Başlıktaki soruyu başka bir şekilde, şöyle de sorabiliriz: Siz mi yöneticinizi seçiyorsunuz, yöneticiniz mi sizi seçiyor?
Cevap verirken dürüst olmak gerekiyor, çünkü dürüst olmak anlama ve ilerleme kaydetmede önemlidir.
Bir an için yöneticilerimizi kendi özgür irademizle seçtiğimizi varsayalım. Bu durumda seçmenler ya da yurttaşlar olarak toplumsal hiyerarşideki yerimiz şöyle olacaktır: Ast-üst ilişkisinde en üst basamakta biz yer almış olacağız. Yöneticilerimiz ise hepimize hizmetkar rolünde; yiyecek, gıda, beslenme, barınma, sosyal konum olarak bizden daha aşağıda; onların bizi değil, bizim onları kontrol altına aldığımız, hesap sorduğumuz, karşımızda süklüm büklüm, pek uysal, söz dinleyen bir yöneticiler kümesi konumundadırlar ve bu durum bizi son derece memnun ediyor. Kendi özel hayatlarını, yeme-içme, dinlenme, uyuma zamanlarını bile bize, yararımıza göre düzenliyorlar… Hatta bize, bizden şefkat ve anlayış bekleyen davranışlarla yaklaştıklarını düşünelim…
Kuşkusuz böyle bir düzen içinde yaşamak hepimizi mutlu eder. En azından insanın yöneticisini karşısında hizmetkar olarak görmesi, kısmi de olsa bir rahatlık, bir yücelik kazandırır…
Ancak şu anda yaşadığımız ülkede veya benzer ülkelerde durum bunun tam tersidir. Gerçekler, yukarıdaki varsayımın tersi olarak yüzümüze çarpmaktadır. Yaşamımızın neredeyse tamamı bir grup egemen yapının kontrolündedir. Onların izin verdiği ölçüde var olabiliyoruz, çünkü biz onları değil, onlar bizi seçmişlerdir. Bizleri irade gaspına uğratarak kendilerini bize seçtirmişlerdir. Her defasında bizleri kendi amaçlarına araç olarak kullanarak en alt basamakta yer almamızı sağlamışlardır. Bunu kimi zaman boyun eğdirerek, şiddet ve zorbalıkla; kiminde korku salarak, yalnızlaştırarak, aldatarak, kiminde muhtaç bırakarak, kiminde önümüze konulan bir sandıkla, iki kötüden birini seçmeye zorunlu bırakarak, kiminde de güçlü şekilde hırlayarak yapmışlardır.
Kiminde de seçmenler olarak kendi ellerimizle, körü körüne bir bağlılıkla onları seçiyoruz, -ki bu durum yaşamımızın en vahim, en trajik, en karmaşık yanıdır. Değerlendirme ve tercihte bulunma ölçülerimiz yeryüzünde belirmeye başladığımız ilk günle aynıdır neredeyse. İlkel dürtülerimiz hala seçimlerimizin arka planını oluşturuyor. Hala güce, şiddete, korkuya, ideolojik yaklaşımlara, boş inançlara, vaatlere ve yalana taraf olma temelinde hareket ediyoruz. Güçlü rüzgar nereden esiyorsa oraya taraf eğriliyoruz. Hala çok bağıranı, azarlayanı, aşağılayanı, hakaret edeni, masaya sertçe vuranı, üzerimizden konfor alanlarını oluşturanları övüyoruz, alkışlıyoruz. Hatta oyumuzu kimi zaman saçı başı, boyu endamı yerinde, bakışları kışkırtıcı olandan yana kullanıyoruz…
(Kral olmanın en büyük yararı, halkın yalnızca kralın her yaptığına katlanması değil; ayrıca onun her yaptığını övmesi…SENECA”
Diğer yandan kararlarımızı hala önyargılarımızla tayin ediyoruz. Gördüklerimize değil, görmediklerimize inanıyoruz. Düzenin işleyişine paralel düşünceler geliştiriyoruz. Hayatımızın büyük bölümünü mülkiyet edinmek veya bir şeylere sahip olmak için boyun eğerek tüketiyoruz… (Mülkiyet ve sahip olmak yorucu bir iştir; hayatı yarış pistine dönüştürmekle birlikte, tutsaklık ve bozulmanın da ana nedenidir…) Hısım, akraba, kavim, etnik gruplar ekseninde ilerliyoruz ve bu hareket tarzımızla ölçülerimizi belirlerken, çok parazit taşımasına rağmen hayatta kalabilmeyi sağlayacak en güçlü erkeği arama yarışına giriyoruz. Şatafat ve güce hayranlıkla körleşiyoruz. Görünüşü kafanın içindekilerden daha güvenli buluyoruz ve işte bütün bunlar aklın dumura uğradığı zamanlardır… Bu zamanlar, sayısal çoğunluğun aptallığın kendine ait bir istisna olduğunu fark edemediği zamanlardır… (Ve insandaki aptallık, insandışı canlılarla kıyaslandığında bir adım öndedir. Hayvanlarda aptallığa pek rastlanmaz… Her nedense aptallığı betimlerken, “Eşek gibi… Eşeğin tekidir…” gibi benzetmeler kullanırız. Ama bu doğru değildir. Eşek son derece kararlı, düşünceli ve kendi yararı için inatçıdır sadece)