Bugünün dünyasında edebiyatı yalnızca estetik bir oyun, sözcüklerin süsü ya da vakit geçirmenin bir yolu gibi görmek, ona yapılacak en büyük haksızlıktır. Çünkü edebiyat, insanın var oluş serüveninin en eski ve en derin tanığıdır. İlk mağara resimlerinden destanlara, halk masallarından modern romanlara uzanan yol, insanın kendini ve dünyayı anlama çabasının öyküsüdür. Çağın gürültüsü içinde belki de hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyduğumuz bir sığınaktır.
Toplumların belleği, çoğu zaman şairlerin dizelerinde, yazarların cümlelerinde saklıdır. Bir halkın acısı, sevinci, öfkesi, umudu önce söze, sonra yazıya dönüşür; unutulmak istenen, o yazılar sayesinde hatırlanır. Bir şiir, kimi zaman bir çığlık kadar sarsıcı, kimi zaman bir devrim kadar güçlüdür. Yoksulluğu anlatan bir öykü, adaletsizliğin görünmeyen yüzünü açığa çıkarır. Çocukların gözünden yazılmış birkaç satır, savaşın tüm raporlardan daha derin bir tanıklığını taşır. Böylece edebiyat, toplumsal dönüşümün sessiz ama en köklü damarlarından biri hâline gelir.
Ama edebiyatın en büyük mucizesi, bireyin ruhuna dokunduğu yerde gerçekleşir. İnsan bir kitabı eline aldığında yalnızca başkasının hikâyesine tanıklık etmez; çoğu zaman kendi hikâyesiyle yüzleşir. Bir kahramanın yalnızlığı, kendi yalnızlığını yansıtır; bir dizenin hüznü, kendi yarasını kanatır ama aynı zamanda ona merhem de olur. Çünkü edebiyat, insana yalnız olmadığını hissettirir. Okudukça başka hayatların penceresi açılır, tekdüze zamanların içinde yeni ufuklar belirir. Empati, işte tam da o noktada filizlenir: başkasının acısı kendi acına dokunur, başkasının sevinci kendi içini aydınlatır.
Hayatın yükü ağırlaştığında, kayıplar çoğaldığında, insan sözcüklere sığınır. Kimi zaman tek bir dize yıllardır taşınan bir kederi dile getirir, kimi zaman bir öykü kalpteki sessiz çığlığı işitir. Yazmak da okumak da bir arınmaya dönüşür; insan, başkasının sözcüklerinde kendi yarasının izini bulur. İşte bu yüzden edebiyat, hem bireyin ruhunu iyileştiren bir merhem, hem de toplumların yasını tutmasına yardımcı olan bir ağıttır.
Büyük felaketlerden sonra, savaşlardan, göçlerden, depremlerden sonra, edebiyat kaybolmuş hayatları yeniden kurar. Yıkılan şehirler kitaplarda yeniden inşa edilir, yok olan insanlar satırlarda yeniden can bulur. Böylece toplum, yalnızca kayıplarını hatırlamaz; aynı zamanda yeniden doğma gücünü de bulur. Sözcükler, hem bir yas hem bir umut olur.
Bugün, hızın ve tüketimin girdabında, edebiyat insan için bir nefes, bir derinlik, bir duraklama anıdır. Sosyal medyanın akışında kaybolan görüntülerin aksine, bir şiir insanın kalbine kalıcı bir iz bırakır. Bir roman, yıllar sonra bile hatırlanan bir yolculuğa dönüşür. Bu yüzden edebiyat, artık bir lüks değil, varoluşsal bir ihtiyaçtır.
Edebiyat, dün olduğu gibi bugün de insanı insan yapan en sahici mirastır. Toplumların vicdanını ayakta tutan, bireyin içindeki en sessiz çırpınışı duyan, karanlığa düşmüş ruhlara ışık taşıyan bir güçtür. Hem dönüşümün kıvılcımı hem de iyileşmenin nefesi… İnsanlık var oldukça edebiyat da var olacaktır; çünkü insan kendini ancak sözcüklerle tamamlayabilir.