Zerrin Keskin:Sayın Abdurrahman Tanrıöğen; söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür eder, saygılar sunarım. Sayın hocam, kitabınızın “Mutluluk Dedikleri...” bölümünde “Sosyal ol” ve “Negatif insanlardan uzak dur” başlıkları altında, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine atıfta bulunarak sosyal ilişkilerin önemini belirtiyor ve “Bireyler doğru ve olumlu ilişkilerin bulunduğu ortamları seçmelidirler.” Diyorsunuz. Ancak, “Bazı negatif düşünceli kimseler uzaklaşamayacağınız kadar yakınınızda olabilir; eşiniz, kardeşiniz, anneniz ya da babanız olabilir.” Tespitiniz, bu konuda pratik zorluklara işaret ediyor. Bu tür kaçınılmaz negatif ilişkilerde bireylerin kendi ruh sağlıklarını ve mutluluklarını korumak için uygulayabilecekleri iletişim stratejileri ve psikolojik savunma mekanizmaları nelerdir? Bu ilişkilerde “sınır koyma” kavramının önemi ve uygulanabilirliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Prof. Dr. Abdurrahman Tanrıöğen: Bu soruya yanıt vermek amacıyla önce yaşamın en zorlu gerçeğiyle işe başlayalım: “Bizi aşağı çeken, enerjimizi sömüren o insanlar”. Bu kimseler her zaman yaşamımızdan kolayca çıkarabileceğimiz yabancılar değillerdir. Bunlarla aynı kanı taşıyabiliriz, aynı evin çatısı altında yaşıyor olabiliriz, en güzel anılarımızda bile onların gölgesi olabilir.
Böyle durumlarda başvurulacak çözüm, bir anda her şeyi kestirip atmak, köprüleri yakmak olmamalıdır. İnsan ilişkilerindeki gerçek ustalık, bu ilişkilerin içimizde yarattığı ağırlığı, o ruhsal yükü taşımak yerine, yönetmeyi öğrenmeyi gerektirir. Bu ince dengeyi oluşturabilmenin çeşitli yolları vardır:
Öncelikle "değiştiririm" yanılgısından kurtulmak zorundayız. Bizi en çok tüketen, içten içe kemiren umut, "Biraz daha uğraşırsam, bir gün beni anlayacak." Bu, bir illüzyondur. Çoğu zaman bireydeki o negatiflik, kişinin yıllar içinde ördüğü, artık kişiliğinin bir parçası olmuş kalın bir duvardır. O duvarı yıkmaya çalışmak, kendi ruhumuzdan tuğlalar koparmaya benzer.
Kendimize vereceğimiz en büyük armağan, "onun değiştirmek benim görevim değil." cümlesini içtenlikle söylemektir. Bu asla, bir yenilgi değildir. Tersine, kendi enerjimizi koruma altına alma ve ruhsal bir tasarruf sağlama eylemidir. Unutmayalım ki, bir yetişkini değiştirmek bizim sorumluluğumuz değildir.
İkinci olarak, fiziksel değil, zihinsel mesafe koymak bir yol olabilir. Aynı masada ya da aynı sofrada oturuyor olabiliriz ama söylenen her sözü kalbimize almak zorunda değiliz. Negatif bir yorumla karşılaştığımızda, bir an derin bir nefes alıp kendimize şu sihirli soruyu sormalıyız: "Bu söz gerçekten benimle mi ilgili, yoksa onun iç dünyasının bir yansıması mı?"
Bu farkındalık, aramıza görünmez bir kalkan koyar. O söz, bize fırlatılmış bir taş olmaktan çıkar, sadece havada asılı kalan bir ses titreşimi haline dönüşebilir. Böylece kişiyi değil, sadece o andaki davranışı muhatap almayı öğrenmiş oluruz.
Üçüncü olarak, “tepki vermek yerine yanıt vermek” iyi bir seçim olabilir. Negatif insanlar genellikle güçlü bir duygusal tepki beklerler. Sesin yükselmesi, savunmaların başlaması, saatlerce süren açıklamaların yapılması, negatif insanların beslendiği kısır bir döngüdür.
Bu döngüyü kırmanın yolu ise, kısa, sakin ve net cümlelerdir. Duygusallıktan arınmış, duruşunuzu belli eden bir yanıt şunlar olabilir:
"Ben bu konuda böyle düşünüyorum, daha fazla uzatmayacağım."
"Böyle bir konuşma bana iyi gelmiyor, lütfen burada keselim."
"Senin bu konudaki görüşüne saygı duyuyorum ama benim görüşüm seninkinden farklı."
Böyle bir, “az söz, net duruş” yaklaşımı, iletişimde küçük ama güçlü bir sanattır.
Dördüncü önlem , “sınır koymak, yani sert olmak değil, açık olmak” olabilir. Sınır koymayı, bir ceza vermek ya da sert olmak olarak düşünmemek gerekir. Aksine, sınır koymak, kendimizi koruma altına almanın bir yoludur. Sınır koymak “buraya kadar birlikteyiz, buradan sonrası bana ait ve dokunulmazdır" mesajını aktarır.
Bu sınırlar, “konuşma süresini kısıtlamak”, “her konuya girmemek, bazı konuları ‘yasak bölge’ ilan etmek”, “hakaretin, küçümsemenin, bitmeyen şikâyetin normalleşmesine asla izin vermemek” gibi çok somut adımlar biçiminde olabilir.
Ancak bunun tek bir şartı vardır: Sınır açıkça söylenmeli ve tutarlı şekilde korunmalıdır. Sınırları bir kez bile esnettiğinizde, o sınırın bulanıklaşma ve eski düzenin geri gelme riski vardır.
Beşinci olarak, “destekleyici alanlar yaratmak”tır. Eğer yaşamınızda kaçınılmaz negatif ilişkiler varsa, onları dengeleyecek pozitif alanlar yaratmak bir zorunluluktur. Bu, ruhunuz için bir ilk yardım çantası niteliğindedir.
Bu alanlar bir dost sohbeti, doğada bir yürüyüş, tutkuyla yaptığınız bir hobi, yazmak, okumak ya da sadece huzurlu bir sessizlik olabilir. Unutmayalım ki, Maslow'un da dediği gibi, sevgi ve ait olma ihtiyacımız tek bir insana ya da tek bir ilişkiye mahkûm olmamaktır. Kendi kuyumuzu kendimiz doldurmalıyız.
Son olarak “asla suçluluk tuzağına düşmemek” gerekir. Özellikle aile içinde sınır koymaya çalışan pek çok kişinin aklından genellikle şöyle bir düşünce geçer: "Ama o benim annem, babam, eşim.. Bunu yapmaya hakkım var mı?"
Asla unutmamak gerekir ki, yakınlık, ruhsal yıpranmayı kabullenmek anlamına gelmemelidir. Kendimizi korumak, bencillik değil, ruh sağlığımızın en temel gereğidir. Kendimize iyi bakmak, etrafımızdakilere de daha iyi bakabilmemizin tek yoludur.
Sonuç olarak, negatif insanlardan her zaman fiziksel olarak uzaklaşamayız ama onların zihnimizde kalıcı bir yer edinmesine izin vermeyebiliriz. Gerçek mutluluk, herkesi memnun edebilmek değil, kendi iç dengemizi koruyabilme cesaretidir. Ve bazen en olgun ilişki, sevgiyle ama sağlıklı bir mesafede durabilmektir. Bu mesafe, hem bizi hem de ilişklerimizi koruyacaktır.
Zerrin Keskin: Değerli hocam, kitabınızın “Başarı Dedikleri...” bölümünde “Başarı da mutluluk gibi, önceden belirlenmiş bir hedefe etkili bir eylemler süreci sonucunda ulaşmak anlamında kullanılabilir.” diyerek başarıyı tanımlıyorsunuz. Bu tanım, başarıyı yalnızca sonuç odaklı bir süreç olarak mı konumlandırıyor, yoksa sürecin kendisindeki öğrenme, gelişim ve adaptasyon gibi unsurların da başarı tanımına dahil edilmesi gerektiğini düşünüyor musunuz? Ayrıca, başarının mutluluk için bir anahtar olduğunu belirtirken, başarısızlık deneyimlerinin bireysel mutluluk ve gelişim üzerindeki dönüştürücü etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Dr. Abdurrahman Tanrıöğen: Benim yaptığım tanımdaki niyetim başarıyı sadece "sonuca ulaştın mı, ulaşmadın mı?" diye ikiye ayırmak değildi. Başarı dediğimiz şey, o bitiş çizgisinden çok daha fazlasıdır. Benim için başarı, yola çıkma cesareti, o yolda kalabilme sabrı ve en önemlisi, baktın olmuyor, yön değiştirebilme esnekliğidir. Çünkü yaşam, dümdüz ve sıkıcı bir otoban değildir. Çoğu zaman virajlı, bazen geri dönmeyi bile gerektiren, "burası çıkmaz sokakmış" dediğimiz bir patikadır.
Hedefe ulaşmış bir kişi yolda hiçbir şey öğrenmemişse, kendine ilişkin tek bir farkındalık kazanmamışsa, orada gerçek anlamda bir başarıdan söz etmek çok zordur. Aksine, hedef tutmasa bile kişi bu süreçte güçlenmişse, bakış açısı değişmişse, yeni beceriler edinmişse, bu kişi başarısız olarak değerlendirilmemelidir. Sadece son sayfaya henüz gelmemiştir.
Mutluluk nerede peki? O da bu denklemin tam ortasındadır. Başarı mutluluğun garantisi değildir ama anlamlı bir çaba, mutluluğun en sağlam zeminlerinden birini oluşturur. İnsan, inandığı bir şey için emek verdiğinde, sonucu beklemeden bile içten bir doyum hissedebilir. Tıpkı “Boşa yaşamadım” duygusunu tecrübe ettiği zamandakı gibi.
Başarısızlık ise çoğu zaman adını koymaktan korktuğumuz ama bizi en çok geliştiren bir öğretmendir. Bu öğretmen canımızı yakıyor, moralimizi bozuyor, özgüvenimizi sarsıyor olabilir ama aynı zamanda haddimizi, sınırlarımızı ve gerçek gücümüzü de gösteriyor. Başarısızlıkla yüzleşmeksizin bir kişinin olgunlaşması pek mümkün görünmüyor. Çoğumuz, yaşamda en çok nerede düştüysek orada derinleşmedik mi?
Bu nedenle başarı ile mutluluk arasındaki ilişki düz bir çizgiden oluşmaz. Daha çok, düşe kalka ilerlediğimiz, inişli çıkışlı bir yol. Bazen vazgeçip bazen yeniden başlıyoruz. Ve çoğu zaman fark etmesek de, o yolculuğun kendisi, yani yol, asıl kazancımız oluyor.
Zerrin Keskin: Sayın hocam, kitabınızın “Özgüven Dedikleri...” bölümünde “Kendini tanı, olduğun gibi kabul et.” ve “Bu sınırlılıkların bazıları sizin aşabileceğiniz, bazıları da sizin gücünüzün ötesinde olan sınırlılıklar olacaktır. Bu sınırlılıklardan nefret etmek yerine onları kabul etmek, sizi daha güçlü yapacaktır.” Önerileriniz, öz-farkındalık ve öz-kabulün önemini vurguluyor. Bireylerin kendi yetenek ve sınırlılıklarını gerçekçi bir şekilde değerlendirmeleri için hangi öz-değerlendirme araçları veya mentorluk yaklaşımları kullanılabilir? Aşılabilir sınırlılıklar ile kabul edilmesi gereken sınırlılıklar arasındaki ayrımı yapmak, bireyin özgüvenini nasıl daha sağlam bir zemine oturtur?
Prof. Dr. Abdurrahman Tanrıöğen: Özgüven dediğimiz o sihirli kavram sanki, "Ben her şeyi yaparım, bana kimse dur diyemez!" gibi havalı, biraz da kof bir iddiaymış gibi nedense hep yanlış bir elbiseyle karşımıza çıkıyor. Oysa, gerçek özgüven, kendimizi kandırmayı bıraktığımız an başlar. Bu bir ayna karşısına geçip, makyajsız, filtresiz kendimize bakabilme cesaretidir.
Kendi yeteneklerimizi ve sınırlarımızı görmek için karmaşık, bilimsel testlere girmek zorunda değiliz. Bazen en derin keşifler, en basit ve en samimi sorularda gizli olabilir. Örneğin, bir an durup yaşamınızın film şeridini şöyle bir gözden geçiriniz:
• Hangi anlarda, hangi işleri yaparken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz, kendini akışta hissediyorsunuz? (İşte orası senin doğal yetenek alanın.)
• Nerelerde sürekli bir duvara tosluyorsunuz; zorlanmak artık keyif vermekten çıkıp eziyete dönüşüyor?
• Bu zorlanma, sadece biraz daha bilgi edinerek aşabileceğiniz bir engel mi, yoksa ruhunuza, yapınıza hiç uymayan bir alanda inat etme hali mi?
Bu soruların yanıtlarını bir deftere, yazmak bile zihninizdeki sisi dağıtıp her şeyi netleştirebilir. Hele bir de bu dürüstlüğü bir adım öteye taşıyıp, güvendiğiniz, sizi gerçekten seven birkaç dostunuza sorabilirseniz: "Beni en güçlü gördüğünüz taraflar nelerdir? Sizce ben nerede kendimi boşu boşuna hırpalıyorum?" Bu yaklaşım biraz can sıkıcı olabilir, çünkü başkalarının tuttuğu aynalar bazen acı gerçekleri gösterir. Ama şurası da bir gerçek ki, o aynalar, sizin kendinizde göremediğiniz kör noktaları açığa çıkartabilir.
Mentörlük de tam bu noktada, o gaz verme seanslarından ayrılıyor. İyi bir mentör, size sürekli "Sen harikasın, yaparsın!" diye gaz veren biri değildir. O kolay olanıdır. Zor olan ise, size şunu söyleyebilmektir: "Bak, burada muazzam bir potansiyelin var, ama şu alan senin doğana, enerjine pek uymuyor olabilir. Gel, enerjini daha verimli kullanacağın yere odaklanalım."
İşte bu tür bir rehberlik, bireyi hayal dünyasının pembe bulutlarından alıp, ayakları yere sağlam basan bir gerçekliğe indirir. Moralinizi bozmak için değil, daha güçlü, daha bilinçli adımlar atmanız için.
Yaşamımızdaki en kritik sorun, o ince çizgiyi çekebilmektir: Hangileri aşılabilir, yani üzerine çalışırsak değişecek sınırlar? Hangileri ise kabul etmemiz gereken, bizim bir parçamız olan gerçekler?
Çünkü her sınırı zorlamaya kalktığımızda, bir süre sonra geriye tükenmişlikten başka bir şey kalmıyor. Her şeyi olduğu gibi kabullendiğimizde ise yerimizde sayıyoruz. İşte bu denge noktası, adeta yaşamın sırrı gibidir.
Aşılabilir sınırlarını bilen bireyler, omuzlarını düşürmek yerine şunu söyler: "Evet, bu konuda zayıfım ama bu bir kader değil. Çalışırsam, öğrenirsem değişebilir." Bu farkındalık, içinde hem umut hem de somut bir hareket planı barındırdığından özgüveni güçlendirir.
Öte yandan boyunuz, genetik yapınız, geçmişiniz gibi bazı sınırlar vardır ki, ne kadar zorlarsanız zorlayın değiştiremezsiniz. İşte onları fark edip, onlarla barışmak, insana önemli bir güç verir. Çünkü artık enerjinizi, sürekli "neden böyleyim?" diye kendinizi hırpalamaya harcamayı bırakırsınız. Kendinizle olan o bitmek bilmeyen kavgayı da sonlandırabilirsiniz.
Gerçek özgüven, ne kendinizi dev aynasında görmekten, ne de sürekli eksik hissetmekten beslenir. O, çok daha sakin, çok daha köklü bir yerden gelir:
"Ben buyum. Güçlü yanlarımı biliyorum, sınırlarımı da. Hangisini geliştireceğimi, hangisiyle huzur içinde yaşayacağımı ayırt edebiliyorum."
İşte bu özgüven, sessizdir, gösterişsizdir ama temeli, başkalarının alkışlarına değil, sizin kendi gerçeğinize dayandığı için kolay kolay da yıkılmaz.
Zerrin Keskin: Değerli hocam, vakit ayırdığınız ve özenli cevaplarınız için size çok teşekkür ederim. Yaşamı Güzelleştirme Bilgeliği kitabınız üzerine yapacağımız bir sonra ki söyleşimizde görüşmek üzere. Sevgi ve saygılarımla.