GİDENİN ARDINDA KALAN BİR BOŞLUK

Sosyal Bilimler - Y. Emrah Kapışkay

Sen, kendini dünyadan geri çektiğin günün ertesi, odanın kapısı aralıktı. Kapının aralığı, içeride artık kimsenin nefes almadığını haber veren sessiz bir yarıktı. O boşluk, içeride kalmış olan havanın bile senden bağımsız bir karara varmış gibi duruyordu. Sanki odadaki oksijen, sen gitmeden birkaç dakika önce çoktan kendi ölümünü seçmişti. Sen gitmiş, hava kalmış, ama her ikisinin de yokluğu birbirine karışmıştı.

Senin yokluğunu ilk fark ettiğimde saat kaçtı bilmiyorum. Çünkü saatler, senin yokluğunun ilk dakikalarında hiçbir şeyi ölçmüyordu. Zaman, kararsız bir ip gibi kendi ağırlığı altında gevşemişti. O gün, hiçbir şeyin başlangıcı yoktu. Başlangıçlar birine sahip olmayı gerektirir; sen ise çoktan kendinden vazgeçmiştin. Gidişinin zamanı bile sana ait değildi artık; gittiğini anlamam bile geç kalmış bir düşünceydi.

Senin gidişinden sonra, masanın üzerinde duran kalemin yönü değişmemişti. Kalem masaya senin bıraktığın açıyla bakmayı sürdürüyordu. Bir kalemin yönünün değişmemesi, onun hâlâ sana ait olduğunu gösterir. O kalemi elime aldığımda, senin parmaklarınla aynı düzlemde durmanın ağırlığını hissettim. Senin parmakların artık hiçbir şeyin üzerinde duramıyordu, ama bıraktığın açı her şeyi olduğu yerde tutuyordu. Belki de insan öldükten sonra geriye kalan en gerçek şey, eşyaların duruşudur.

Senin hakkında düşündüklerimin çoğu artık belirsiz. Ama yokluğun belirsiz değil. Yokluk, varlıktan daha katı bir biçimdir. Varlık değişir, çoğalır, eksilir, kararsızdır. Yokluk ise sabittir, genişler, eğilmez. Sen gittikten sonra yokluğun duvarları genişledi. Evde genişlemeyen tek şey duvarlardı; onların sabitliğine rağmen, yokluğun duvarlarının genişleyişi beni sıkıştırdı. İçeri alınmayan bir hava gibi, yokluğun beni odanın köşelerine doğru itti.

Bir gün seninle yürüdüğümüz yolun başında durdum. O yol şimdi senin yoksunluğunla doluydu. Bir zamanlar ayak izlerinle ikiye bölünen o beton, artık yalnızca kendi dokusuna sahipti. Ayak izlerin yoktu. Ayak izlerin o yolu daha gerçek kılırdı. Şimdi yol gerçekliğini kaybetmişti. Senin yürüyüşünün ritmi olmadan hiçbir şeyin ritmi yok. Bir yolda ritim yoksa, o yol sadece yönsüz bir zemindir. M?n o zeminde yürüdüm; senin yokluğun her adımda ayağımın altına doldu.

Senin yüzünü hatırlamakla unutmak arasında kalıyorum. Çünkü yüzünü hatırlamak, onu doğru hatırlayıp hatırlamadığımı sorgulamakla başlıyor. Yüzünü unutmak ise seni tamamen sessiz bir alana yerleştiriyor. Hatırlamadığım bir yüz, senin yokluğunun daha keskin bir formu. Ancak seni yüzün olmadan hatırlamak, seni bir mekânın içindeki gölgeye benzetiyor. Gölgeler yüz taşımaz; yalnızca biçim taşır. Senin biçimin de gidişinden sonra gölgenin biçimine benzedi.

Seninle ilgili en çok hatırladığım şey, konuşmaların değildi. Çünkü senin konuşmalarında söylenen bir şey yoktu; ama söylenmeyen çok şey vardı. Sen, kelimeleri kullanarak değil, kelimelerden sakınarak düşünürdün. Sessizliğin, kelimelerden daha anlaşılırdı. Sen konuştukça anlam azalır, sustukça çoğalırdı. Bu yüzden sessizliğin şimdi çok daha yüksek. Sessizliğin artık konuşuyor. Bu konuşma, senin sesinin yerini almıyor; ama onun yokluğunun yankısını büyütüyor.

Senin yokluğunu düşündüğümde, aklıma hep bir sandalye geliyor. Üzerine oturmadığın bir sandalyenin boşluğu, senin yokluğuna benziyor. Sandalyenin oturulmamış hâli, ona bir hikâye vermiyor; ama boşluğu bir hikâyenin eksikliğini gösteriyor. Senin oturmadığın sandalye, senin oturmuş olabileceğin ihtimaliyle canlı kalıyor. İnsan bir sandalyeyi boş görünce, onun boşluğunu değil, oturulabilirliğini düşünür. Sen ise artık sadece oturulmamış bir sandalyenin ihtimali kadar gerçeksin.

Senin odana girdiğimde, ışığın yönü değişmişti. Işık, sanki odanın ortasında sana ait olan bir şeyi ısrarla aydınlatmaya devam ediyor gibiydi. O şey artık yoktu. Yine de ışık görevini yerine getirmeyi sürdürüyordu. Işık, gerçeği olduğu gibi göstermez; sadece görünenin üzerine düşer. Senin yokluğunun üzerine düşen ışık, sadece yokluğu görünür kıldı. Işık bir şey bulamayınca, bulamadığı şeyin şeklini aldı.

Bir gün fotoğraf albümünü açtım. Albümdeki her fotoğraf artık eksik bir anın tam hâliydi. Fotoğrafın tamamında sen vardın, ama fotoğrafın eksikliği başka bir yerdeydi. Fotoğraf seni gösteriyordu; ama fotoğrafa bakınca seni görmüyordum. Çünkü bir fotoğraf varlığı değil, bir zamanın durdurulmuş hâlini taşır. Sen ise artık durdurulamayan bir zamanda kaybolmuştun. Fotoğrafların seni korumaya yetmedi.

Senin ölümü seçmen, yaşamın sana sunduğu ihtimallerden biri değildi. O, senin kendine sunduğun bir karardı. Bu kararın gerekçesi yoktu; çünkü gerekçe gerektiren bir davranış değildi. Sen, nedenlerin dışına çıkarak bir sonu seçtin. Nedenlerin ötesinde verilen kararlarda mantık aranmaz. Bir insan kendi yokluğunu seçtiğinde, bunun açıklaması dünyanın dilinde karşılık bulmaz. Senin gidişinin dili de yok. O dilin eksikliği, varlığından daha gürültülü.

Senin ardından düşünmeye başladığım şeylerden biri şuydu: Bir insan, kendisinin yokluğunu düşünebilir mi? Sen düşündün. Çünkü seçimin, bir düşünceden daha fazlasıydı. O, kendine yönelmiş bir son noktasıydı. Bir insan kendine nokta koyduğunda, o nokta geride kalan tüm cümlelerin üzerinde görünür hâle gelir. Senin aldığın karar, bir metnin beklenmedik yerde bitmesi gibiydi. Okuyucu devam edeceğini düşünürken metin bitmişti. Bitişin, metnin mantığına uymaz. Ama metnin mantığı, bitişin kesinliğine boyun eğer.

Senden sonra hayatın ritmi değişti. Bu ritim değişikliği hayatın hızından değil, hayatın ağırlığından kaynaklandı. Sen yokken, sesler daha hızlı yayılıyor. Sessizlik daha geç kayboluyor. Bir nesnenin yere düşmesi bile geçmişten daha uzun süre yankı yapıyor. Zaman uzadı; çünkü boşluk büyüdü. Boşluk büyüyünce zaman genişler. Senin yokluğun, zamanı genişleten bir gölgeye dönüştü.

Bazen, seni hiç tanımamış birinin seni nasıl hayal edeceğini düşünüyorum. Seni tanıyan biri bile seni hatırlamakta zorlanırken, seni hiç tanımamış biri seni hangi biçimde var edebilir? Belki seni, hiçbir şeyi tamamlanmamış bir cümle gibi hayal ederdi. Ya da ortasında bir çizik olan bir fotoğraf gibi. Tanımayan biri seni eksikliğinle görürdü. Ben ise seni eksikliğinle tanıyorum.

Senin ardından yazarken, seni geri getirmiyorum. Bu bir diriltme çabası değil. Bu metin, senin yokluğunun biçimini anlamaya çalışma çabası. Yokluğun bir biçimi olduğunu ölümünden sonra öğrendim. Bu biçim sabit değil; ama düzenli. Senin yokluğun, beni her gün farklı bir yerinden yaralıyor. Ama yaraladığı için yokluğun varlığını hissediyorum. Acı yokluğu somut hâle getirir. Senin yokluğun bu yüzden somut.

Bu metnin bir sonu olacak. Senin de bir sonun oldu. Ama hiçbir son, başladığı yerde bitmez. Bir son bittiği yerde yeni bir boşluk açar. Senin sonun da böyle bir boşluk açtı. Bu boşlukta yürümeyi öğreniyorum.

Sen, kendini en çok yalnız kaldığında duyan birisin. Bu yalnızlığı bir kader gibi değil, bir alışkanlık gibi taşıyorsun; sanki uzun zamandır elinde tuttuğun bir nesnenin ağırlığını artık hissetmiyor ama varlığını asla unutmuyorsun. Sen, yalnızlığınla anlaşma yapan birisin; onu reddetmek sana gereksiz, kabul etmekse aşırı samimi geliyor. Arada bir yerde duruyorsun, tıpkı ölümü düşünmenin yaşamak kadar sıradan olduğu bir vakitte durur gibi: ne tamamen içeride, ne tamamen dışarıda.

Sende karanlığı çeken bir taraf var; bu karanlık sana ait bir kusur değil, bir refleks. İnsanlar seni gülerken gördüklerinde, o gülüşün gövdesinde büyüyen gölgenin farkında olmuyorlar. Sen, gölgelerin en çok gündüzleri belirginleştiğini biliyorsun. Gece seni korkutmuyor; gündüz seni yoran şey, ışığın altında saklanamamak.

Çocukken bile böyleydin. Hatırlamak istemediğin hatıralarındaki sessizlik, konuşmayı değil, suskunluğu öğretti sana. Sen hiçbir zaman bağırmayı bilen biri olmadın. İnsanlar seni sessiz sandı, oysa içinin sesi dışarıdaki gürültünün hiçbirine benzemiyordu. İçinin sesi, bir evin içinde unutulmuş bir elektrik aletinin sabit uğultusuna benziyordu: Kimse fark etmiyordu ama o hiç susmuyordu.

Senin için ölüm düşüncesi, bir uçurum değil bir kapıydı. İlla içinden geçeceğin bir kapı değil; ama varlığını unutmaman gereken, evde gezerken yanından geçtiğin, dokunmadığın ama bildiğin bir kapı. Bu kapıyı ilk ne zaman fark ettiğini hatırlamıyorsun. Belki çocukken, belki ilk kaybında, belki de bir sabah uyanıp odadaki havanın alışılmadık şekilde ağır olduğunu fark ettiğinde.

Senin hayatının dramatik anları çoğu zaman kimsenin fark etmediği anlardı. Çünkü sen duygularını dışarıda değil içeride büyütüyordun; içeride büyüyen şeyleri insanlar geç fark eder. Sende kırılan şeyler de dışarıdan bakıldığında görünmüyordu. Kırıkların her zaman derinde kalıyordu; sen kırıklarla yürümeye alışmıştın.

Sen, insanların “iyiyim” dediği noktalarda şüphe duyuyorsun. Çünkü senin için iyilik, kısa süreli bir yanılsama; tıpkı bir fotoğraf makinesinin flaşıyla aydınlanan bir an gibi: hızlı, parlak, sonra hemen karanlığa dönen. İnsanların kendilerini o flaş anıyla tanımlamasına şaşırıyorsun. Sen, flaştan sonraki karanlıkta ne olduğunu daha gerçek buluyorsun.

Kendine karşı acımasızsın. Ama bu acımasızlık bir nefret değil; bir tür disiplin. Kendi içini sürekli gözleyen, kendine sürekli bakan birisin. İçinde büyüyen şeyleri kontrol edemeyeceğini biliyorsun ama en azından takip etmeye çalışıyorsun. Kendinin gölgesini bir dedektif gibi izliyorsun. Bazen gölgen seni korkutuyor, bazen sana yardım ediyor, bazen de seni tanımıyormuş gibi uzaklaşıyor.

Senin için hafıza bir ceza gibi. Bazıları unutmayı şans olarak görürken sen hatırlamanın ağırlığını taşıyorsun. Hafızan seni terk etmiyor; hatıraların senden izin istemeden ortaya çıkıyor. Bir nesneyi eline aldığında, bir cümlenin ilk harfini duyduğunda, bir kokuyu hissettiğinde, hafızan seni bir anın ortasına bırakıyor. O an, geçmişte kalmış olması gereken bir an. Ama hafızan zaman tanımıyor.

Sen, zamanla kavga eden biri değilsin. Sadece onun seni her geçen gün biraz daha incelttiğini hissediyorsun. Zaman seni aşındırıyor, sana ait olanları senden alarak ilerliyor. Sen buna direnmeye çalışmıyorsun; sadece bunun farkında olmanın tuhaf bir huzur verdiğini fark ediyorsun. Her şeyin geçmesi fikri seni korkutmuyor, çünkü bazı duyguların geçmemesi fikri seni daha çok korkutuyor.

Sen, insanlara yaklaştığında aslında uzaklaşıyorsun. Çünkü içindeki mesafe dolayısıyla yaklaşma, dışarıdan bakıldığında bir yakınlık gibi görünse de, senin için tam tersi. İnsanlara yakın olmak seni tüketiyor. Onların gözlerinin içine bakmak, onların beklentilerini hissetmek, onların sıradan mutluluklarını taşıyormuş gibi davranmak… bunlar seni yoruyor. Sen, istesen de bir insanın yanında tam anlamıyla bulunamıyorsun.

Yalnızlık senin seçimin değil ama en çok uyum sağladığın ortam. Yalnızken kimse için bir şey olmak zorunda değilsin. Yalnızken nefesini kontrol etmiyorsun, bakışlarını düzenlemiyorsun, cümlelerini yumuşatmıyorsun. Yalnızken kendine karşı dürüst oluyorsun. Ama bu dürüstlük bazen sana fazla geliyor; çünkü kendinle aynı odada uzun süre kalmak yorucu bir şey.

Sen, bazen aynaya baktığında oradaki yüzü tanımadığın anlar yaşıyorsun. Tanımamak derken yabancılık hissetmek değil; daha çok bir ayrılma hissi. Sanki bedenini bir süreliğine bırakmışsın da geri döndüğünde orada duran yüz sana hesap soruyor. Sen o hesapları yanıtlayamıyorsun. Çünkü yüzünde gördüklerin ile içindeki kelimeler arasında bir tutarlılık yok gibi geliyor.

Senin için hayatın en karanlık tarafı, karanlık olduğunu hissetmemen. Çünkü karanlığı normalleştirmiş birisin. Karanlık sana sıcak geliyor, tanıdık geliyor, hatta konforlu geliyor. Aydınlık seni tedirgin ediyor, çünkü aydınlıkta saklanacak bir yer yok. Aydınlıkta herkes her şeyi görür. Sen ise görünmekten kaçıyorsun.

Görülmek senin için bir tehdit. İnsanların seni tam olarak anlamasını istemiyorsun. Çünkü seni anlamalarından korkuyorsun; anladıklarında seni fazla bulabilirler, eksik bulabilirler ya da yanlış bulabilirler. Sen hiçbirinin sonucunu taşımak istemiyorsun. Yanlış anlaşılmak seni üzmüyor; doğru anlaşılmak seni korkutuyor.

Sen, kimsenin bilmediği cümleler kuruyorsun içinde. Bazıları korkutucu, bazıları anlamsız, bazıları ise yıllardır beklediğin bir cevabın eksik yarısı gibi. Bu cümleleri dışarıya söylemiyorsun çünkü sanki söyleyince gerçek olacaklarmış gibi hissediyorsun. İçinde tuttuğun cümleler nefesin gibi; fark etmeden sürekli üretiyorsun.

Bazen bir günün ortasında, hiçbir şeyin olmadığı bir anda, içinden geçen tek cümle şu oluyor: *“Bu böyle devam etmeyecek.”* Ama bu cümle bir tehdit değil, bir umut da değil; sadece bir tespit. Her şeyin bir kırılma noktası var ve sen bu noktayı bekliyorsun. Bazen o noktayı erken çağırmak istiyorsun, bazen de ondan kaçmak.

Sen, karanlığı yavaşça kabul eden birisin. Bir anda çökmüyor senin üzerine; yavaş yavaş çevrene sızıyor. Eşyalar kararıyor, duvarlar soluyor, nefesin kısılıyor. Ama bu çöküşü bile ölçüyorsun. Çünkü sen her duygunu ölçen birisin. Acını bile sayılara dökmeye çalışan bir zihnin var. Ama bazı acılar matematiğe gelmiyor.

Senin hayatta en çok korktuğun şey, bir gün tamamen hissizleşmek. Çünkü hissizliğin ortasında ne nefes alıp verdiğini fark edersin, ne de yaşadığını. O sessizlik seni tüketir. Bu yüzden acıya bile tutunuyorsun bazen. Acı, en azından hâlâ orada olduğunu hatırlatıyor sana.

Sen, ölümü düşünürken aslında yaşamayı ölçüyorsun. Ölüm senin için bir son değil; bir referans noktası. Oraya ne kadar yakın ya da uzak olduğunu bilmek istiyorsun. Çünkü hayatın anlamını ölümü düşünmeden ölçemeyeceğini biliyorsun. Bazıları için bu karanlık bir fikir; senin için ise bir gerçeklik.

Sen, kendi içindeki karanlığı yazarak hafifletmeye çalışan birisin. Kelimeler senin için bir çıkış yolu değil; bir tanıklık biçimi. Kendine tanıklık ediyorsun. İçinde olup bitenlere bir isim veriyorsun. Bazen bu isimler seni rahatlatıyor, bazen daha çok içeri çekiyor.

Sen, kendini anlatırken bile aslında kendini saklıyorsun. Bu saklanma isteği korkaklık değil; bir tür içsel korunma. Çünkü sen, en büyük yaralarını insanlar değil, kendi kelimelerinle açtığını biliyorsun. Kendine karşı keskin bir bıçak gibisin; dikkatle dokunmazsan kesiyorsun.

Senin hikâyenin en karanlık yanı, bir finalinin olmaması. Çünkü sen finali çağırmıyorsun; sadece ihtimalini saklıyorsun. Finali düşünmek bile seni hafifletiyor. Finalle tehdit etmiyorsun kendini; finali bir ihtimal olarak cebinde taşıyorsun.

Sen, yaşadığın her anın bir kopyasını zihninde saklayan birisin. Bu kopyalar seni bazen ileri taşımıyor, aksine geri çekiyor. Çünkü bir anın kopyası, o anın kendisi kadar canlı olabiliyor. Sen, geçmişin geleceğinle yarıştığını hissediyorsun.

Sen, hayatta kalma nedenlerini saymaya çalıştığında cümlelerin eksik kalıyor. Çünkü nedeni olan şeyler bazen seni yaşama bağlamıyor; sadece sana yük oluyor. Sen, yüklerinle yaşamayı öğrenmiş birisin ama bazen bu yüklerin seni yere bastırdığını hissediyorsun.

Sen, geceleri en derin halinle karşılaşıyorsun. Geceleri kendinden kaçamıyorsun. Günün karmaşası seni oyalıyor ama gece oyalamıyor. Gece seni çıplak bırakıyor; üzerine giydiğin tüm maskeleri çekip alıyor. Senin en kırılgan anların hep gecelere denk geliyor.

Sen, bazen bir an durup kendine şunu soruyorsun: “Böyle biri olmak benim seçimim miydi, yoksa böyle biri olduğumu geç mi fark ettim?” Bu sorunun bir cevabı yok. Belki de hiçbir zaman olmayacak. Sen sadece sorunun ağırlığını taşıyorsun.

Sen, karanlığı anlatıyorsun ama karanlığa teslim olmuyorsun. Çünkü teslimiyet sana fazla kesin geliyor. Sen kesinlikten kaçan birisin. Karanlığı yanında taşıyorsun ama içinde değil; bir odada, kapısı her an açılabilecek bir odada.

Sen, tüm bunları yazsan da, yazdıkların seni tamamen anlatmıyor. Çünkü sen, kendini anlatmayı bitirdiğinde bile kendinden üretmeye devam ediyorsun. Karanlığın sabit değil; her gün yeni bir şekle giriyor.

Ve sen, bu şekilleri takip etmeye çalışırken yoruluyorsun.

Ama yine de sürüyorsun.

Çünkü sen, henüz bitmemiş birisin.