Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

ARİSTOPHANES'DE AŞK: ANDROGYNOS, BÖLÜNME VE BİRLEŞME

Platon'un Symposion’u, farklı düşünürler bir araya getirilerek oluşturulmuş aşk üzerine bir konuşmadır.  Yapıtın  dördüncü konuşmacısı, ünlü tragedya ve komedya yazarı Aristophanes’tir. Aristophanes, Bulutlar’da Sokrates’i gülünçleştirmiş ve Pla

Kategori: Bilimsel Makaleler - Tarih: 15 Eylül 2019 10:36 - Okunma sayısı: 6.182

ARİSTOPHANES'DE AŞK: ANDROGYNOS, BÖLÜNME VE BİRLEŞME

ARİSTOPHANES'DE AŞK: ANDROGYNOS, BÖLÜNME VE BİRLEŞME

 

Platon'un Symposion’u, farklı düşünürler bir araya getirilerek oluşturulmuş aşk üzerine bir konuşmadır.  Yapıtın  dördüncü konuşmacısı, ünlü tragedya ve komedya yazarı Aristophanes’tir. Aristophanes, Bulutlar’da Sokrates’i gülünçleştirmiş ve Platon’un hocasına yapılan tüm hakaretlerden o sorumlu tutulmuştur; bu hakaretler Sokrates’i ihbar edenler tarafından tekrarlanmış ve bu durum, Sokrates’in ölüme mahkum edilmesine kadar gitmiştir.  Dolayısıyla Platon, Aristophanes’i dürüst olmayan ve hocasının korkunç cinayetinden sorumlu olan birisi olarak görüyordu.  Bu açıdan, Platon’un Symposion’daAristophanes’i hıçkırık tutulması, açgözlülük ve içki düşkünlüğü ile gülünçleştirmeye çalışması oldukça manidar olsa gerekir.  Buna karşın Aristophanes’inSymposion’daki konuşması, büyük olasılıkla, öz üslubunu yansıtmaktadır; çünkü konuşma, komedilerin eğlendiriciliğini hatırlatan bir üslup içinde gelişmektedir. Ama bütün bunlara rağmen, Aristophanes’in yapıntı söylemi anlam doludur; çünkü Platon, Aristophanes’in Sokrates’e karşı kör haksızlığını takip etmeyi reddeder; katı tavrı içinde ona karşı adaletli olmaya özen gösterir.  Nitekim Platon, onu, eğlendirici ifadelerle ciddi düşünceleri bağdaştıran, son derece heyecan verici şiirsel bir söylemi, komik bir coşkuyla, ama aynı zamanda derin teorik bir düşünceyle iç içe sokan bir düşünür konumuna yerleştirir.  Bu heyecanlı, şiirsel ve eğlendirici üslupta aşk ve onun cinsellikle ilişkisini bir mitolojiden yola çıkarak temellendirmeye çalışan Aristophanes, ilk izlerini Demokritos ve Empedokles’te bulduğumuz, benzerin benzeri çekmesi ilkesini işleyerek geliştirir. Ancak onu ilk örneğe dayanan fiziksel bir benzerlik olarak yorumlar. Onun kullandığı mit, kolektif bilinçaltının en yaygın ve anlamlı arketiplerinden birisidir; hem Yunan mitolojik geleneğinde  hem Batı felsefesinde hem de dünyanın birçok mitolojilerinde farklı biçimleriyle karşımıza çıkar.  Bu mit, bir parça değiştirlerek aşkı çözümlerken Freud tarafından da kullanılır.  Bu mitolojik ama derinlikli söylem, büyük ölçüde, insanlar arasındaki çekimin ve karşılıklı cinsel arzunun, yani cinsel aşkın kökenini  ortaya koymaya dönüktür. Bu açıdan Aristophanes’in konuşması cinsel aşktaki çekim ve tutku, önceki konuşmacıların tümünden daha derin bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalışır. 

O, sözüne kendisinden önce konuşan Eryksimakhos ve Pausanias’tan başka türlü konuşmayı düşündüğünü belirterek başlar ve bir Tanrı olarak Eros’a övgüler düzer. Onu tanrıların en insancılı olarak niteler; hem insanların koruyucusu olması hem de iyileştirldiğinde insan soyuna en büyük mutluluğu getirecek olan hastalıkların şifacısı, hekim (aitros) olarak selamlar. İnsanların onun büyüklüğünü kavrayamadıklarından yakınır; eğer kavrasalardı, en büyük tapınakları onun için dikerlerdi, der.  Ardından, mitsel temelli antropolojik bir yaklaşımla aşkın doğasını çözümlemeye yönelir. Ona göre, aşkı ve nedenini anlamak için insan doğasının geçmişteki ve şimdiki yapısını bilmek gerekir; insanın dününü ve bugününü bilmeden, onun doğasındaki farklılaşmayı, geçirdiği değişimi (pathenema) görmeden aşk fenomeni anlaşılamaz. Onun kullandığı pathenema sözcüğü, sadece değişimi değil, Hipokratesci bağlamda değerlendirildiğinde, bedenin maruz kaldığı tüm hastalıkları da ifade eder.  Böyle yorumlandığında, insan doğasının geçirdiği değişimin pozitif değil, negatif olduğu anlaşılır; yani ilerleme ve yetkinleşme değil, ideal olandan bir düşüş ve eksiliş söz konusudur. Bu nedenle, hem insanı hem de aşkı anlamak için insana antorpolojik zeminde tarihsel bir perspektifle bakmak gerekir.

Aristophanes’e göre, başlangıçta insan doğası şimdikinden çok farklıdır; her şeyden önce erkek ve kadın olmak üzere iki değil, üç cinsiyet vardır. Üçüncü cinsiyet, erkek ve kadından da pay alan androgynos’dur. Kendisi yok olmuş, ama utanılası adı kalmış olan androgynos, adı gibi iki cinsiyetlidir; görünüşü ve doğası bir bütündür (holon).  Bu androgynos kavramsallaştırmasının Orpheuscu mitolojik geleneğe değin geriye gittiğini ve ilk varlıklar arasında yer alan Eros’un bu niteliğe sahip bir varlık olarak konumlandırıldığını, aynı anlayışın diğer mitolojik söylemlerde de farklı izdüşümlerinin olduğunu biliyoruz.  Aristophanes, büyük olasılıkla önceki mitsel geleneklerden yola çıkmakta, ama onu farklı bir kurguyla ele almaktadır. Androgynos diye adlandırılan bu insanlar, sırtları ve böğürleri ile yusyuvarlak ya da küre (periphere) gibi bir şeydiler. Her birinin dört eli, dört bacağı ve dört kulağı vardı. Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirinden ters yöne bakan ikiyüzleri ve iki üreme organları bulunuyordu. Özetle, androgynos, bir insanın sahip olduğu organların iki katına sahipti; çünkü o, iki insanın bütünlüklü (holon) halini ifade etmektedir. Yürürken istedikleri yöne doğru, bizim gibi düpedüz adım atabilir, ancak koşmak istedikleri zaman taklacı cambazlar gibi tepe takla, havaya fırlayan bacakları ile bir tekerlek olur, dört kola ve bacağa birden dayandıkları için döne döne uçar gibi giderlerdi.  Acaba neden üç cinsiyet vardı ve biçimleri neden anılan şekildeydi? Aristophenes’in bu soruya yanıt verirken döneminin kozmolojinise başvurur. Ona göre erkekler aslında Güneş’in; dişiler Dünya’nın; her ikisinden de pay alan androgynos Ay’ın soyundan geliyordu. Çünkü onca Ay, her ikisinden de, yani hem Güneş’ten hem de Dünya’dan pay almaktadır.  O, burada kozmolojik kökenli bir analojiye başvurmakta ve bu analoji ile Ay’ın hem Güneş’e hem de Dünya’ya bağlılığına gönderme yapmaktadır. Aristophanes, androgynos’ların küresel (periphere) olmaları ve küre gibi döne döne gitmelerini de, bu ataları olan gezegenlere çekmelerine bağlamaktadır. Küresel androgynos’lar ona göre, korkunç derecede güçlü ve kuvvetliydiler, yüksek düşüncelere sahiptiler; bu nedenle de tanrılara kafa tuttular; hatta Homeros’un Ephialtes ve Otos hakkında söylediği gibi , göğe çıkmaya ve tanrılara karşı koymaya girişince, Zeus ve diğer tanrılar, ne yapacaklarını şaşırdılar. Metinde tanrıların anılan durum karşısında ne yapacaklarını bilememeleri, şaşırmaları, güçlükle karşılaşmaları aporia sözcüğü ile ifade edilir; bu sözcük, Grekçe’de, çıkış yolu olmayan, çıkmaz, açmaz, güçlük, sorun gibi anlamlara gelmektedir.  Metnin akışından anlaşıldığına göre buradaki güçlük, tanrıların gücü sınırsız olduğu için fiziksel bir güçlük değil, ilk anda ne yapacaklarını bilememeden kaynaklanan epistemik bir güçlük olduğu izlenimi doğsa da, daha çok pratik kaygılar içeren ahlaki bir güçlüktür. Aristophenes’e bakılırsa, tanrılar, güçleri yetse de, devler gibi soylarını yıldırımla yakıp kül edemezlerdi; bu durumda insanların kendilerine sunduğu sunular ve adaklar ortadan kalmış olurdu, ancak bu ölçüsüzlükleri cezasız da kalmamalıydı. Ona göre Zeus güç bela (mogis) aklını başına devşirip bir çüzüm bulur.  Metinde kullanılan mogis yani güç bela sözcüğü, Zeus’u her şeyi bilen diye niteleyen Homeros ve Hesiodoscu geleneğe ironik bir gönderim amacı taşıyor olsa gerekir. Zeus şöyle der:

“Bir çözüm yolu buldum galiba; böylece insanlar hem yaşamaya devam edecekler hem de daha güçsüz olacakları için ölçüsüzlüklerinden vaz geçecekler. Şimdi kesip ikiye böleceğim onları teter teker; böylece hem zayıf düşecekler, hem de sayıları artacak ve artık bizim için daha faydalı olacaklar. Üstelik iki ayakları üzerinde dimdik doğrulup yürüyecekler. Eğer hala ölçüsüz davranmaz, uslu durmazlarsa, yeniden ikiye bölerim onları, bu sefer tek bacak üzerinde atlaya atlaya giderler.”

Zeus, düşüncesini eyleme geçirir ve tıpkı bir meyveyi kışa saklamak için ikiye böler gibi ya da bir yumurtayı ince bir kılla (thriks) keser gibi onları ikiye ayırır ve kestiklerinin yüzünü, boyunlarıyla birlikte Apollon’a tersine çevirtir, yaralarını iyileştirtir. Onca Zeus’un yüzlerini çevirtme nedeni, kesikleri ve kesilen yerlerini (tmesis) görmelerini ve akılları başına almalarını sağlamaktır. Apollon yüzlerini tersine çevirince, derilerini, şimdi karın dediğimiz yerden, bir kesenin ağzını kapar gibi birleştirir, orta yeri sıkı sıkı büker ve kesiğin nişanesi olarak bugün göbek diye bilinen bir tek deliği bırakır. Sonra bakar ki buruşuklukları var, ayakkabıcıların deriyi yontmak için kullandıkları bıçağa benzer bir aletle göğüslerine bir biçim verir; ama eski hallerini unutmasınlar diye, karnın ve göbeğin ötesinde berisinde birkaç kırışık bırakır.  İnsan bedeni (physis) kesilme sonucu ikileşince, her yarı, öbür yarısını özleyip, onu aramaya, onunla özlemle buluşmaya koyulur. Hatta kollarını birbirine dolayıp kenetlenirler, bütünleşmek için yanıp tuşturlar. Birbirlerinden ayrı bir iş yapmaya yanaşmadıkları için yaygın bir aylaklık yüzüden açlıktan ölüp gitmeye başlarlar.  Yarılardan biri ölünce, sağ kalan bir başkasını aramaya koyulur, bulduğuna sarılır -rastgele sarıldığı bu insan bir erkek yarısı olduğu gibi dişi yarısı da olabilir-; aylaklığın neden olduğu açlık yüzünden telef olup gider. Bu yüzden insan soyu gittikçe azalmaya başlar. İnsanların hallerine yüreği sızlayan, onlara acıyan Zeus, bir çözüm yolu bulur.  Zeus’un bulduğu çözüm yolu, sarıldıklarında tatmini ve üremeyi olanaklı kılan bir çözümdür:

“Zeus, üreme organlarını alıp önlerine koydu; çünkü o zamana dek arkalarında bulunuyordu üreme organları. Bu yüzden birbileriyle değil de, tıpkı ağustosböcekleri gibi, tapraktan doğup ürüyorlardı. Önlerine yerleştirdi ki üreme organlarını, bunları kullanarak, yani erkeklik organıyla dişilik organını dölleyerek birbirleriyle üremelerini sağlasın. Neden mi? Bir cinsel ilişkide, ilişki kadınla erkek arasında olursa üresinler ve soyları devam etsin, ama erkekle erkek arasında olursa, en azından doyum olsun ilişkiye ve durup dinlensinler, ardından aylaklıktan vaz geçip işlerine geri dönsünler ve yaşamlarının geri kalanıyla ilgilensinler diye. Bu nedenle ta o zamandan beri doğuştan gelen karşılıklı bir aşk vardır insanlarda, onları başlangıçtaki sağlıklı doğalarına (arkhaiasphyseos), bozulmamış doğalarına (synagogeus) kavuşturan ve iki şeyi bir yapmaya, insani doğayı iyileştiemeye çalışan.”

Aristophanes, birleşik iken ayrılma motifini temel alan bu androgynos mitinden yola çıkarak, tıpkı kalkan balıkları gibi her insanın bir başka insanın karşılığı, bir bütünün yarıları olduğunu vurgular  ve aşkla ilgili şu sonuçlara ulaşır:

a-) İnsanların, birbirlerine sarılıp bir bütün haline gelme arzuları, aslında başlangıçtaki, yani androgynos halindeki birlik durumunu aramalarından kaynaklanmaktadır. Aşk bu birliği özlemek ve aramaktır. Bu anlamda, aşk, tanrılara karşı gelmenin bir sonucu olan kesilmenin bir cezasıdır; ama bu ceza, tanrılara hizmet eden insanların sayısını artırmak, önceki sağlıklı doğalarına geri döndürmek ve insanları mutlu kılmak gibi pozitif bir amaca da hizmet eder.

b-) Aşkın kökeninde, başlangıçta androgynos olan insanların yarılarını, benzerlerini aramaları yer almaktadır. Bu benzerlik motifini, sadece heteroseksüeliğe değil, homoseksüelliğe ve lezbiyenliğe de temel bulmak ve bu türden cinsel ilişki türlerini meşrulaştırmak için de kullanan Aristophanes şöyle der:

“Androgynos diye adlandırılan ortak türün kesiği olan bütün erkekler, kadınseverdir (philogynia); bir kadınla yetinmeyen zinaya düşkün erkeklerin çoğu da bu soydan gelmedir. Erkelere düşkün, kocaları ile yetinmeyen zinacı kadınlar da bu soydandır. Fakat bir dişiden kesilme kadınlar, erkeklere hiç yüz vermezler ve daha çok kadınlara meylederler, lezbiyenler bunlar arasından çıkar. Bir erkekten kesilme erkeklere gelince, onlar da erkek yarılarını ararlar ve çocukken erkek asıllarının parçaları olarak, erkekleri severler; onlarla düşüp kalkmaktan, kucaklaşmaktan hoşlanırlar. Çocuklar ve delikanlılar arasında en iyiler bunlardır; çünkü yaratılışlarında erkeklik en çok onlardadır. Oysa bir çokları bu işe edepsizlik diye ayıplarlar. Onlar bu işi edepsizlikten yapmazlar, içlerinde atılganlık, mertlik, erkeklik olduğu için kendilerine benzeyene bağlanırlar. Sağlam bir kanıtı vardır bunun: Yalnız onlar yetiştikleri zaman, tam adam olurlar ve devlet işlerine girerler. Olgun çağlarında onlar da erkek çocukları severler ve yaradılışları gereği evlenmeye, çocuk yapmaya heves etmezler. Bu işi sırf âdet yerini bulsun diye yaparlar. Ömür boyunca kendi aralarında bekar yaşamak, bol bol yeter onlara. Böyle bir adam ne olursa olsun, oğlan sevicidir (paiderastes) ve aşığına bağlıdır, her zaman istekle sarılır kendi cinsine. Onun için bir oğlansever ya da başka türden bir aşık, o kendi yarısıyla karşılaştığında, işte o zaman dostluk, içtenlik ve aşk duygularıyla görülmedik şekilde aklı başından gider ikisinin de; neredeyse bir an bile bırakmazlar birbirlerini. Bunlar bir ömür birlikte yaşarlar, ama birbirlerinden ne elde etmek istediklerini bir türlü dile getiremezler. Bunun yalnızca cinsel birliktelik olduğunu, bu amaçla her birinin böyle büyük bir heyecanla diğeriyle birlikte olmaktan zevk adlını düşünemez hiç kimse. Belli ki, anlatmaya güç yetiremezlerse de, canları başka bir şey ister. Ne istediklerini önceden sezerler ve üstü kapalı olarak birbirlerine sezdirirler. İşte bunlar koyun koyuna yatıp uzanırlarken elinde demirci aletleri ile Hephaistos dikilse karşılarına ve sorsa: ‘Ey insanlar bibirinizden elde etmek istediğiniz nedir?’ Verecek bir yanıt bulmadıklarında tekrar sorsa onlara: ‘Gerçekten gece ve gündüzün sizi birbirinizden ayıramayacağı kadar birbirinizle koyun koyuna olmak mı can attığınız şey? Eğer bunu çok istiyorsanız eritip kaynatayım sizi birbirinize, böylece ikiyken bir olur ve bir olduğunuz için de yaşadığınız sürece ikiniz birlikte yaşar, öldüğünüz zaman da yine birlikte ölerek öteki dünyada, Hades’te iki yerine bir olursunuz; ama bir düşünün tutkuyla arzuladığınız bu mudur?’ Biliriz ki, bunları duyunca bir teki bile hayır diyemez ya da başka bir şey istemez; aksine tam da öteden beri arzuladığı şeyi duymuş olduğunu düşünür, yani aşığıyla birleşip eritilerek iki olmaktan çıkıp bir olmayı.” 

c-) Sadece kendi yarısını ve benzerini bulmuş olanların aşkı ebedidir. Aristophanes’e göre, insanın karşısına kendi yarısı çıktı mı, ister erkek çocuklara, ister başkasına düşkün olsun, derin bir dostluk, akrabalık, sevgi duygusu ile vurulmuşa döner; bir an için bile ondan ayrılmak istemez. Bütün ömürlerini bir arada geçiren insanlar, başkalarına, birbirlerinden ne istediklerini anlatamazlar. Kimse onları bu kadar coşkunlukla birleştiren şeyin sadece istek, zevk ve cinsel arzu (epithumia) olduğunu söyleyemez. Onlar aynı ölümü, aynı sevinci, aynı hüznü paylaşırlar.  Bu neden böyledir?

“Bunun nedeni, baştaki doğamız buydu ve bütündük biz. İşte bu bütünlüğü arzulamanın ve aramanın adıdır aşk. Dediğim gibi, önceden bir bütündük. Şimdi ise bir hatamız yüzünden Tanrı ayırdı bizi. Tıpkı LakedaimonialılarınArkadialıları ayırması gibi. Onun için eğer tanrılara karşı saygılı olmazsak tekrar iki parçaya ayrılacağız ve âdeta yazıtların üzerine çizlen betimler gibi burunlarımızdan aşağı ikiye kesilerek tıpkı bölünmüş bir zarın karşılıkları halinde ortalıkta dolaşacağız diye bir korku var içimizde. Her işte tanrıların dediğini yap ki, bir daha bölünmeyesin ve aşk yolu ile ilk bütünlüğünü yeniden bulasın. Bu yüzden kimse aşka karşı koymasın. (…) Bizim soyumuz için mutluluğa ermenin tek çaresi, aşkı sonucuna iletmek, bizi bütünleyen aşkı bularak ilk yaradılışımıza dönmektir. En güzel şey buysa, bizi ona en çok yaklaştıran şey, hayatımızdaki gerçeklerin en güzelidir. Bu da yaratılıştan gönlü gölümüze uyan bir sevgilidir.”

  1. d) Aristophenes’e göre aşk, insanı, düşüşten, hastalıklı halden kurtarır, onu eski sağlıklı doğasına, sağlıklı haline geri döndürür; insanı ancak aşk mutlu eder; fakat bunun için, ölçülü olmak ve tanrısal lütufa mahzar olmak gerekir. Aristophanes şöyle der:

“Aşkın önderliğinde ve komutasında kaçıp kurtulalım belalardan ve istemlerimize erişelim. Sakın kimse ters davranmasın ona; ters davranan kim olursa olsun üzerine çeker tanrıların öfkesini. Eğer tanrılarla barışır ve dost olursak, kendi sevgililerimizi arayıp bulma şansına sahip olacağız. Bugün pek az kişi elde eder bu şansı. (…) Ben bütün erkek ve kadınlara sesleniyorum: Eğer aşkımızı bir sonuca vardırırsak ve her birimiz kendi sevgilisiyle karşılaşır da baştaki sağlıklı doğasına geri dönerse, ancak bu şekilde mutlu olur bizim soyumuz. (…) Aşk bizi özümüze, asli yurdumuza (tooitkeion) götürerek bize en büyük iyiliği yapar; sonrası için de büyük umutlar vaat eder. Eğer tanrılara saygımızı gösterirsek, baştaki doğamızı geri vererek ve hastalığımızı iyileştirerek bizi mutlu ve mesut yaparlar.”

Aristophanes’in, küre insan miti, Batılı yorumcularca daha çok tamamlayıcı birleşme arzusunun bir ifadesi olarak yorumlanmıştır.  Hatta IrvingSinger, The Nature of Love: Plato to Luther adlı yapıtında, mitin anlamını, aşkın bütünlük durumunun arayışı, yani tamamlayıcıların birleşmesi olduğunu kabul ederek onu, şeylerin daha önceki durmuna dönüş gereksinimi biçiminde yorumlayan Freud’u eleştirir.  Ortaçağ İslam filozfları ise, bu miti, genellikle tabiatlardaki benzerlik (müşâkele), ruhların karışımı, bünyelerin yakınlığı olarak yorumlamışlardır. 

Aristophenes’in bir mitten yola çıkarak ortaya koyduğu bu çözümleme, aslında derin bir ironiyle aşktaki olumsuzluğun, insanın ben yarısına yönelik eksikliğinin, ben yarısıyla birleşmeye ve birliğe duyduğu özlemin güçlü bir yansıması olarak düşünülebilir. Aristophanes’in anlatısına bakılırsa, insanın aşk karşısındaki çaresizliği, birliğe olan özsel-derin ontolojik tutkusu, tanrısal bir cezanın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Kierkegard’ın da dediği gibi, Aristophenes’in sözleri okununca, insan, tanrıların, sonsuz bir kargaşa içinde çırpınan yarım insanların bütün bir insan haline gelmek için verdikleri çabayı izlemekten ne büyük bir eğlence çıkardıklarını  düşünmeden edemiyor. Ayrıca bir ceza olarak ortaya çıkan aşk, ironik bir biçimde insanın koruyucusu, hastalıklarının sağıltıcısı olduğu gibi, bir bütün olarak yaşamının anlamına dönüşür ve hatta iradi bir eylem değil, insan doğasının zorunlu bir sonucu olarak belirir. Onun aşkı iradi olmaktan çıkarması, eşcinsel ilişkileri meşrulaştırmada köklü bir işlev yüklenmiş gibi gözükmektedir. Tüm bunlara rağmen aşkla birolma arasındaki anlamlı vurgu, mantıksal bir nedeni olmaksızın iki insan arasındaki derin-özsel çekiminin dile getirilişi, aşk yazını bağlamında , Aristophanes’in söylemine köklü bir orijinallik kazandırdığı gibi, aşkın irrasyonel doğasına da belli açılardan ışık tutacak niteliktedir. Ancak Aristophanes’in sunduğu birolmaya yönelik bu aşk tasavvuru, dinamik değil statik bir tasavvura dönüşmekte, yarısını bulanlar, birbirine sarılıp kalmaktadırlar. Sanki aşk, ölüm gibi bir dinginlik haline dönüşmektedir; oysa gerçek yaşamda aşk, yarımızı bulduğumuza inansak bile ondan sonra, iniş ve çıkışlarıyla dinamik bir süreç olarak devam etmektedir. Öte yandan mitte ilginç bir eksiklik göze çarpmaktadır. Aristophanes, erkek, dişi ve androgynos olarak üç cinsiyetten söz etmekte, androgynos’u dişi-erkek, dişi-dişi, erkek-erkek, bileşimi olarak sunmaktadır. Eğer miti yanlış anlamıyorsak, aşk tümüyle androgynoslar (yani dişi-erkek, dişi-dişi, erkek-erkek bileşiminden kesilenler) temeline oturtulmaktadır; bu haliyle başlangıçtaki üç cinsiyetten birisi olan androgynos’un aşkı dile getirilmekte, erkek ve kadın gibi başlangıçta tek cinsiyetli olanlardan hiç söz edilmemektedir.  Öyle görünüyor ki, Aristophenes’e göre aşk sadece androgynos iken kesilip ayırlanlar için söz konusudur. (Hasan Aydın, Mitostan Logosa Eski Yunan Felsefesinde Aşk)

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Bilimsel Makaleler Yazıları