Doç. Dr. Muhammet Özdemir
Kategori: Din Felsefesi - Tarih: 04 Nisan 2024 18:03 - Okunma sayısı: 681
İbn Sînâ’nın Tanrı Kanıtlaması Çağdaş Ateizm İçin Nasıl Bir Mesaj Veriyor?
Öncelikle İbn Sînâ’nın en az üç farklı tarzdaki kanıtının belirli bir inanç deneyimine ve mantık bilgisine sahip insanlara hitap ettiğini belirlemekte yarar vardır. Bu ayrıntı onun kendi döneminde özel olarak hiçbir Tanrısal veya dinsel inancı bulunmayan insanları göz ardı ettiğini ya da inancın toplumsal bir karşılığının bulunduğunu göstermektedir. Açık bir deyişle inanç bireysel bir hadise değildir. Bireysel olmadığı için de deneyimin ve bilginin dışında değildir. Buradan inancın aslında toplumun maddi deneyimleri ve sosyal düzeninin kavramlara ve mantıksal bir temsile taşınması üzerinden yeni bir konuşlandırmaya tabi tutulduğu anlaşılabilmektedir. İbn Sînâ’nın Tanrı’nın varlığına dair kanıtları ve argümanları inancın bireysel yönünü elbette yadsıyamaz, ama bu yönü içermemekte ve esas itibariyle Tanrı’nın varlığını kabul etmek pozisyonundan yola çıkmaktadır. Yani İbn Sînâ, Tanrı’nın varlığını kabul eden ve belirli bir inanç deneyimine ve mantık bilgisine sahip olanlara hitap etmektedir.
Ebû Hâmid el-Gazâlî’nin 1085-1095 yılları arasındaki eleştirel fikirlerinde bilgi (bilim) ile hakikati (inanç) birbirinden ayırarak Tanrı’nın varlığına ve birliğine ilişkin kabulü bireyin kendi deneyimlerine bağladığı analizler İbn Sînâ’nın bu toplumcu inanç pozisyonuna uygun değildir. Bununla birlikte aynı filozofun sözgelimi Kitâbü’l-İşârât ve’t-Tenbîhât (Açıklamalar ve Dikkate Alınması Gerekenler) adlı kitabının bireyci pozisyonuna uygundur. Ortaçağda (İslâm), Yeniçağda ve 19. yüzyılda (Batı Avrupa) toplumcu karakter bilimin temeliydi. 20. yüzyılda (Anglo-Amerika ve Avro-Amerika) ve hele de 21. yüzyılda bilim daha ziyade bireyci karakterdedir. Bu nedenle çağdaş ateizm ile İbn Sînâ’nın Tanrı kanıtlamaları arasında karşılıklı bir diyalog zemini bulabilmek neredeyse mümkün değildir. Belki ateizm kendine toplumsal bir çevre, ekonomik kazanç çerçevesi ve toplumsal ilişki misyonu yüklerse; bu takdirde İbn Sînâ’nın Tanrı kanıtlamaları ile ateizm arasında bir iletişim ve tartışma olanağından söz edilebilir. Nitekim günümüzde bireyci ateizmin böyle bir ekonomik evrim sürecine hazırlandığı yapay zekâ ve teknoloji soğuk savaşına yönelik yeni çalışmalardan anlaşılabilmektedir.
Peki, İbn Sînâ Tanrı’nın varlığını nasıl ispat etmekte veya daha doğru bir deyişle izah etmektedir? Filozofun birincisi kelâmdaki hudûs delilini andıran, ikincisi mantıksal ve üçüncüsü de kişisel sezgisel (idealist) olmak üzere üç türden kanıt geliştirdiği belirtilebilir. Toplumsal temelli bilgi açısından bakıldığında her üç delilin de aslında tek bir delile karşılık geldiği ve bunun da “Zorunlu Varlık” kavramında içerildiği söylenebilir. Şimdi kanıtlara yer vermek gerektiğinde; birinci argümanında varlık kavramı ile dış dünya arasındaki ‘zihin-dünya-gerçeklik’ ilişkisine yaslanan İbn Sînâ, görünür olan âlemdeki nedensel deneyimlerin zihinde ‘var eden varlık’ kavramını gerektirdiğini kabul etmektedir. Filozofa göre nedensel ilişkiler ağında kendini toplumsal olarak bilen bir insanın zihnindeki kendilik bilinci ve varlık kavramına dayanarak Tanrı’nın varlığını da kabul ettiği teslim edilmelidir. Bu ispatın üçüncü argümanla buluştuğu yer filozofun üçüncü argümanında zihindeki varlık kavramından yola çıkmasıdır. İslâm kelâmında sıklıkla kullanılan hudûs delilinin içeriğine göre de her günkü yaşamda deneyimlenerek algılanan varlıkların sonradanlıkları onların tükenişe tabi olmalarından anlaşılabilmektedir. İnsan bu varlıklardaki bu tükeniş ile nedenselliği bir ilk var ediciye bağlamak istemektedir. Geriye dönük bir sonsuz varsayımdan kurtulmak için de ilk var edicinin öncesiz ve sürekli var olması gerekmektedir. İbn Sînâ yine toplumcu özellikleri bireyci özelliklerinden daha fazla olan bu kanıtı kabul edip tekrar etmekle birlikte esas itibariyle insan zihnindeki varlık kavramını üçüncü bir argüman niteliğinde iliştirmektedir. İlk bakışta görünenin aksine filozof önemli bir katkıda bulunmakta ve insanı kendi zihnindeki varlık kavramının menşei ve muhtevasıyla başbaşa bırakmaktadır. İnsan her durumda kendi bilincinin farkında olduğuna ve bu bilince de kendinin ve başkalarının varlığı iliştiğine göre birçok ilişkiyi örgütleyen ve yöneten bir ilk var edici var değilse kişi kendisine her şeyi nasıl açıklayabilecektir?
İkinci kanıtta bazı ön kabuller, terimsel tarifler ve en genel seviyede kavramsal bir sınıflama işbaşındadır. İbn Sînâ’ya göre varlık veya var olmaklık, var olan (mevcûd/existence) ve öz (mâhiyet/essence) olarak iki temel unsurdan oluşmalıdır. Var olan ve algılanan her nesne veya mevcut için bir zihinde varlık veya tasarım içeriği bir de dışarıda algılanan maddi uzamlar ve özelliklerden söz edilebilir. İnsanın bir ruhu veya bilinci bir de bedeni vardır. Üçgen kavramının bir özü veya kavramsal varlığı, bir de bu kavrama uygun olarak yorumlanmak istenen maddi uzamlar vardır. Tanrı kavramı söz konusu olduğunda özü de varlığı da birbiriyle aynı seviyede deneyimlenebilmekte veya deneyimlenememektedir. Anka kuşunda kavram veya adlandırma var olmakla birlikte mevcût var değildir. Rakamlar veya matematik ise mevcûdu var olduğunda işgören, ama özü veya tasarımı mantıksal seviyede var olan kendiliklerdir. Halüsinasyon veya sanrıda öz var, ama mevcut var değildir. Açıkça var olanlar iki unsurdan meydana gelmekle birlikte mahiyeti varlığından ayrı düşünülebilenler ile düşünülemeyenleri birbirinden ayırt etmek gerekmektedir. (I) Öncelikle insan gibi var olan ve var olmaklığı yani bedeni özüne yani bilincine eklenmiş olanlar vardır. Var olan nesnelerin geneli veya cisimlerin tamamı insan gibidir. Bunların mahiyetleri ve varlıkları birbirinden ayrı düşünülebilir. İbn Sînâ’ya göre bunlarda asıl olan özdür ve varlık mahiyete ilişmekte veya katılmaktadır. Daha sonra örneğin Thomas Aquinas ve René Descartes bu görüşü devam ettirecekken İbn Rüşd ve bazı çağdaş varoluşçular varlığın önce geldiğini kabul edeceklerdir. (II) İkinci olarak Tanrı’nın özü ve varlığından herhangi biri açıkça ve cisimsel seviyede deneyimlenememektedir. Bu nedenle O’nun özü ile varlığı arasında bir ayrım yapmak mümkün değildir. O’nun hakikati ile mevcûdu aynıdır ve her ikisi de birbiriyle eşvarlık anlı ve eşzamanlı olarak vardır. Bu arada İbn Sînâ reankarnasyonun mantıksal itirazlarından kurtulabilmek için insanın ruhu ve vücudunun da eşvarlık anlı ve eşzamanlı varlığa geldiğini kabul etmektedir. Ne var ki insan için özün varlıktan önce geldiği söylenebilmektedir, çünkü onun özü ölmeyecektir, ama bedeni ölmektedir. Varlık ile öz arasındaki ilişkilerine göre birbirinden ayrılan Tanrı ve insanın özellikleri İbn Sînâ’nın Tanrı’nın varlığına ilişkin özgün argümanında önemli bir ayrıntıdır.
Varlık ve mahiyet ayrımından sonra İbn Sînâ yukarıdaki iki temel ayrımı gözeterek var olanları (mevcûd/beings) var olabilme iradeleri ve şartları açısından üçe ayırmaktadır. (I) Varlığı mümkün olanlar vardır ki, tıpkı insanlar ve başka cisimlerde olduğu gibi bunların fiziksel olarak deneyimlenemedikleri zamanlar bilinebilmektedir. İnsanlar doğmakta, büyümekte, gelişmekte, yaşlanmakta ve ölmektedirler. Yani önceleri ve sonraları bulunmaktadır. İnsan gibi olanların var olmaları kendi iradelerine bağlı değildir. Ayrıca var olma şartları kendi özelliklerinden başkadır. O halde mümkün varlıklar, yokluğu deneyimlenebilen ve düşünülebilen var olanlardır. (II) Varlığı mümkün olanların varlığa gelmeleri ve belirli bir süre birbirlerini nedensel bir ilişkiyle deneyimleyebilmeleri bunların her birini anlamlandıran bir kavrama müracaatı gerektirmektedir. Bu kavram da bizzat var olan ve varlığı kendi iradesine ve şartlarına bağlı bulunan bir mevcut olmalıdır. Hatta bu mevcuttan sadece bir tane olmalıdır ki O’nun özellikleri mantıksal nedenselliği yeniden bir izah edilemezliğe götürmesin. Bu nedenle yokluğu düşünülemeyen ve varlığı zorunlu olan vardır ve bu da özü ve varlığı Bir olan Zorunlu Varlık’tır. İbn Sînâ’ya göre bu varlık Tanrı’dır. (III) Zihinde tasarlanabilen ama gerçekte deneyimlenemeyen bazı cisimlerden veya kavramlardan söz etmek gerekmektedir. Hatta bunlara insan zihninin hiçbir zaman hayal edemediği ve edemeyeceği sonsuz olasılıklı kaos da eklenebilir. Özü var gibi görünen ama varlığı hiçbir zaman ve mekânda var olamayacak olan kanatlı uçan insan, anka kuşu ve iki kulaklı ve iki kanatlı dağ hiçbir zaman varlığa gelemezler. Bunlara da varlıkları düşünülemeyen anlamında imkânsız varlıklar demek gerekmektedir.
İbn Sînâ, birinci kategoride yer alan varlığı mümkün olanları ikinci kategorideki Zorunlu Varlık’ın iradesinden dolayı “başkasından dolayı zorunlu varlıklar” (Vâcibü’l-Vücûd bil-Vâsıta) olarak adlandırırken Zorunlu Varlık’ın kendisini de “bizatihi Zorunlu Varlık” (Vâcibü’l-Vücûd biz-Zât) olarak adlandırmaktadır. İbn Sînâ’nın Tanrı’nın varlığına dair kanıtlarında -bana göre izahlarında- varlık ve zihin kavramlarını bu denli işe koşması ve sonra sorunu bütünüyle mantık içerisinde bir sürece götürmesi çağdaş özneler açısından birtakım izlenimler ve mesajlar içermektedir. Bunlardan bir tanesi, insanların içerisinde yaşadıkları toplumsal düzenlere göre bir inanç ve bilgi edinebilecekleri ve sağduyu ve nedenselliğe dayalı bir bilim olmaksızın toplumsal mevcudiyetin devam ettirilemeyeceği ve hatta bir Tanrı’nın varlığının kanıtlanamayacağıdır. İkincisi, insanlar bir toplumsal düzenin meşruiyet kaynaklarına itirazda bulunuyorlarsa söz konusu düzen insanları yeterince memnun etmiyor demektir. Bu durumda Tanrı’nın varlığını izah edebilmek veya kanıtlamak zorlaşacaktır. Üçüncüsü, her ne kadar İbn Sînâ idealist ve yer yer spiritüalist (ruhçu) bir filozof olarak kabul ediliyor da olsa; onun dayandığı deneyimler maddi deneyimlerdir ve Tanrı’nın varlığı meselesi maddi deneyimlerin bir uzantısı ve kavramsal genellenmesi olması bakımından mantıksal ve ruhsaldır. Dördüncü olarak Tanrı’nın varlığına dair kanıtlamalar, insanın tür olarak sürekliliğini deneyimlediği yaşamda kişisel olarak da ebedi olma arayışının ürünüdür.
Şimdi İbn Sînâ, Richard Dawkins, Robin Le Poidevin ve başka tanınmış uluslararası profesyonel ateistlere ve ünlü olmayan sıradan ateist insanlara nasıl bir mesaj vermektedir? Bence bunlara verdiği mesaj ve izlenim, çağdaş koşullarda kişisel itirazlarında isabetli olabilecekleri, ama bu itirazların toplumsal hükümlere bağlanması gibi bir işe giriştikleri takdirde bilimsel ve mantıksal olarak kesinlikle hatalı olacakları yolundadır. Çünkü bilim ve mantık toplumsal temelli bir iletişim, işbölümü ve dayanışmayı öngerektirdiği kadar insanlık tarihinin kazanımlarından yararlanmayı da öngerektirmektedir. Bir toplum içerisinde ortak emek ve kazançlarla yürürlüğe girmiş herhangi bir kurallı sosyal düzenin kendini tutarlı ve istikrarlı bir şekilde tekrar etme olanağı insanlara güven vermektedir. Örneğin demokrasi denildiğinde insanların akıllarına böyle bir şey gelmektedir. Demokrasi nasıl birbirinden farklı gereksinim ve ilgileri içeren ortak tek bir kavram ve temel aktörmüş gibi alınan bir canlı etken ise; Tanrı da bütün insanların birbirinden farklı ihtiyaç ve yönelimlerini içeren tek bir kavram ve mevcudiyetteki esas aktördür. Burada hakikatin maddi olmayan bir deneyimle ilişkilendirilme gereksinimi ve hatta Tanrı inancının sıradışı olmasına yönelik beklenti genellikle deneyim ve düşünme eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Buna göre ateistlerin itirazları ve reddettikleri toplumsal birlik gereksinimi olamaz. Onlar ancak kendi varlıklarının bir toplumdaki rolünü deneyimleyerek bilebilirler ve bunu reddedebilirler. Çünkü toplumun bütün üyeleri tarafından birbirinden farklı bir içerikle deneyimlenen bir kavramı reddebilmek için her bir farklı deneyimin kendi özgül içeriğine ve ona işarette bulunan terminolojiye vakıf olmak gerekmektedir. Ayrıca toplumun ateistleşmesini arzu eden ateistler de toplumun birlik olma gereksinimine yatırım yaptıklarına göre her halükarda toplumun bir ve düzenli olması gereğiyle ilgili bir hakikat mevcuttur. Bu bir ve düzenli olma gereksinimi İbn Sînâ’ya göre Zorunlu Varlık tarafından temsil edilmekte ve gerçekleştirilmektedir. Çünkü O’nun var ettiği insan O’ndan bununla ilgili bir varlık idesi veya kavramı getirmektedir.
İbn Sînâ’nın Tanrı kanıtlamasından anlaşılabilen aslında deneyimlere ve belirli bir bilimsel bilgi seviyesine koşut Tanrı’nın varlığının izah edilebileceğidir. Richard Dawkins ve Robin Le Poidevin’in toplumsal temel görünümlü bireysel argümanları açısından İbn Sînâ’nın kanıtlarının ne kadar yeterli olduğu tartışılmaya muhtaçtır. Böyle bir tartışma çağdaş bilgi sosyolojisi, bilim felsefesi, mantık ve din felsefesi açısından yararlı olabilir.
04 Ekim 2024 14:08
09 Ekim 2024 01:01
01 Ekim 2024 22:48
06 Ekim 2024 21:34
01 Ekim 2024 17:29
06 Ekim 2024 20:54
05 Ekim 2024 13:12
01 Ekim 2024 19:24
09 Ekim 2024 10:39
05 Ekim 2024 19:52