen; “…nitelikli doktora öğrencileriyle çözülebileceği”… görüşü bir ölçüde doğrudur. Yukarıda da vurgulandığı gibi araştırma verimliliğinde pek çok faktör etkilidir; nitelikli doktora öğrenci alımı bu faktörlerden biridir. Doktora öğrencileri yeterli araştırma, istatistik ve bilgisayar okur yazarlığına sahipse, araştırma ekibinde yer alıyorsa, araştırma yapmaya yeterli zaman ayırabiliyorsa, yeterli kaynak sağlanmışsa araştırma verimliliğinde bir artış olabilir. Bunlar sağlandığında doktora öğrencileri ve mezunları güçlü araştırma projeleri tasarlayıp, geliştirebilir, böylesi projelere katılabilir, üniversitelerarası araştırma ağı kurabilir, sonunda hem kendilerine hem de kurumlarına prestij, itibar ve ekonomik katkı sağlayabilirler.

Sonuç olarak ülkemiz koşullarında gelişmekte olan üniversitelerimizde öğretime ağırlık verilmesi, bunun getirdiği aşırı öğretim yükü, öğretim elemanları ve doktora öğrencilerinin araştırmaya yönelmelerinde engel oluşturmaktadır. Ancak gelecekte bu üniversitelerde kurumsallaşma geliştikçe, araştırma verimliliğindeki etkili faktörlerin gereği yapıldıkça, örneğin öğretim elemanları ve nitelikli doktora öğrencilerinin araştırmaya odaklanmaları sağlandıkça araştırma verimliğinde artış sağlanabilir.

Beşaltı:Sayın Balcı, Türkiye Bilim Raporu’nda 2006 yılından sonra bilimsel yayın sayısında ciddi bir düşüş yaşandığı görülmüştür. Sizce bu düşüşün nedenleri neler olabilir?

Balcı:Türkiye’de son 30 yılda uygulanan bilim politikasının sonucu olarak Türk araştırmacıların da yayınlarını uluslararası ISI WoS kapsamındaki dergilerde yayınlatmaya yöneldikleri görülmektedir. TÜBİTAK’ın “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003” başlıklı politika belge doğrultusunda Türk araştırmacılarının uluslararası dergilerde yayın yapma uğraşısına girdikleri görülmektedir. Bu belgenin temel hedeflerden biri şöyledir: “Ülkemizin evrensel bilime katkısı açısından, dünya sıralamasında halen kırkıncı sırada olan yerinin otuzunculuğa çıkarılması”. Bu politika hedefi gereği yapılan bazı uygulamalar şunlardır (Acar ve Bektaş, 2021; Ak ve Gülmez):

  • Her şehre bir üniversite anlayışı doğrultunda üniversiteler yurt geneline yayılmıştır.
  • 1983 sonrası YÖK ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yurt dışına yüksek lisans ve doktora yapmak üzere çok sayıda öğrenci gönderilmiştir,
  • 2547 sayılı “Yükseköğretim Kanunu” ile Türk yükseköğretiminin Kıta Avrupa’sı sisteminden Anglo-sakson üniversite sistemine dönüştürülmesi yaşanmıştır. Yurtsever’e (2003, in Ak ve Gülmez, 2006) göre 80’li yılların başlarında Türk üniversitelerinde Anglo-sakson üniversite geleneğiyle yetişen genç akademisyenler ortaya çıkmış ve “publish or perish (yayınla yada yok ol)” fikri akademide yol gösterici temel ilke olarak benimsenmiştir.
  • Üniversitelerde elektronik kaynak kullanımı artış göstermiştir.
  • ANKOS (Anadolu Üniversite Kütüphaneleri Konsorsiyumu) kurulmuştur.
  • TÜBİTAK tarafından ulusal ve uluslararası destek programları (UBYT)yürürlüğe konulmuştur.
  • Yükseköğretimde, akademik atama ve yükseltmelerde uluslararası yayın yapma zorunluluğu getirilmiş, Eylül 2000 Doçentlik Sınav Yönetmeliği ile SCI/SSCI/ AHCI kapsamındaki dergilerde asgari yayın şartı konulmuştur.
  • Aralık 2015’de Akademik Teşvik Ödeneği Yönetmeliği yayımlanmıştır.
  • Aralık 2016’da doçentlik kriterlerinde değişikliğe gidilerek üniversitelerin performanslarını değerlendirmek amacıyla ISI WoS kapsamındaki dergilerdeki makale sayısı ve öğretim üyesi başına düşen makale sayısı gibi ölçütler kullanılmaya başlamıştır.
  • Bütçeden Ar-Ge’ye ayrılan pay artırılmıştır. 2019’da ödenekteki en büyük pay üniversitelere ayrılmıştır (%40,4).

Bu olumlu gelişme ve uygulamalar, Akçiğit ve Özcan-Tok’un TÜBA 2020 Türkiye Bilim Raporu yanında Acar ve Bektaş’ın (2021) çalışması ve URAP 2020-2021 (University Ranking by Academic Performance) Raporuna göre de Türkiye’nin yayın sayısında nicel olarak bir artışa yol açmış; ancak aynı artışın yayınların kalitesinde görülmediği; yayınların çoğunlukla etki değeri düşük dergilerde yayımlandığı tespit edilmiştir.

Ak ve Gülmez’e (2006) göre Ülkemiz yayın sayılarının yeterli düzeyde olmamasının başlıca nedenleri aşağıda sıralanmıştır:

  • Akademisyenlerin yabancı dilde yayın yapabilecek düzeyde dil bilgisine sahip olmaması.
  • Akademisyenlerin ders yüklerinin fazla olması. 1980’li yılların başlarında Türkiye’de de tüm dünyada olduğu gibi kitle eğitimi uygulamasına gidilmesi öğretim elemanlarının ders yüklerinin artmasına neden olmuştur.
  • Sürekli yeni üniversitelerin kurulması, yeni fakültelerin açılması,
  • 1980’li yıllara kadar uygulanan ancak daha sonra kaldırılan ikinci öğretimin 1992-1993 öğretim yılında tekrar uygulanmaya başlamasının öğretim elemanlarına ders vererek ek gelir elde etme fırsatı vermesi. Pek tabii ki ücret yetersizliği ders vererek gelir elde etmede itici bir rol oynamış; sonunda ders yükleri artan akademisyenlerin bilimsel faaliyetlere yeterli zaman ayırmalarına engel oluşturmuştur.
  • Ülkemizde eğitim ve araştırmaya ayrılan ödeneklerin düşük olması. “GSYİH’dan Türkiye’nin Uluslararası Yayın Performansının Analizi”( OECD, 2002), eğitime ve araştırmaya ayrılan payın ABD’de 2,5-3, Fransa ve Almanya’da %2-2.5, Avusturya ve Kanada da %1-1,8 civarında iken ülkemizde binde 64 düzeyinde kaldığını göstermiştir.
  • Atıf indekslerine giren dergi sayısının yetersiz olması.

Bu nedenlere akademisyen adayı, lisansüstü öğrencilerin istatistik, araştırma ve bilgisayar okur yazarlığı alanlarında yetersizliği de ilave edilebilir.

Buraya dek yapılan tartışmalar Akçiğit ve Özlem-Tok’un, araştırmaları sonunda ulaştıkları; Türkiye’de bilimsel çalışmaların sayısının 2000 yılından sonra artış gösterdiği; ancak, 2006 yılında sert bir kırılma olduğu ve yavaşladığı tespitlerinin isabetli olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de 2006 yılındaki kırılma ve nedenleri için özetle şunlar söylenebilir: 2006 yılı ve sonrasında çok sayıda üniversite açılması, bu üniversitelerin kurumsallaşma yetersizliği, “kitle üniversitesi” anlayışı gereği öğretime ağırlık vermesi, bu doğrultuda aşırı lisans öğrenci alımı, öğretim elemanı kadrosunun yetersizliği, bu kadronun aşırı öğretim yükü nedeniyle araştırma yapmaya zaman ayıramaması, çoğunda lisansüstü öğretim programlarının olmaması, dolayısıyla araştırma ekipleri oluşturacak lisansüstü öğrenci kapasitesinin yokluğu gibi nedenler araştırma verimliliğindeki kırılmanın nedenleri olarak görülmektedir. Akçiğit ve Özcan-Tok’un ( 2020) dediği gibi bilimsel çalışmaların ekonomik gelişmeye yaptığı önemli katkılar düşünüldüğünde, Türkiye’deki akademik dünyanın eksik taraflarının tespit edilmesi ve bu doğrultuda destekleyici politikalar geliştirilmesi hem ekonomik hem de sosyal açıdan ülkemize büyük kazanımlar sağlayacaktır.

Beşaltı:Sayın Balcı, Türkiye Bilim Raporu’nda kadınların oranının kıdem arttıkça düştüğü görülmüştür. Raporu hazırlayan araştırmacılar bu durumun ayrımcılıktan kaynaklanabileceğini düşünmüşlerdir. Sizce kadınların oranı niçin düşüktür. Bir ayrımcılık olabileceğini düşünüyor musunuz?

Balcı: Türk üniversitelerinde son YÖK istatistiklerine göre unvanlara göre kadın öğretim elemanı sayıları Tablo 1’de özetlenmiştir.

Tablo 1. Öğretim Elemanı Sayıları

Kaynak: YÖK Bilgi Yönetim Sistemi’nden ( İstatistik.yok.gov.tr) üretilmiştir.

Tablo 1’e göre;

  • Türkiye'deki üniversitelerde, akademisyen sayısı 2021'de 183684'e ulaşmıştır. Bu akademisyenlerin 99442’si erkek, 84242'si kadınlardan oluşmaktadır. Böylece, toplam akademisyenler içinde kadın akademisyenlerin oranı % 45'in üzerine çıkmıştır.
  • Türk üniversitelerinde 32594 profesörün, 21730’u erkek, 10864’ü kadındır.
  • Türk üniversitelerinde 12502’si erkek, 8488’i kadın olmak üzere toplamda 20990 doçent çalışmaktadır.
  • Türk üniversitelerinde 22605’i erkek, 19207’si kadın olmak üzere 41812 doktor öğretim üyesi çalışmaktadır.
  • 18576’sı erkek, 19285’i kadın olmak üzere toplamda 37861 öğretim görevlisi çalışmaktadır.
  • Türkiye'de 24029’u kadın, 26398’i erkek olmak üzere 50427 araştırma görevlisi çalışmaktadır.

Bu veriler; akademide kadın öğretim elemanı sayısı ve oranının unvana göre değişiklik gösterdiğini ortaya koymaktadır. Öyle ki araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi kadrolarının yarısından fazlası kadınken bu sayıların doçentlik ve profesörlükte düşme gösterdiği anlaşılmaktadır.

YÖK verilerine göre ayrıca; 205 üniversitede 112 Kadın Çalışmaları Merkezi bulunmaktadır. Yükseköğretim Kurulunca, üniversitelerde çeşitli adlarla kurulan Kadın Araştırma ve Uygulama Merkezlerinde, ilgili akademik birimlerle çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. YÖK bünyesinde kadın akademisyenlerin araştırma ve inovasyonda daha çok yer alması için ilgili kurumlar ile iş birliği komisyonu oluşturulmuştur. Ayrıca YÖK bünyesinde, akademide üst düzey kadın yöneticilerin sayılarının ve görünürlüklerinin daha da artması için faaliyetler yürütülmektedir.

Cumhuriyet dönemi tarihi düşünüldüğünde Türkiye’de kurucu kadroların dünyadaki pek çok gelişmiş ülkeden çok önce kadın haklarını, kadınlarımıza sağladığı bir vakıadır. Ancak 100 yıllık Cumhuriyet dönemi içinde kadınlarımıza hak ettikleri pozisyonların ve statünün ülkemiz değişik iş kolu ve bürokrasisinde verilmediği de doğrudur. Özellikle de Ülkemizde egemen dinsel ve laik yaşam taraftarlarının kadına bakışında değişme görülmekte; özellikle de dinsel tarikat ve inanç odaklarının kadına iş yaşamında, hayatın değişik kesimlerinde negatif ayrımcılık yaptığı görülmektedir. Görece laik yaşam taraftarlarına karşın dinsel yaşam taraftarlarının genelde kadına temel hak ve özgürlüklerde çok kısıtlayıcı davrandıkları, özellikle yaşam tarzları konusunda dayatmacı oldukları görülmektedir. Sonuç olarak kadına bakışımızda maalesef bir ayrımcılık var. Bu ayrımcılık büyük ölçüde laik ve gayri laik yaşam tarzını benimseme anlayışına göre özellikle de değişik iş kolları ve bürokraside yaşanmaktadır.

Beşaltı:Sayın Balcı, Türkiye Bilim Raporu’nda eski üniversitelerin araştırma performansının yeni üniversitelerden iyi olduğu görülmüştür. Sizce yeni üniversiteler neden eski üniversitelerin performansına ulaşamamaktadır?

Balcı: Türkiye’de özellikle de 2006 Yılı ve sonrasında çok sayıda üniversite kurulmuştur. Bunların açılma ya da kurulma nedenleri arasında başta politik ve ekonomik nedenlerin geldiği görülmektedir. Politik açıdan üniversite kurmanın amacı; siyasal rant sağlamak, mevcut üniversiteleri politik ve ekonomik olarak kontrol etmek, bölge insanı üzerinde siyasi nüfusu güçlendirmek, belli bir ideolojik görüşün egemenliği altında üniversiteler oluşturarak akademik kadrolaşma yoluyla siyasi bütünleşmeyi sağlamak şeklinde sıralanmıştır (Dörtlemez, 1995, in Doğan, 2013; Arap, 2010). Üniversitelerin politik nedenlerle kurulmasının, bu doğrultuda iktidarların siyasi çıkarlarının üniversitelerin gelişmesini engellediği öne sürülmüştür ( Doğan, 2013; Saatçioğlu, 1992; Ortaş, 2004 ve Altınsoy, 2011, in Doğan, 2013).

Türkiye’de her şehre bir üniversite kurmanın diğer bir nedeni de ekonomik saiklerdir. Çünkü üniversiteler, kuruldukları bölgelere eğitim götürdükleri gibi o bölgenin sosyo-ekonomik açıdan hareketlenmesini sağlarlar. Doğan’ın ( 2013) dediği gibi sadece bilgi ve kültür üretmekle kalmayan aynı zamanda kuruldukları bölgelere gelir getiren kurumlar olan üniversiteler böylece bölgeler arası eşitsizliklerin giderilmesine yardımcı olurlar. Bireylerin yaşam standartlarını artıran, onlara iş fırsatı sağlayan, sosyal ve kültürel hareketliliğe katkıda bulunan, böylece genç nüfusun kırsal bölgelerden göç etmesini önleyen üniversitelerin kurulmasındaki ekonomik nedenler olarak başlıca; istihdam yaratma, bölgesel kalkınmayı sağlama ve bölge ekonomisini canlandırma sayılabilir (Arap, 2010).

YÖK’ün (2007) tespitlerine göre Ülkemizde son dönemlerde pek çok yeni üniversite kurulmasının nedenleri; bilgi toplumuna ve bilgi ekonomisine geçiş, globalleşme ve hızlı değişim sürecinde değişik toplum kesimlerinin üniversitelerden beklentilerin artması; daha geniş bir kitleye eğitim verme, hızla artan yeni bilgilerin tamamını kapsayacak şekilde yeni programlar yapma, istihdam etme, teorinin yanında uygulamaya da yer verme, hesap verebilen şeffaf yönetişim modelleri geliştirme şeklinde sıralanmıştır. Bu nedenlere genç nüfus oranının yüksekliği ve okullaşmadaki artış kaynaklı artan yükseköğretim talebini karşılamak da ilave edilebilir.

Türkiye’de üniversitelerdeki genişleme süreci Akçiğit ve Özcan-Taok’un (2020) belirttiği gibi üç ayrı dönemde betimlenebilir:

  • 1992 öncesi,
  • 1992-2005,
  • 2006 ve sonrası.

1992 yılında bölgeler arası gelişmişlik düzeyini dengelemek amacıyla birçok ilde devlet üniversiteleri açılmıştır. 1993-2005 yıllarında açılan üniversitelerin çoğunun vakıf üniversiteleri olduğu görülmektedir. 2006 ve sonrasında “her ilde bir üniversite” hedefiyle üniversite açılışlarında büyük bir hızlanma yaşanmıştır. Bu gelişmeler takdir görür; ancak üniversite sayısının artması araştırma verimliliğinde artış anlamına gelmez. Özellikle de 2005 yılında açılan vakıf üniversitelerinin, ortalama araştırma verimliliğini aşağı çektiği saptanmıştır. 2006 yılı ve sonrasında açılan yeni üniversitelerin maalesef ekonomik nedenlerden çok politik nedenlerle açıldığı; öğretime ağırlık verilmesi sonucu öğrenci kontejanlarında aşırı artış olduğu; sonunda mezunların istihdam edilemediği, öğretim elemanlarının da araştırmaya karşı ilgi ve motivasyonlarının düştüğü, araştırmaya yeterince vakit ayıramadıkları görülmektedir. Yeni kurulan Türk üniversitelerinde araştırma verimliliğindeki düşüşün yukarıda sıralanan nedenleri dışındaki diğer nedenleri Austin’in (2020) çalışmasından yararlanarak ortaya konulabilir. Austin’e göre yeni kurulan üniversitelerin en önemli sorunları aşağıdaki gibi sıralanabilir:

Kurumsallaşma yetersizliği. Yeni üniversitelerde kurumsallaşmanın olduğunu söylemek zordur. Zira kurumsallaşma, bir kurumdaki işleyişin kişilere bağımlı olmaktan çıkartılıp, kurumsal hale getirilmesidir. Kurumsallaşma, kurumların gelişip büyümesi, misyonuna uygun işler yapması ve sürdürülebilirliği açısından son derece önemlidir. Kurumlarda henüz kurumsallaşma olmamışsa işlerin seyri büyük ölçüde kişilere bağımlı olmakta, bu durum da her türlü keyfiliğe kapı aralamaktadır. Dolayısıyla kurumların başarılı olması, devamlılığını sürdürmesi ve hedeflerine ulaşabilmesi için kurumsallaşma şarttır. Bilindiği gibi her üniversitenin hedeflerini devam ettirmesini sağlayan vizyonu ve misyonu vardır. Bir kurumda vizyon ve misyonun personel tarafından benimsenmesi belli bir süreçten sonra olur ki yeni kurulan üniversiteler henüz bu süreci tamamlayamamışlardır; dolayısıyla paylaşılmış bir vizyona ve misyona sahip değillerdir.

Fiziksel yetersizlikler. Yeni kurulan özellikle de bazı vakıf üniversitelerde fiziki eksiklikler mevcuttur. Örneğin bu üniversitelerde sınıflar, laboratuvar ve kütüphane yetersizdir. Bunların yeterli hale gelmesi için kaynaklar çok kıt değil; ancak yeni kurulan üniversitelerde kaynakların doğru ve yerinde kullanılabilmesi ve bahsedilen eksikliklerin giderilmesi için zamana da ihtiyacı vardır. Devletin üniversitelere ayırdığı kaynağın sınırlı olması ve üniversite yönetiminin bu kaynağı harcayabilme sınırlaması, yeni kurulan üniversitelerdeki fiziki ihtiyaçların giderilmesini engellemektedir.

Nitelikli öğretim elemanı sorunu. Yeni kurulan üniversitelerin sorunlarından biri de nitelikli öğretim elemanı bulma sorunudur. Öğretim elemanı bulma sıkıntısının en büyük nedeni yetişmiş nitelikli öğretim elemanı sayısının yeterli olmamasıdır. Özellikle bazı bölümlerde yeterince ve iyi yetişmiş öğretim elemanı yoktur.

Tüm bu nedenlerle son dönemlerde pek çok üniversite kurulmuş ancak kurulan bu üniversiteler pek çok sorunu da beraberinde getirmiştir. Yükseköğretim kurumlarında meydana gelen bu hızlı nicelik artışının en belirgin olumsuz yanlarından biri, kuşkusuz bu kurumların eğitim niteliğinin olumsuz etkilenmesidir. Üniversite sayısının fazla olması hem akademik hem de idari personel yetersizliğine neden olmuş, bu durum da yükseköğretimde kalitenin düşmesine sebebiyet vermiştir. Yeni kurulan üniversitelerin öğretim elemanı ihtiyacının karşılanması için belki de en temel çözüm, yükseköğretim kuruluşlarında yeterli sayıda ve yüksek nitelikli doktorasını tamamlamış eleman yetiştirmektir. Bu anlayışla Yükseköğretim Kurulu, temeli 2002 yılına dayanan ancak 2010 yılında yürürlüğe giren öğretim üyesi yetiştirme programlarını başlatmıştır. Ancak öğretim elemanı yetiştirme programı gelecekte öğretim elemanı açığını kapatmak adına atılmış önemli bir adımdır. Diğer taraftan üniversitelerde hali hazırda pek çok açıdan kaliteyi artıma çalışmaları yapılabilir. Bunun için üniversitelerin nitelikli hizmet veren öğretim elemanı, yeterli bina, teknolojik altyapı, araç-gereç ve kütüphane olanakları gibi girdileri sağlaması gerekir. Zira ülkelerin ekonomik bakımdan zenginleşmesi, kaliteli eğitim anlayışına sahip olması ve hem sosyal hem de kültürel açıdan gelişmesi yükseköğretim kurumlarının nicelikten çok niteliğinin yüksek olmasına bağlıdır.

Sonuç olarak; bir üniversitenin açılması için bazı gereklerin karşılanması gerekir. Güçlü bir akademik kadro, güçlü bir dokümantasyon merkezi, güçlü bir finansman desteği bunlardan bazılarıdır. Türkiye’de özellikle de “her ile bir üniversite” anlayışı doğrultusunda, ne yazık ki sözü edilen temel gerekler sağlanmadan üniversiteler açılmıştır. Dolayısıyla bu kurumlara üniversite (!) demek ne kadar doğrudur? Bu üniversitelerden bazılarının -bazı vakıf üniversitelerinde olduğu gibi- bırakınız güçlü bir akademik kadro, güçlü bir dokümantasyon merkezi, gerekli fiziksel alt yapı bile sağlanmadan bir iki apartman katı, ya da apartmanda birer tabela ile açıldığı görülmektedir. Bu kurumlara üzgünüm ama belki de “tabela üniversitesi” ya da “yüksek lise” denebilir. Bu yetersizlikleri dolayısıyla da bu kurumlardan bırakınız araştırma performansı yeterli öğretim performansı beklemek ne kadar gerçekçi olur.

Yararlanılan Kaynaklar

Acar, V. ve Bektaş, M. (2021). Türkiye’nin Bilimsel Yayın Üretimi. Ankara Eğitim Araştırma Hastaneleri Dergisi, 54(2), 331- 340.

Akçiğit ve Özcan-Tok ( 2020). Türkiye Bilim Raporu. TÜBA Raporları No: 43

Ak, M. Z. ve Gülmez, A. ( 2006) Türkiye’nin Uluslararası Yayın Performansının Analizi. Akademik İncelemeler,1(1), 25- 43.

Arap, S. K. (2010). Türkiye Yeni Üniversitelerine Kavuşurken: Türkiye’de Yeni Üniversiteler ve Kuruluş Gerekçeleri. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 65(1), 1–29.

Austin, S. (2020). Research University vs Teaching University: Which is Right for You? https://academicinfluence.com/resources/guidance/research-vs-teaching-university. Erişim tarihi 01. 09. 20202.

Doğan, D. (2013). Yeni Kurulan Üniversitelerin Sorunları ve Çözüm Önerileri. Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, 3(2), 108-116.

Lertputtarak, S. (2008 ). An Investigation of Factors Related to Research Productivity in a Public University in Thailand: A Case Study. School of Education, Faculty of Arts, Education and Human Development, Victoria University, Melbourne, Australia

Rosowsky, D. (2020). The Teaching And Research Balancing Act: Are Universities Teetering? https://www.forbes.com/sites/davidrosowsky/2020/06/11/the-teaching-and-research-balancing-act-are-universities-teetering/?sh=75b7483e2ed8. Erişim tarihi 06.09.2022.

Özdem, G. ve Sarı, E.(2008), Yükseköğretimde Yeni Bakış Açılarıyla
Birlikte Yeni Kurulan Üniversitelerden Beklenen İşlevler (Giresun
Üniversitesi Örneği), Üniversite ve Toplum, 8(1), 1-15.

TÜBİTAK. Türk Bilim ve Teknoloji Politikası 1993-2003. www. tubitak.gov.tr/tubitak_content_files/BTYPD/btyk/2/2btyk_karar. pdf Erişim tarihi 13.12.2020

YÖK (2005), Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, www.yok.gov.tr, Erişim tarihi. 10.09. 2022.

YÖK, 2007. Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi. https://www.yok.gov.tr/Documents/Yayinlar/Yayinlarimiz/Turkiyenin-yuksekogretim-stratejisi.pdf. Erişim tarihi. 08. 09.2022

http://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/raporlar/ Tu%CC%88rkiye%20Bilim%20Raporu.pdf Erişim tarihi 09.09. 2022.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Bilim Felsefesi Yazıları