Dünya her gün yörüngesinde hiç durmadan dönüp dururken, görkemli Süphan, Nemrut ve Erek dağlarının havzasında yer alan Van Gölü de hiç durmadan, hep aynı yerde, her gün, berrak mavi sularıyla dalgalanıp durmaktadır. Öyle güzel, öyle duygu yüklü ki insan bu bozulmamış kristal berraklığa bakmaya doyamıyor.
Ekim ayının son haftası Van’daydım. Yazdan kalma ılık bir hava, ağaçların aşina olduğu bir yaprak dökümü mevsimi yaşanıyordu. Güneş, belli belirsiz yarı saydam ışıklarıyla gölün yüzeyinde dolaşıyor; inip inip kalkan, sonra tekrar inip tekrar kalkan, sonra bir ileri, bir geri kıyıya doğru gidip gelen gölün sularıyla oynaşıyordu sanki. Güneş ve su… Muhteşem bir görüntüydü ve galiba bizler burada veya herhangi bir yerde bu güzelliği görebiliyorsak, bu, güneşin yüzünden yansıyan binlerce başıboş ışık parçacıklarından dolayıdır. Eğer ışık ve su olmasaydı ne varlıkların biçimi, rengi, ne dokusu ne de yaşam için gerekli unsurlar olurdu. Ne de benzersiz uygarlıklar ortaya çıkardı… Ne Urartular ne Kral Menua, ne Şamran ne de Prenses Tariria’nın üzüm bağları…
Gölün çevresi nefes kesen güzellikte dağ manzaralarıyla doludur. Zirvelerde bulutlar, çanak biçimindeki çukurlarda buzullar, sarp kayalıklardan aşağı dökülen şelaleler, krater gölleri, göz alabildiğince uzayıp giden tepeler ve vadiler, kıvrılıp göle ulaşan dereler ve kolları, kanallar, meşe ağaçları, dikenli alıçlar, sonbahar çiçekleri ve serin esintiler bu coğrafyanın kendine özgü renklerinden sadece birkaç tanesidir ve sadece bunlar bile buranın bir zamanlar oldukça verimli bir bölge olduğunu insanın aklına getirebiliyor… Toprağın ve yaşamın önemini, harikulade zarif bir geçmişin ihtişamını ve güzelliğini bir anda sezebiliyorsunuz… Kısacası kökü olan bir göldür Van Gölü ve burası yaşamın geçmişine, özüne, bugününe ve yarınına tanıklık edebilecek kadar henüz keşfedilmemiş gizlerle doludur.
Eğer bir gün yolunuz bu tarafa düşerse, insanlığın saklı denklemlerini çözmek için bakışlarınızı gölün yüzeyinden ötelere kaydırıp uzak zamanlara bakın. Uzaklara bakmak yeni ufukların, yeni hayallerin kapılarını aralar. Bakın ve onun yaşamımıza verilmiş en güzel, en büyük armağan olduğunu görün. Ama eğer tam bu anda biri çıkıp size, bağnaz ve alaycı bir tavırla: “ Amma da abarttın… Bakılacak ne var ki!.. Alt tarafı tuzlu, sodalı bir göl işte!…” diyecek kadar ileri giderse, ona “Hayır!” deyin. “O, dünyamızın minicik bir güzelliğidir ve oluşumunda Tariria’nın gözyaşları vardır.
Van’ın sokaklarındaki yaşam donmuş gözükmüyor. Her şeye rağmen hareketli ve insana yepyeni farklı tatlar veriyor. Dünyanın herhangi bir yerinde olduğu gibi burada da de durmadan çoğalan insanlık, bir şekilde pek de özgün olmayan kişilikler üzerinden yaşayıp gidiyor…’Kayıp İnsanlık’ diyorum ben buna… Daha temkinli, daha tedbirli ve insan soyundaki evrimin hızlı gelişimi, artan nüfus baskısı, göçler, savaşlar, azalan kaynaklar buranın da çehresini değiştirmiş. Eskinin o güzel, bakir manzaraları yerini beton bloklara bırakmış. Cadde boyunca sahile doğru uzanan, insanların gölgesinde dinlendiği gür yapraklı kavak ağaçları yok… Artık burada da insanlar ateşin yararlarını keşfetmek yerine, dünyayı ateşe vermeyi öğrenmekle ilgileniyorlar… (İnsan yaşamın kımılıdır. Kalıntı bir maddedir ve kendini gezegenin sahibi, yaşamın efendisi saymaktadır. Yeterli güce, yeterli ateşe eriştiğinde, her şeyi ateşe vermekten çekinmiyor ve bir şey kesin görünüyor: Eğer hem konum olarak hem zaman olarak değişmezsek, yaşamımız giderek aşağıya doğru sürüklenecektir. Çünkü her yüzyıl daha da zorlanıyoruz. Başka bir ifadeyle kolay yaşam her yüzyıl biraz daha geri çekiliyor ve insan beyninin gizemli potansiyeli bugünlerde dünyayı yıkıma götürmekle meşgul.)
******
Yazımı şaşırtıcı bir öyküyle bitiriyorum: Bizi Akdamar adasına götüren tekne kaptanımız ilginç biriydi. Yolculuk boyunca teknesindeki hemen her yolcuyu baştan aşağı süzüyor, gözden geçiriyor, sonra yeniden tekrar tekrar süzüyordu. Sonra birden bakışlarını sulara bırakıyor ve tıpkı okyanusta büyük bir gemiye kaptanlık yapar gibi kararlı, havalı bir edayla dümeni oraya buraya kırıyor, yön değiştiriyor, sonra tekrar dönüp bize bakıyordu… Sanırım dikkat çekmeyi seviyordu ve iskeleye yaklaştığımızda, karşıda küçük bir toprak parçası üzerinde, son derece güzel mimariyle süslenmiş taş yapıyı (Kilise) gösterip şunu dedi: “İşte burası Ahtamara… Her ne kadar burayı Akdamar olarak biliyorsak da esas ismi Ahtamara’dır. Tamamen koşullara bağlı olarak bu iki isimden bazen birini, bazen ötekini kullanıyoruz.”