İki akademisyenin de, Hegel'e ilişkin yargılarının nasıl oluştuğunu; Hegel’i okuyup anlayarak mı, o konuda güven duydukları bir bilim adamından duydukları yoluyla mı, yoksa popüler kültür içinde her zaman var olan bilim dedikodularından mı edindikleri
Kategori: Bilimsel Makaleler - Tarih: 20 Ağustos 2019 01:54 - Okunma sayısı: 2.601
30 Nisan 2016 günü, gazeteci Fatih Altaylı, İlber Ortaylı ve Celal Şengör ile Teke Tek adlı bir program yapmıştı. Youtube kanalında, bu sohbetin 4 dakikalık bir bölümü bulunmaktadır. İki profesörün televizyon sohbetlerini, daha önceleri de rastladıkça ilgiyle izlemiştim.
Bu programda her iki akademisyenin de Hegel'e dair ne düşündüklerini öğrenme fırsatımız oldu.
İki akademisyenin de, Hegel'e ilişkin yargılarının nasıl oluştuğunu; Hegel’i okuyup anlayarak mı, o konuda güven duydukları bir bilim adamından duydukları yoluyla mı, yoksa popüler kültür içinde her zaman var olan bilim dedikodularından mı edindiklerini anlayamadım, ama bilim etiği açısından, disiplinler arası ilişki açısından, en doğrusu ile bilmenin temeli olan logos-lojik (felsefe) ile kendi yaptıkları bilimin ilişkisi üzerine düşüncelerinin ne kadar yoksul olduğunu, bir bilim dalında uzmanlaşmaya, eğer bilim etiğinden yoksunluk eşlik ediyorsa kendi dalında uzman insanların nasıl katı ve dar, yani esneklikten yoksun ve at gözlüğü ile bakılabileceğinin vurgulu, öğretici ve bu yüzden ayrıcalıklı ve her zaman bu kadar açıklığı ile rastlanamayacak bir örneğini görmüş oldum.
Önce programda iki akademisyenin aralarındaki diyalogun konu ile ilgili bölümünü aktaralım.
- İlber Ortaylı: Bir öyle her şeyi bilip bilmeyen biri daha var, biliyorsun Hegel...
- Celal Şengör: Abi Hegel’den bahsetme çünkü o salak.
-İlber Ortaylı: Salak mı değil mi bilmem, ama şarlatan.
-İlber Ortaylı: Bak size bir olay anlatayım. İkizlerden hangisi ismini vermeyeyim, reklam yasak, bizim piyanistler var ya, müzisyenlerin ne olduğunu anlatmak bakımından önemlidir.
İlber Ortaylı, Pekinel kardeşlerden biri ile birlikte uçak yolculuğunda yakın koltuklarda oturduklarını ve konuştuklarını söylüyor, Ortaylı’nın elinde Hegel'in bir metni var, bir çalışmanın gereci olarak okumaktadır. Pekinel kitapla ilgilenir.
-İlber Ortaylı: Şunu bir okusana çok enteresan dedim.
Pekinel kitabı alır ve okumaya başlar. Pekinel’in Almanca metni rahatça okumasından Almancaya hakim okuduğu bellidir ki "kaptırır gider." Ve muhtemelen bir kaç cümle okuduktan sonra ''şaşkınlıkla’ okuduklarının ne kadar pasaklı vb. olduğunu söyler.
-İlber ortaylı: Yav bir kere daha oku ayıp olmuyor mu dedim.
Pekinel, ikinci okumadan sonra yine şaşkınlıkla "saçmalığın daniskası" anlamına gelen Almanca ifadelerle Hegel hakkında yargısını paylaşır.
Her iki akademisyen de, bu anekdot üzerinden kendi yargılarını müzisyenin yargısında bulmanın hazzı ile kahkahaları patlatırlar.
Celal Şengör, Hegel ile ilgili olarak "Hepsi palavra" der,
İlber Ortaylı "Palavra ama sistemi var, müzisyen olanda onu kavrayacak zeka var, iyi müzisyen hemen kavrıyor" diyerek, bu anısını anlatma gerekçesini bir yargıya bağlar.
Alıntıları burda bitirelim.
Sayın Pekinel’in (müzisyen) yargısı kendisinin yargısıdır ve belki de İlber hocanın kendi yargısının doğruluğu ile ilgili kuşkusu bulunduğu için, bu yargıyı ünlü bir müzisyene doğrulatma fırsatı çıkınca bu fırsatı kaçırmayarak, metni müzisyenden okumasını istemiş ve yargısının teyit edilmesinin yarattığı zevkle, Hegel ile ilgili düşüncelerini bir başka yüksek zekanın deneyimi ile sağlamlaştırmış ve gerektiğinde bu sağlaması yapılmış yargıyı kullanmak üzere hafızasına kaydetmiştir.
Öncelikle yazılı bir metnin anlaşılması ya da anlaşılamamasının kaynağı iki yandan kaynaklansa da birçok nedenden olabilir. Ama bir anlama ve anlatma olgusunun gerçekleşebilmesi için zemin, yazılan metindeki kavramların içeriğine ilişkin, yazanla okuyanın ortak bir anlamlandırmalarının olmasıdır. Çünkü her sözcük bir imdir, simgedir, bir nesneyi işaret eder, ayrıca her sözcük sadece bir işaret değil bir içeriktir. İşaret edilenin dışından içine adım attığımızda onun içeriği ile karşılaşırız. İçerik bir kavramın ya da aynı şey bir nesnenin kendi cinsinden ötekilerle ilişkisinde o ilişkiye kattığı şey, ya da yol açtığı etkidir. Öyleyse kavramın içeriği öteki kavramlarla ilişkisinde ortaya çıkar. Her ne kadar kendinde bir anlamı olsa da.
Yazarın (Hegel) metin üretiminden sonra kullandığı kavramların ne ölçüde bilinip bilmediği sorunu ortadan kalkmıştır artık. Metin artık nesnel, yani yazarın dışında bir varlığa sahiptir. Okuyucu açısındansa yazı boş bir kafa değil daha önceden var olan bir birikim dolayımından geçerek anlaşılacak ve yargılanacaktır. Ola ki okuyucunun birikimi yazardan daha fazladır, o durumda yazarı eleştirecek ve yanlışı ortaya çıkaracak, doğruyu önerebilecektir. Ola ki yazardan daha az bir birikime sahiptir, birikimini geliştirmeye çalışacak ve yazarı anlamak için ek bir gayret içine girecektir (burada bilimsel bir yaklaşım kaygısı güdülmesi gerekliliğinden bahsedilmektedir, özellikle bir profesör için).
Ancak, bunlar metindeki kavramlar okuyucu tarafından bilinmesi zemininde olabilecektir. Peki ya okuyucu metindeki kavramlarla ilk kez karşılaşmış ve tanışıklığı yoksa ne olacaktır? Burada da tam da sorumuzun konusu olan, kavramlarına yabancı olduğumuz bir metin hakkında yargıda bulunmanın hangi sonuçlara yol açacağını görmeye çalışacağız.
Şimdi Hegel den küçük bir metin, bir tanımın metnini alalım ve bu tanımın sıradan bir okuyucu için anlaşılır olup olamayacağını, taşıdığı kavramlara bakarak inceleyelim.
"İdea kendinde ve kendi için gerçek olandır, kavram ve nesnelliğin saltık birliğidir. İdeal/ düşünsel içeriği, belirlenimleri içindeki kavramdan başka bir şey değildir; reel-olgusal içeriği, yalnızca Kavramın kendine belirli varlık biçiminde verdiği belirişidir ve bu şekli idealliğinde kapayarak kendi gücü içinde ve böylece kendini onda tutar." Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınevi, 3. Basım,s.298.
Bu metinde geçen, İdea; kendinde, kendinde gerçek, kendi için, kendi için gerçek, bizim için olan gerçek, saltık, nesnellik (ki reel olan anlamında değil, öznelin karşıtı anlamındadır), kavram ve nesnelliğin görece birliği, kavram ve nesnelliğin saltık birliği v.b. kavramlar evrensel kavramlardır ve sözlükleri açıp anlamları öğrenilebilir.
Ancak, bu kavramlar günlük konuşma içinde kullanılmaz, kuşkusuz, gerekmediği için değil, ama istek ve niyetlerimizi birbirimize anlatabilmemiz için birkaç yüz sözcük yeterlidir. Bu kavramlar günlük kültürde içirilmez, o nedenle günlük dilin kullanımı dışındadır. Özel olarak ve belki de yıllar süren bir eğitim ile öğrenilebilirler, tıpkı yüksek matematik, fizik kimya ve benzeri bilim dalları gibi.
İnsan gözünün görebildiği alanda nesnelerin fiziki ilişkilerini görür ve onları birbiri ile ilişkilendirerek düşünsel yargılarda bulunur. Görmediği yerlerdeki nesneler arasındaki ilişkiyi söyleyemez, söylese de gerçeğe uymaz. Tıpkı bunun gibi düşünsel alanda da insan düşüncesini tanıdığı, bildiği kavramlar içinden geçerek ilerler, yapılanır ya da bir yapı kurar. Öyleyse fiziksel alanda özgürce gezebileceğimiz yer gördüğümüz yer ise, düşünsel alanda gezebileceğimiz yer de bildiğimiz kavramların kapsadığı alanlarla sınırlıdır. Bilinmeyen kavramlar alanında düşünemeyeceğimiz, karanlıkta neden göremediğimiz gerçeğiyle aynı nedenledir. Parçacık fiziğinin kavramlarını bilmeden o alanda, parçacık coğrafyasında körsünüzdür, yürüyemezsiniz yani düşünemezsiniz. Eğer yine de düşünmeye çalışırsanız kafanızı gözünüzü bilmediğiniz nesnelere çarpar durursunuz ve maalesef neye çarptığınızı da bilmezsiniz.
Buna karşın "Burada yürünmüyor, ne kadar saçma sapan şeyler koymuşlar buraya, şimdiye kadar hiç görmediğim bu şeyler, bunları buraya koyan salak, şarlatan" diyerek sizin için karanlık bir bölgenin gerçekliğine karşı kendi öznel konumunuzun gerçek olduğunu iddia etmenizi kimse engelleyemez.
İlber Ortaylı’ya kalırsa (şayet) iyi bir müzisyen nasıl felsefeden çok iyi anlarsa, muhtemelen iyi bir şarkıcı da parçacık fiziğinden iyi anlar, ya da bir ressam duyarlı olduğu için yüksek matematik hakkında yüksek yargılarda bulunabilir.
Üstelik felsefenin bu ve benzeri kavramları, matematiğin ve görgül bilimlerin kavramlarından daha soyutturlar, bu nedenle onlarla tanışmak, onları düşüncenin akışı içinde öteki kavramlarla birliğini anlamlandırmak daha da zordur.
İbn-i Sina'nın, Aristoteles'in 'Metafizik' kitabını hangi süreçlerden sonra anladığını alıntılayalım ki, konuştuğumuz alan ile ilgili dengeli bir bilgiye sahip olalım;
"Mantık, fizik ve matematikde üstad olan İbn-i Sina, metafiziğe yönelmiştir. Arapça tercümelerinden Aristo'nun Metafizik adlı kitabını kırk kere okumuş, ancak hiç bir şey anlamamıştır. Kitabı anlamanın mümkün olmadığına karar verip ondan ümidini kesmiştir. Bir gün öğleden sonra, kitapçılar çarşısında gezerken bir satıcı kendisine bir kitap satmak ister ve onu İbn-i Sina'ya uzatır. Metafizikle ilgili bir şeyin bu kitapta bulunmadığına inanan İbn-i Sina, onu satın almak istemez. Fakat satıcı paraya çok ihtiyacı olduğunu ve ucuza bırakacağını söyler. Kitabı böylece satın alan İbn-i Sina, onun Fürübrinin "Fi, A Grad Kitabu Mâ Ba'd Et-Tabia (Aristo'nun) Metafizik Kitabının Konusu Hakkında olduğunu görür. Acele eve gidip okuyarak inceler; daha önce kırk kere okuduğu halde anlayamadığı Metafiziği bu eserle anlar ve Allah'a şükür için bol bol sadaka verir." İbn-i Sina Metafiziği, Doç.Dr Hayrani Altıntaş, A.Ü.İlahiyat Fakültesi Yayınları, s.11İbn-i Sina için metafiziği anlaşılır hale getiren bu kitap, Farabi tarafından yazılmıştır, ve İbn-i Sina bu kitaptan yöntemi öğrenir.
İlber Ortaylı ve Celal Şengör hocalarımıza üzücü bir haberimiz daha var; böylesi felsefi metinleri anlamak için salt metinde geçen kavramları bilme de yeterli değildir. Metnin taşıdığı ussal yönteme aşina olmak da gerekecektir, bunun ne demek olduğunu biraz daha açalım ama önce bu yöntemin niteliğine ilişkin bir örnek paylaşmak isteriz.
Lenin'in Felsefe Defterleri adlı kitabı Türkçeye yıllar önce çevrilmişti. Bu kitap Lenin'in Sibirya'da sürgündeyken yaptığı felsefe çalışmalarının notlarını tuttuğu defterlerin kitap haline getirilmiş biçimidir. Lenin'in çalışmalarının büyük bölümü Hegel'in kitapları üzerinedir, elbette Hegel'de hayran kaldığı pek çok nokta bulurken eleştirdiği noktalar da bulur. Bu durum konumuz dışıdır. Kitap haşiyeler, çıkmalar, alıntılarla yazarının o andaki çalışmasını adeta filim kareleri gibi gözümüzün önüne getirir. Lenin,Hegel'in lojik (mantık) kitabını okurken çok ilginç, adeta onu okumazdan önce ki kendini de eleştiren bir tespitte bulunur;
"Şimdiye kadar der , Marks'ı hiç bir marksist anlamamıştır. Çünkü Marks, Hegel’in mantık bilimi ve onun yöntemi anlaşılmadan anlaşılamaz."
Lenin'in bu keşfinden marksistler ne kadar yararlandı bilmiyoruz, kuşkusuz Lenin'i bu konuda bir otorite kabul ettiğimiz ve bizi doğrulasın diye yardım istemek üzere yazıya sokmuş değiliz ama özgün bir yöntem üzere yazılmış bir sistematiği anlamak onun yazıldığı düşünsel biçimden yoksunsanız onun içeriğine yabancı kalacağınızı acımasızca ve tüm marksistlere meydan okuyarak anlatır.
Burada yöntem denilen şey, (Celal Şengör hoca diyalektik kavramından nefret ettiği için onun hatırına Türkçe olan eyitişimsel sözcüğünü kullanalım) Kurgul-Eğitişimsel adlı yöntemdir, ne olduğunu ve karşıtı olan Görgül-Anlak yöntemi ile arasındaki farka ilişkin çok kısa bir açıklamada bulunacağız;
Önce iki bilinç biçiminin, anlığın iki işleyiş yöntemden kaynaklandığını belirtelim.
Temel olarak iki bilinç biçimi vardır, bunlardan ilki nesneleri ayrılarak anlar, onun için madde ve düşünce, sonlu sonsuz, iyi kötü, güzel çirkin, başlangıç ve son, ayrım ve birlik gibi kavramlar ayrıdırlar. Bu bilinç biçimi sonlu ve sonsuzun tek tek olamayacaklarını, anlamlarını birbirinden aldıklarını, varlıklarının birbirine dayandığını, biri ortadan kalktığında ötekinin de ortadan kalktığını, öyleyse her sayının hem sonsuzu hem sonluyu içerdiğini düşünemez. Kuşkusuz bu eksiklik herkes için geçerlidir ve insanın nesne ile ilişkisinde düşünce ve varlık olarak ikiye bölünmüş olmasında, nesne bir yanda düşünce bir yanda duruyor olarak görünmesinden kaynaklanır. Ama bu sadece görüntüdür, nesne sadece nesne değil, aynı zamanda düşüncedir, bir düşüncenin nesnesidir. Bu birlikteliği ya da gerçekliği olduğu gibi, bölünmüşlükten kurtulmuş olarak fark edebilmek bir düşünce alışkanlığı sorunudur ve ancak derin bir felsefi ve tasavvufi çabayla kazanılabilir Ve bilinenin aksine Celal Şengör hoca, her ne kadar diyalektik kavramından tiksinse de düşünce biçimi diyalektiktir. Hocamız belki Hegel'in yönteminin salt diyalektik yöntem olamadığını bilseydi bu, düşüncenin çok işlevli kavramına ön yargısı bu kadar katı olmaz, kavramı araştırarak onunla barışır ve hegel karşıtlığını dogru bir tutuma oturtabilirdi. Diyalektik ikiye ayırarak düşünmedir,karşıtlar halinde düşünmek. Oysa Hegel'in lojiğinin yöntemi "diyalektik kurguldur". ya da diyalektiği kapsayan kurgul. Marksist felsefi yazın kültürü diyalektik yöntemin yanlış bir biçimde Hegel'in yöntemi olduğunu herkese belletmiştir. Hegel'in yöntemi diyalektik değil, diyalektikte kalmayan kurgula varan yöntemdir ki, bu yöntem kurgul diyalektik yöntemdir. Karşıtları birliği içinde kavrayan düşünce.
Ayrımcı yöntemi konumuzdaki pratiğe uygularsak; o'na göre bir yargının belirleyicisi yalnızca bildiklerimizdir. Bir yargının belirleyicilerinin bildiklerimizin ve bilmediklerimizin birlikte varlığından oluştuğunu düşünemezler. Müzisyenin yargısının oluşumunda felsefeye dair bildiklerinden daha da fazla bilmediklerinin etkili olduğu anlayamazlar. Felsefeye ya da herhangi bir bilime dair öznel bir yargıda, kavrama ilişkin pozitif ve negatif (olumlu ve olumsuz değil, olan ve olmayan anlamında) düşüncelerin varlığı aynı derecede etkilidir. Yargı tektir ve oluşmuş olan ise öznel değil nesneldir, bu oluşumda kavrama ilişkin düşünceleriniz ne kadar yoksa yargıya yok yansıyacak, (belirli bir yokluğun yansıması yokluk değil varlıktır) kavrama ilişkin düşünceleriniz ne kadar varsa yargıya da o kadar var yansıyacak ve yargı bu ikisinin yansımış birliği olacaktır. Yani kavrama ilişkin var düşünceler ile yok düşünceler (tabi burada daha anlaşılır olması amacıyla pozitif olan düşüncelerin yanlışlığı gibi bir etkeni hesaba katmıyoruz).
İkinci bilinç biçimi, karşıtları, madde ve düşünceyi ayırmaz, ona göre sonlu ancak sonsuz yoluyla vardır ve sonluda sonsuz yoluyla. O zaman ikisi birliktedirler, biz onları anlama için ayırırız çünkü basit bir bilinçle ancak öyle anlayabiliriz, insan bilinci ayırarak anlamaktan ayırımlıyı birlik, birliği ayrımlı olarak anlamaya binenlerce yılda geçebilmiştir.
Yazıya konu olan hocalarımızın tutumu bu güne özgü değildir, felsefeye karşı sabit iki tutumdan biri olan bu küçümseyici tutuma karşı Hegel’den çok önce, Platon, Aristoteles, Spinoza, Kant, Leibniz ve daha pek çok filozof, aslında kendini bilmez bu tutuma karşı, felsefenin öteki bilimler gibi ve hatta onlardan daha çok düşünsel emek istediğini, "düşünebiliyorum öyleyse felsefe yapabilirim"in kendini aldatmak olduğunu kerelerce, ama gerçekten kerelerce söylemişlerdir. Çok söylemelerinin nedeni bu durumla her çağda ve her yerde her dem karşılaşmaları olsa gerek, bu tutumun iyi bir açıklamasını Hegel''den aktararak yazımıza son verelim.
"Kabul edilecektir ki, başka bilimlerle tanışıklık, onlar üzerinde belli bir çalışma yapmış olmayı ve üzerinde belli bir yargıda bulunabilmek için ise ilkin böyle bir bilgi konusunda yetkin olmayı gerektirecektir, ve yine kabul edilecektir ki, bir çift ayakkabı üretebilmek için bu işi öğrenmiş ve uygulamış olmak gerekir, üstelik herkes kendi ayağında bunun için gereken ölçünü ve ellerinde gerekli işlemler için doğal beceriyi bulabiliyor olsa bile (Yalnızca felsefenin kendisi için böyle bir çalışma, öğrenme ve çaba gerekli değildir). Bu rahatlatıcı sanı, en yakın zamanlardaki onayını dolaysız bilgi ya da sezgi yoluyla bilgi öğretisinden almıştır." Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınevi, 3.basım, 2004.s.
04 Ekim 2024 14:08
09 Ekim 2024 01:01
01 Ekim 2024 22:48
06 Ekim 2024 21:34
06 Ekim 2024 20:54
01 Ekim 2024 17:29
05 Ekim 2024 13:12
01 Ekim 2024 19:24
09 Ekim 2024 10:39
05 Ekim 2024 19:52