Hasan Güneş
Kategori: Eğitim Bilimleri - Tarih: 14 Kasım 2021 13:46 - Okunma sayısı: 2.226
Doç. Dr Ali Baltacı ile Empati kavramı üzerine söyleşi
Hasan Güneş: Hocam kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Doç. Dr Ali Baltacı: Mersin Üniversitesinde öğretim üyesiyim. Ankara doğumluyum. Tüm öğrencilik hayatım da Ankara’da geçti. Hacettepe Ün. Psikoloji bölümünü ve Gazi Ün. Eğitim Fakültesini bitirdim. Ankara Üniversitesinde Eğitim Bilimleri Üzerine Yüksek Lisans ve Doktora yaptım. Halen Psikoloji alanında ikinci doktora çalışmamı yürütüyorum. Eğitim, sosyal psikoloji ve araştırma yöntemleri üzerine çalışıyorum.
2- Bilimsel açıdan empatiyi ele alır mısınız?
3- Empatinin önündeki kültürel engelleri açıklar mısınız?
4- Empatiyi geliştirmek için neler önerirsiniz?
5- Bilimsel empatinin bilimsel ve felsefi önemine değinir misiniz?
6- Z kuşağı empati duygusuna tam olarak sahip midir?
Değilse bu anlayışın sonuçları nelerdir?
Buradaki tüm sorular birbiriyle bağlantılı olduğundan hepsini tek bir soru olarak değerlendirip empatinin doğası ve mekanizmalarını açıklamaya çalıştığımda zaten tüm sorularınız da cevaplanacaktır diye düşünüyorum.
Örneğin bir arkadaşınızın evcil hayvanı vefat ederse onu anlayabilirsiniz. Ancak sizin evcil hayvanınız, arkadaşınızınkinden daha önce vefat etmiş olsaydı, arkadaşınıza karşı empati duymuş olacaktınız. Burada anlayış çoğunlukla birisine karşı duyumsadığınız acıma, merhamet etme gibi duygulara atıfta bulunur, oysa empati kendinizi başkasının yerine koyabilme becerisidir. Anlayış ve empati arasında kesin ayrımlar olsa da günlük dilde bu kelimeler birbiri yerine kullanılabiliyor. Ancak burada önemli olan şey her iki durumun da belirli bir kişi veya varlığı dikkate alması. Tek başına ağlayan bir çocuk ya da yaralanmış bir köpek yavrusu kalbimizi sızlatırken, salgın, deprem ve toplu katliamlar gibi çok daha fazla sayıda insanın etkilendiği olaylar benzer bir tepki uyandırmaz. İşte empati, belirli bir kişi veya grupla girilen yakın ilişkidir ve duygu bizden uzaklaştıkça etkisi de azalır.
Empati, Yunanca "empathia" kelimesinden türemiş ve köken olarak "em" ekinin karşılığı “...in içinde, içerisinde"; "pathia" ekinin karşılığı ise "hissetme" kelimelerinin birleşimidir. Aristo empatiyi bir başkası gibi hissetme olarak tanımlarken Schopenhauer, Kierkegaard, Buber, Nietzsche gibi filozoflar ile Rogers, Kohut, Lacan gibi psikologlar farklı tanımlar yapmışlardır. Ancak hemen tüm tanımlarda empati, kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyması ve onun duygu, düşünce ve davranışlarını anlayabilme çabasıdır.
Hümanist psikolojinin önemli kavramlarından biri olan empatinin temel mekanizmaları, Carl Rogers’ın çalışmalarıyla anlaşılabilmiştir. Rogers, karşımızdakinin içsel referans çerçevesini, yani ruh halini, doğru algılamanın tek yolunun onun duygu dünyasına girerek gerçekten onun gibi davranmak veya duyumsamak olduğunu savunur. Bu savununun altında “-mış gibi yapmak” yerine gerçekten oymuş gibi davranmak, hissetmenin bizi karşımızdakiyle yakınlaştıracağı inancı yatmaktadır.
Empati kavramı; “sempati”, “acıma”, “merhamet etme”, “özdeşim kurma” ve “duygusal yer değiştirme” gibi kavramlarla sıklıkla karıştırılmaktadır. Sempatide bir tarafgirlik söz konusu olup iki kişinin belli özellikleri paylaşarak kurdukları bir karşılıklı anlayış veya ortak duygu durumu vardır; oysa empatide karşımızdakinin duygularını anlar, neden öyle davrandığını bilir ve ona hak veririz.
Acıma duygusu sempatinin özellikli bir biçimi olarak ele alınabilirse de acımada tarafgirlikten öte bir hiyerarşi söz konusudur. Bir şeye acıdığımız anda o şey için üzülsek de kendimizi üstün hissederiz. Acıdığımız şeyin yerinde olmak istemez, kendi halimize şükretme veya kendimizi şanslı görme gibi duyguların içine gireriz.
Özdeşim kurma ise daha yoğun bir bağlanma sürecidir. Burada birey, başka bir birey veya gruba yaklaşıp o kişi veya grupla güçlü bir duygusal bağ kurar. Taraftarlık, yakın arkadaşlık veya müritlik gibi ilişkiler özdeşim kurmaya örnek verilebilir. Aşırı özdeşim kurulduğunda, özdeşleşilen kişi veya grubun niteliklerinin özdeşleşen kişinin niteliklerini bastırması söz konusu olabilir.
Rogers’ın ilk dönem çalışmalarında empatiyi yer değiştirme olarak tanımladığı görülür. Yer değiştirmede bilişsel süreçler hakimdir ve duygu takası sınırlı şekilde olur. Diğerinin yerinde olsak ne yapardık şeklinde bir akıl yürütme, kişide yer değiştirme duygusunun varlığı için kullanılabilir. Oysa empati, kişinin kendisini karşısındakinin yerindeymiş gibi düşünmesinden farklı ve karmaşık bir süreçtir.
Karşımızdakine empati kurabilmemiz için temelde üç koşulun yerine getirilmesi gerekir:
İlk olarak empati kurulabilmesi için kişi, kendisini diğerinin yerine koyabilmeli ve diğerinin yaşantısını içselleştirebilmelidir. Bu durum bakış açısını değiştirmekle mümkün olabilir. Yani empati kurmak istediğimiz kişiymiş gibi davranmak, onun gibi düşünmek, olaylara onun gibi tepki vermek gereklidir. Karşımızdakiymiş gibi rol yaptığımızda bu rolü uzun süre devam ettirmemeliyiz; çünkü empati kısa sürelidir. Uzun süre yapılan rol takası, dışarıdan yapmacık görüneceği için empati yapmaktan ziyade acıma veya alay etme gibi algılanabilir.
Empatinin ikinci koşulu, karşımızdaki kişinin duygu ve düşüncelerini doğru anlamaktır. Bu noktada sadece düşünce veya duyguya odaklanmak yetmez. Çünkü düşünceleri anlamaya çalışmak bilişsel etkinlikler iken, duyguları yakalamaya çalışmak duyuşsal alana özgü etkinliklerdir. Hem düşünce hem duyguyu eş zamanlı olarak kavramalıyız. Karşımızdaki ile köprü kurabilmek için öncelikle bilişsel olarak onun düşüncelerinin farkında olmalı, sonrasında onun duyguları ile bağ kurmalıyız.
Empati karşımızdaki(ler) ile kurduğumuz özel bir ilişki biçimidir. Bu açıdan onu veya onları anladığımızı hissettirebilmeliyiz. Anladığımızı göstermek veya anlaşılmak, empatinin üçüncü koşuludur. Eğer bunu yapamazsak empati kurma süreci sekteye uğrar. Bazen söz ve davranışlarımızla empati kurduğumuz hissini karşı tarafa iletemeyebiliriz. İçimizdeki duygunun beden dilimizle çeliştiği bu gibi durumlarda doğru empati kursak da bunu yeterince karşı tarafa hissettiremediğimiz için empati tam olarak kurulmuş sayılmaz. Böylesi durumlarda jest ve mimiklerle duygularımızı desteklemeliyiz; ancak bunlarda da aşırıya kaçmamalıyız.
Empatinin öğrenilebilir olup olmadığı halen tartışma konusu. Yani insan empatik ya da empat olmayı öğrenebilir mi? Bir grup psikolog bunun mümkün olmadığını savunuyor. Ancak bu gruba göre; bilinçli farkındalık, kendinin farkında olma, diğerleri için yargılayıcı olmayan pozitif düşünme biçimleri, etkili dinleme becerileri ve özgüven gibi tutum ve davranışlar üzerinde çalışarak empatinin geliştirilmesi mümkün. Bazı psikologlar yardımseverlik gibi empatinin de ancak doğuştan getirilen bir özellik olduğunu, zamanla bu özelliklerin geliştirilemeyeceğini iddia etmektedir. Bir diğer grup ise empatinin birey için özel olarak hazırlanmış duygu öğretim programlarıyla geliştirilebileceğini savunur. Rogers, ilk dönem çalışmalarında empatinin öğretilebilir nitelikte bir beceri olduğunu iddia etse de sonrasında empatinin beceriden ziyade bir varoluş tasavvuru veya yaşam biçimi olduğu görüşünü benimsemiştir.
Psikoloji alanında yapılan çok sayıda araştırmaya göre, zor durumda bulunup yardıma ihtiyacı olan kişilere empati kuranların, kurmayanlara kıyasla daha fazla yardımda bulundukları belirlenmiştir. Empatinin nasıl “yardım etme” davranışına dönüştüğünün farklı açıklamaları mevcuttur. Buna göre zor durumda bulunan kişiyle empati kuran kişi, karşısındakinin sıkıntısını anladığı için kendisi de bu sıkıntıyı yaşıyor gibi hisseder ve bunu aşmak için yardım eder. Burada egoist bir güdü vardır ve kendisini aynı durumdan kurtarmak için gösterilen çaba söz konusudur. Diğer bir görüşe göre ise zorluk içindeki kişiyle empati kurup onun yaşadığı durumları fark eden kişi, özgeci bir davranış sergileyip zorluk içindeki rahatlatmak için elinden geleni yapar. Burada özgeci bir güdü vardır; yani birey diğerinin mutluluk ve huzurunu sağlama adına çaba sarf eder, elinden geleni yapar. Bunun yanında empatik yardım olarak ifade edebileceğimiz davranışın özünde her iki motivasyonun da beraber bulunduğunu söyleyebiliriz. Zorluk çeken birisiyle muhatap olduğumuzda gerek psikolojik açıdan rahatlamak gerekse kendi ona yardım ederek ileride karşılaşabileceğimiz veya geçmişte bizim de yaşadığımız sıkıntılarımızdan kurtulmaya çalışıyor olabiliriz. Empatik davranışlarımızın özünde egoistik ve özgeci olmak üzere iki güdü beraber bulunuyorsa, bunlardan birincisi ruh sağlığımızı korumaya, ikincisi ise yardım konusunda toplumsal değerleri sürdürmeye katkı sağlar diyebiliriz.
Empati, kültür içine yerleşmiş pek çok gelenekten beslenebilir. Örneğin Doğu Asya’da görülen ve günümüzde Batı’da da yaygınlaşan mentor, guru veya akıl hocası gibi kişi ve kurumlar, bireyin kendi farkındalığını arttırarak diğerlerine yaklaşması, bu yolla empati kurmasına yönelik mekanizmalardır. Bizim kültürümüzdeki kirvelik, ahiret kardeşliği, mürit-mürşit ilişkileri de bireyin farkındalığını arttırarak topluma uyum sağlamasını hedefleyen empati mekanizmaları arasında sayılabilir. Ancak Batının bireyselliği öne çıkaran anlayışında daha az görülen ve önemsenen empatinin, Doğu toplumlarında kurumsal bir mekanizma olarak asırlardır yer alması; bireyciliğin Batı’da daha kolay yer ederken neden Doğu toplumlarına sirayet etmekte zorlandığını da belirlemektedir. Bu açıdan Batı kültüründe öze dönüş hareketi olarak algılanan hümanistik psikolojinin önemli bir mekanizması olan empatinin, doğu kültüründe farklı şekillerde yer alması, bu kültürel kodlarda yetişenlerin daha merhametli, yardımsever ve anlayışlı olduğunu da gözler önüne seriyor. Bunun kanıtını çok uzakta aramaya gerek yok: Suriye veya Afganistan’daki savaş ve terör olaylarından kaçanların Batı’ya veya Arap ülkelerine sığınmak yerine Anadolu’yu tercih etmelerinde sanırım bizlerin sahip olduğu yardımseverlik ve koruyuculuk davranışının yanı sıra empati duygusunun da etkisi var…
Her ne kadar psikoloji bilimi içinde değerlendirilse de empati farklı bilimlerin de ilgisini çekmiştir. Empatinin biyolojik kökenlerini anlamaya yönelik araştırmalar sayesinde ayna nöronları keşfedilmiştir. Empatinin biyolojik temelleri olabileceği düşüncesinin izleri Freud’un ilk dönem çalışmalarında görülse de Basch ve Lorberbaum’un anne ve çocuk arasındaki empatik ilişki biçiminin beyindeki etkileşimlerine yönelik çalışmaları biyolojik zemini oluşturmuştur.
Empati kavramında ayna nöronların Rizzolatti ve ekibi tarafından 1990’ların başında keşfedilmesi önemli bir yer tutar. Ayna nöronlar, genel olarak bir davranışı kendimiz sergilediğimizde ya da başkası tarafından sergilendiğini gördüğümüzde aktivite olan nöronlar olup kişinin karşısındakinin hissettiği gibi hissetmesini sağlayan ve temel işlevi öykünme ve taklit olan biyolojik mekanizmalardır. Bu açıdan ayna nöronlar empati kavramının doğasının anlaşılmasında olduğu kadar, sosyal ilişkilerin düzenlemesinde, öğrenmede, taklit ve rol yapma davranışlarında ve günlük hayatta karşılaşılan farklı durumlarda karşımıza çıkar. Tat alma, koklama ve acı hissetme üzerine yapılan deneylerde ayna nöronların aktive olduğu ve kötü koku veya kötü tadı olan yiyecekleri deneyimleyenlerin sadece yüz ifadelerinden bile bireylerin etkilendikleri belirlenmiştir. Ayna nöronlar genel olarak karşımızdaki gibi duyumsamamızı sağlayan nörolojik aktivitelerin gerçekleşmesini sağlamaktadır. Bu sistem empatinin kökeni olan öykünme, rol yapma ve taklit yetenekleri üzerinde de oldukça etkilidir.
Kişi geçmişte deneyimlediği ve gelecekte muhtemel olarak yaşayabileceği olay ve olgular hakkında duygusunu paylaşırken karşısındakinin ayna nöron mekanizmalarını harekete geçirir. Bu açıdan ayna nöronlar duyguları ifade etmeye de olanak sağlarken ayna nöron sisteminde oluşabilecek bozulmalar duyguları ifade etmede güçlük oluşturabilir. Ayna nöronların işlevsizleşmesi, empati kurabilme yeteneğinde azalış, duyguları ifade etmede güçlük ve taklit becerilerinin gerilemesi ile ben merkezci (egoist), sadist ve anlayışsız bir duygu dünyasını da beraberinde getirir. Duygu ifade güçlüğü olan aleksitimi, ayna nöron sisteminin tam olarak aktive edilememesi durumunda ortaya çıkar. Aleksitimik bireyler, kendi duygularını ifade edemedikleri gibi karşılarındakileri de anlamaya çalışmaz veya çabalasa da bunu yapamaz; bunların ağrı ve empati ölçeklerinde aldıkları puanlar, normal bireylere göre daha düşüktür. Bu sebeple ayna nöronların kendisinin ve başkalarının duygularını anlamlandırma, işleme ve ifade etmedeki önemi yadsınamaz.
Empati üzerine yapılan farklı araştırmalarda bu duygunun giderek azaldığı veya belli durumlarda bilinçli olarak sergilenmesinin önüne geçildiğine yönelik sonuçlara da ulaşılmıştır. Örneğin Batson ve ekibinin yürüttüğü bir çalışmaya göre, eğer insanlarda empati hissetmenin kendilerine ciddi zaman ya da paraya mal olacağı beklentisi varsa, empatiyi tetikleyeceğine inandıkları durumlardan kaçınmaktadırlar. Başka bir araştırmaya göre insanlar, empatinin değişmez bir kişilik özelliği değil de geliştirilebilir bir yetenek olduğunu öğrendiklerinde, kendi ırklarının dışındaki gruplara karşı empati hissetmek için daha fazla çaba göstermektedirler. Empati karşıtı argümanlar, duyguları güvenilmez birer canavar olarak gören demode ve akla yatkın nedenlere ihtiyaç duyan görüşlere dayanır. Yine de empati, kapsamı düşünüldüğünde pek çok durumda sınırlı görünmektedir, ancak bu sınırlılık empati duygusunun kendisindeki bir kusur değildir. Bana göre, empati sadece biz öyle olmasını seçtiğimiz sürece sınırlıdır. Bu noktada empati boşluğu kavramını ele almak da gereklidir diye düşünüyorum.
Empati boşluğu, insanların mevcut durumlarından farklı olan zihinsel durumları anlamakta veya bu tür durumların, insanların muhakeme yapmalarını ve karar vermelerini nasıl etkilediğini düşünmekte güçlük çekmelerine neden olan bilişsel ön yargı biçimidir. Örneğin bir kişi şu anda kendini sakin hissediyorsa, öfkelendiği anda nasıl davranacağını tahmin etmekte zorlanacaktır. Diyette olan kişi, şu anda toksa, aç olduğunda yemek yemenin cazibesiyle ne kadar başa çıkabileceğini değerlendirmekte güçlük yaşayabilir. Bu durumda empati boşluğunun varlığından söz edilebilir.
Empati boşluğu, çelişik durumlarda gözlenir. Diğerlerinin bakış açısını değerlendirme noktasında kendini güvende hisseden bir kişinin, endişeli bir kişinin bakış açısını algılamakta zorlanması veya kavgacı bir kişinin sorunları müzakereyle çözmeye çalışan bir kişinin yerine kendine koyamaması gibi durumlara empati boşluğunun neden olduğu bilinmektedir.
Empati boşluklarıyla nasıl başa çıkabiliriz? Empati boşluğunu en aza indirmenin bir yolu, şu anda bulunduğumuzdan farklı bir zihinsel durumdayken nasıl hissedeceğimizi gözümüzde canlandırmaktır. Olası davranışımızı hayal etmek, sadece ne yapacağımızı anlamaya çalışmak değil, nasıl hissedeceğimizi ve ne düşüneceğimizi de anlamaya çalışmaktır. Bir başkasının empati boşluğuna odaklandığımız zamanlarda deneyimlediğimiz bakış açısı yerine farklı bakış açılarının da olabileceğini kavramak faydalı olabilir. Örneğin bir öğrenci, sınıf arkadaşlarına karşı empati eksikliği gösteriyorsa, o öğrenciye arkadaşlarının sergilediği eylem ve davranışların altında yatan mantık ve sınıf arkadaşlarının nasıl hissettiği açıklanabilir. Ayrıca, empati boşluğunu sergileyen öğrenciden, sınıf arkadaşlarının neden böyle davrandığının bir ya da iki nedenini bularak, bu eylemleri kendisinin açıklaması da faydalı olacaktır. Empati boşluğu, bilişsel sistemimizin çalışma biçimine bağlı olarak deneyimlediğimiz bir bilişsel ön yargı olduğundan, değişik ön yargı azaltma tekniklerinin kullanılmasıyla empati boşluğu azaltılabilir. Önyargılarımızın nedenlerini belirlemek, mantık ve duygular arasındaki ilişkilerin farkına varmak ve aldığımız kararların ne gibi sonuçları olabileceğine odaklanarak sorumluluklarımızı gözden geçirme gibi teknikler işe koşularak empati boşluğuyla başa çıkılabilir.
Empati konusunda günümüzde yapılan tartışmaların dönüp dolaşıp geldiği yer Z kuşağı olarak adlandırılan çağımız gençliğinin, önceki nesillerden farklı olması. Z kuşağı kimdir? Sorusu artık önemini yitirdi, aslında sorulması gereken şey Z kuşağını ayıran özellikler, farklı yanları veya neden böyle bir anda kamusal alanda gündem olduğu…
Öncelikle internet çağının içine doğan Z kuşağı 2000’li yıllarda doğan nesli tanımlamak için kullanılıyor. Bu kuşak yaygın yatay ve dikey etkileşimler ve internetin sağladığı özgürlük ortamı içinde sınırsız bağlantı olanakları geliştiriyor, farklı ilgi alanları ve öğrenme yolları oluşturabiliyor. Özellikle mobil teknolojideki gelişmelerle birlikte yeniden keşfedilen medya araçları biçim değiştirerek sosyal medyaya dönüştü ve ısmarlama bir kültür oluşturdu. Geçmişten tamamen kopmuş gibi görünen Z kuşağıyla birlikte din, dil, ırk gibi geçmişin yıkıcı ayrımlarını reddeden yeni bir yapı gelişti. Bu yapı içindeki akışkan hareketlilik hız ve hazzın öncelendiği yeni bir tür bireyselleşme geliştirdi. Daha önceki tasavvurlardan farklı olan bu bireyselleşme tutarsız ve tahmin edilemeyen bir dönüşüm hızına sahip. Önceki nesilleri asıl korkutan şey ise bu tekinsizlik hali…
Nesiller bir yaş grubunun belirli bir kalıba sokulabilen yılları boyunca önemli olaylar ya da toplumsal ilerlemeler tarafından oluşturulurlar. Davranışları ve değerleri I. ve II. Dünya Savaşlarının gölgesindeki “Sessiz Kuşak”, 1945 sonrası yaşanan ekonomik büyümenin yön verdiği “Baby Boomers”, Soğuk savaş, Berlin duvarının yıkılması ve Irak savaşlarıyla şekillenen X ve Y Kuşakları ile 11 Eylül ve sonrasında yaşanan olaylarla tanımlanan Milenyum Kuşağı ve İnternet, mobil teknoloji, terörizm ve sosyal medyayla birlikte gelişen Z kuşağı...
İnternet, mobil cihazlar ve sosyal medyanın yaygın kullanımı kuşakların arasındaki yıl geçişlerinin azalmasını ve yeni nesillerin daha çabuk ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bilim ve teknoloji bu hızda gelişmeye devam ettikçe yakın gelecekte adını koymakta zorlanacağımız yeni nesiller ortaya çıkacaktır. Şu an Z kuşağı olarak anılan ve dijital dünyanın sınırsızlığını sonuna kadar kullanan nesil, milenyum kuşağıyla birlikte kendilerinden önceki nesilleri kültürel bir yıkıma zorlamış, kendi dönemlerinin baskın özelliklerini yaygınlaştırmışlardır. Bir yetişkin olarak, birisine bir emojili mesaj yollamak, Selfie (özçekim) çekmek, stalklamak gibi bir zamanlar “cahilce” olarak kabul edilen pek çok eylem, artık kültürel dayanak noktası haline gelmiştir.
Dijital yaşam, geçmişin tüm alışkanlıklarını değiştirdi. Örneğin mektuplar, pullar ve diğer yazılı iletişim biçimleri terk edildi. 10 yıl önce kullandığımız bilgisayarlar yerini tablet ve telefonlara bıraktı… Bu döngü muazzam bir çeşitliliği de birlikte getirdi. Z kuşağının üzerine kurulduğu sosyal yapı, mekanik ilişkilerle şekillenen bir dünyadan ziyade dijital bir dünyayı öngörüyor. Somut ürünlerin olmadığı dijital dünyada üretim ve tüketim de hızlanıyor; böylece kültür de daha akışkan bir hale geliyor.
Çabuk sıkılan, aşırı tepki gösterebilen ve karşısındakine üstünlük kurma çabasında olan Z kuşağı, dijitalleşme sayesinde davranışsal ve kültürel olarak daha çeşitli bir yapıdadır. Ancak bu çeşitlenme onların bir ekrana bağlı kalıp dünyevi olandan kopmaları anlamına da gelmiyor. Aksine Z kuşağı hayata daha hâkim ve etrafındaki gelişmeleri yakından takip ediyor ve onlardaki değişim ivmesi, bir şeyleri değiştirebileceklerine olan idealist inançları daha fazla. Bunun en temel nedeni belki de oynadıkları oyun ve izledikleri filmlerdeki kahraman imajı, ancak bu söyleşide kahramanlığı değil empatiyi ele aldığımızdan o tarafa girmeyeceğim…
Z kuşağının davranışlarında iki temel motif var aslında. Bunlardan birisi şeffaflık. Yani bir şeyin nedeni tek bir şeye bağlanamaz ve her durumda diğerleri tarafından görülebilir olmalıdır. Şeffaflık, yaptığımız işlerde ve ilişkilerde dürüst ve tutarlı olmak ve her tür iş ile ilişkide hesapverebilir olmayı beraberinde getirmektedir. Z kuşağı bireysek ve sosyal şeffaflığı sosyal medya uygulamalarını aktif kullanarak sağlar. Twitch, Youtube, Twitter ve Facebook gibi uygulamalar üzerinden hem kendi duygu ve düşüncelerini paylaşıp hem de diğerlerinin yaşamlarına müdahil olmak, bu kuşağın şeffaflığı sağlamaya yönelik temel çabasıdır. Z kuşağının davranışlarına yön veren ikinci davranış motifi ise bireysellik. Bireysellik aslında dünyevileşmeden ziyade kendini koruma güdüsünün ileri bir formu. Burada birey, kendini güvence altına almak adına diğerleriyle arasına keskin sınırlar örmekte, bu sınırı aşan veya aşmaya çalışanları sosyal medyada ifşa ve linç edebilmektedir. Bu açıdan Z kuşağının empati gibi üst düzey duygulara daha az sahip olabileceği algısı toplum genelinde oluşuyor. Oysa durum bundan biraz farklı…
Dijitalleşmenin getirdiği yalnızlık, kısıtlı sosyalleşme ve özellikle Covid karantinaları hemen herkesi etkilese de adeta mobil cihazlara bağlı yaşayan Z kuşağını psikolojik yıkıma uğratmıştır. Empati gibi üst düzey duygu durumsal davranışların yakın temasa dayalı ilişkilerle kurulabildiği gerçeğinden hareketle, bu kuşağın empati yoksunu olduğuna yönelik belirlemeler sıklıkla yapılmaktadır. Ancak özellikle sosyal medyada gündem olan etik ikilemler, taciz ve diğer olumsuzluklara karşı yoğun tepki ortaya koyan bir neslin, empatinin farklı bir formunu gösterdiği söylenebilir.
Sosyal medya üzerinden gösterilen yeni empati biçimini Zimbardo “dijital empati”, Kahneman “Sessiz empati “, Harari “klavye empatisi” olarak tanımlar. Buna göre empati duyduğumuz kişi veya gruplarla aynı ortamda, yan yana olmaya gerek yoktur; karşımızdakinin internet mesajlarını anlamak, fotoğraf ve videolarıyla özdeşleşmek ve ses kayıtlarıyla duygulanmak gibi durumlar bizde empatik etkileşimler yaratabilir. Önemli olan karşımızdakini anladığımıza dair dijital tepki vermek olmalıdır. Yani empati duyduğumuzu karşımızdakine göstermek için sosyal medya mesajları atmak, videolar ve ses kayıtları paylaşmak veya çeşitli baskı grupları oluşturarak onun duygu yükünü hafifletmeye çalışırız. Son dönem kadın cinayetleri sonrası kurbanın ailesine gönderilen destek mesajları veya sorunu görünür kılmak için bu haberleri paylaşmak dijital empatinin göstergeleridir. Ancak bu empati biçimi karanlık kişilik özelliklerine sahip kişilerce kötüye kullanılıp bir linç, sosyal baskı veya otorite aracı haline gelme potansiyelindedir.
Z kuşağının bencil olduğuna yönelik algılayışın temelinde yer alan kendini koruma güdüsü, bu kuşağın klasik anlamda empati duymasını zorlaştırır. Yukarıdaki açıklamalardan hareketle diğerlerine empati duyabilen bir bireyin egoist olması söz konusu olamaz. Schopenhauer, egoist kişinin kendi hazzını öncelediğini, ancak empat kişinin diğerine yönelerek onların duygularını anlama çabasında olduğunu savunur. Egoizme karşı özgecilik, bu kuşağın empati kurmasını sağlamak için kullanılabilir ancak dijital dünyanın yalnız bireylerine ulaşmak sanıldığından daha zor bir iştir. Çünkü dijitalleşme insana mükemmel şekilde kimliğini gizleme ve istediği yaşantıyı dijital platformlarda sergileme imkânı verir. Kişi bu geniş olanakları terk edip diğerleriyle yakın temas edeceği gerçek dünyaya dönmek istemez. Bir süre sonra bu sanallık onun tek gerçeği haline gelir ve kendine oluşturduğu kısır döngüde yaşamını sürdürür. Aslında özgürlük gibi görülen bu durum Marx’ın yabancılaşma kavramının ta kendisidir. Dijital dünyada birey hem kendisine hem diğerlerine hem de doğal yaşam döngüsüne yabancılaşır. Elbette kendine dahi yabancılaşmış bireyin diğerlerine empati duyması söz konusu olamaz.
Twenge’nin “Ben Nesli” olarak karakterize ettiği az emekle çok başarılı olma, çok para kazanma, popüler olma gibi gerçekdışı istençlere yatkın olan aşırı bireyselleşmiş Z kuşağının diğerleriyle birlikte çalışabilme, ekip halinde hareket edebilme ve sorunlara ortak çözümler üretme noktasında da isteksiz olduğu ifade edilebilir. Bu açıdan Z kuşağının ileride bu isteklerini yerine getirmekte zorlandığında hezeyanlar yaşayacağı, depresif bir ruh haline bürüneceği ve toplumsal alanda yeni sorunlara neden olacağı söylenebilir. Çünkü beklentilerin karşılanmaması her durumda önemli bir stres kaynağıdır; Bauman’a göre beklentisi ihlal edilen kişi, bu isteğine ulaşabilmek için ahlaki değerlerinden bile ödün verecektir. Akışkan etik olarak tanımlanan bu durum, Z kuşağının aşırılaştırılmış başarı güdüsünün aslında yıkıcı etkisine vurgu yapar.
Z kuşağının empati kazanabilmesi elbette mümkün. Zaten bir kuşağın tamamı empati duygusundan yoksun demiyorum. Sadece bu desende çok kişi olabileceğini vurguluyorum. Peki empati nasıl kazanılır? Empati, aile içinde ve okul kültürü bağlamında geliştirilebilir. Elbette burada işin büyüğü aileye ve öğretmenlere düşüyor. Diğerlerini en az kendimiz kadar önemsediğimiz ve onlara karşı daha duyarlı, hoşgörülü ve anlayışlı olmamız gerektiğine yönelik vurgu, özellikle 3 yaşından itibaren aile içinde ve okul çağındaki tüm çocuklara verilmelidir. “Önemli olan benim duygularım”, “ben varım, öteki her şey benim dışımda” gibi bireyselliği destekleyici söylemler yerine biz kavramını destekleyen bir dil benimsemek öğretmenlerin ve ailelerin işini kolaylaştıracaktır. Ayrıca bu kuşak, yetişkinlerle hemen her konuda ters düşme ve tartışmaya girmeye eğilimli olabilmektedir. Böyle bir durumda, ailelerin ve özellikle öğretmenlerin daha sabırlı olmaları ve Z kuşağının hatalarına karşı tolerans göstermeleri gerektiği söylenebilir.
Z kuşağı, özellikle kendilerinden önce gelen nesiller tarafından anlaşılmayı ve saygı görmeyi bekleyen bir kuşaktır. Bu nedenle bu kuşakla daha iyi ilişki kurabilmek için onlarla ortak bir dil ve anlayış geliştirilmesi elzemdir. Bunun yolu ise gençleri daha çok dinleyip onlara sorumluluk vermek ve özellikle önemli kararları onlara danışarak ve hatta bu kararları onların vermesini sağlamaktan geçer.
Özetle, Empati özellikle varoluşçu ve hümanistik psikoloji yaklaşımın danışan merkezli terapilerinde elzem olan bir kavramdır. Yalnız hümanistik paradigma değil hemen tüm psikoloji ekollerinde empatinin önemi tespit edilmiştir. Temelde empati, kişinin kendini karşısındakinin yerine koyarak onun gibi hissetmesi ve duyumsaması olarak ifade edebiliriz. Empati sayesinde kişi, karşısındaki kişiye daha da yakınlaşır. Dolayısıyla empatinin sosyal ilişkilerde olan yeri ve önemi ortaya çıkar. Empati, kişilerin yalnız hissetmemesi ve güvene dayalı ilişki kurulmasında oldukça büyük pay sahibidir. Empatiyi öğrenmek zaman alsa da özenli ve planlı bir eğitimle kişilerin empati kurması sağlanabilir. Kişinin empati yeteneğini arttırmak için gündelik yaşam içerisine edebiyat, sanat, spor ve felsefe gibi nitelikli bir yaşantı öğelerini eklemesi önemlidir. Empatik anlayış; diğerlerini dikkatli, devamlı ve aktif dinlemekle birlikte onlara karşı dostane ilgi duyma ve yaşadıklarını anlama gibi üst düzey duyuşsal yeteneklerin de geliştirilmesiyle sağlanabilir.
04 Ekim 2024 14:08
09 Ekim 2024 01:01
01 Ekim 2024 22:48
06 Ekim 2024 21:34
01 Ekim 2024 17:29
06 Ekim 2024 20:54
05 Ekim 2024 13:12
01 Ekim 2024 19:24
09 Ekim 2024 10:39
05 Ekim 2024 19:52