Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

ANTİK ÇAGDA FELSEFE ÜZERİNE SÖYLEŞİ

CAHİT BULUT

Kategori: Felsefe-Mantık - Tarih: 12 Temmuz 2020 19:23 - Okunma sayısı: 3.138

ANTİK ÇAGDA FELSEFE ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Cahit Bulut- Herakleitos’u Sokrates öncesi diğer filozoflardan ayıran özelikler nelerdir?
Doğan Barış Kılınç- Aynı çağa ait olan filozoflar genellikle ortak bir problem üzerine yoğunlaştıklarından aralarındaki ayrım çizgilerinden ziyade ortak noktalar dikkatimizi daha çok çeker. Felsefenin ilk evresi açısından bunu ele alacak olursak; ilk filozoflar varlığın ilkesini, başlangıcını, nedenini, özünü sorgulamışlar, kısacası gerçeğin ne olduğunu sormuşlar ve buna herhangi bir otoriteye dayanmadan kendi özgür düşünceleriyle yanıt bulmaya çalışmışlardır; ilk evre açısından kabaca belirtmek gerekirse, bu ilkenin dört elementten biri olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu noktada, her bir filozof farklı bir öğeyi ilke olarak benimsediği için aralarındaki ayrım çok açık ve dolayısıyla çok önemsiz göründüğünden çağın bu filozofların önüne koyduğu sorun ve bu çerçevedeki felsefe yapma tarzı daha önemli gibi gelir.
Gelgelelim bu bakış açısı filozofların özgünlüğünü göz ardı etme eğilimi taşımaktadır. Antik Yunan açısından bu noktayı belirtmek daha önemlidir, çünkü bu durumda Herakleitos Thales’le ve Anaksimenes’le (ve kimi çekincelerle Ksenophanes’le) aynı düzlemde alınmış olacaktır. Oysa ilkenin doğal bir formdaki şu ya da bu öğe olarak öne sürülmesi keyfî bir tercih olmayıp varlığa dair değişik kavrayışları ifade eder. Özellikle de Herakleitos’un arkhe’sini, ateşi, öğelerden yalnızca biri gibi görmek büyük ölçüde yanıltıcı olacaktır. Ateş her şeyi yakıp kavuran öğe olarak gerçekte hiçbir şeyin daimî olmadığına işaret eder; hakikat Herakleitos’a göre hiçbir şeyin olduğu gibi kalamaması, kendisini yok edip kendi başkasına, karşıtına dönüşmesidir. Yani ateş, Hegel’in belirttiği üzere, her şeyin gerisinde yatan bir dayanak olmaktan ziyade her şeyin bir süreç, hareket, oluş içerisinde olması anlamına gelir, varlığa hiçliğin de dâhil olduğunu, her şeyin hem var hem yok olduğunu göstermektedir ki, bunun önemli bir sonucu da varlığın ilkesinin zaman olarak kavranmış olmasıdır.
Cahit Bulut- Doğa filozoflarının mitsel dünya görüşüne karşı tavırları nasıl gelişmiştir?
DBK- Felsefe tarihinin başlangıcını âdet olduğu üzere mitos’tan logos’a geçiş olarak görmek mümkündür, ama bunun önemli bir dönüşüme ışık tutan bir düşünce formunun yeni yeni filizlenmesi olduğunu akılda tutmak ve kimi çekinceleri belirtmek kaydıyla. Birincisi felsefe ortaya çıkmadan önce de logos bir şekilde insanın ürettiği aletlerde, araçlarda, kurumlarda varlığını sürdürüyordu. İkincisi felsefe ortaya çıktıktan sonra da mitos varlığını sürdürmeye devam etmiştir, hatta kimi zaman felsefenin bizzat kendi içerisinde bile. Yani nasıl ki bilim bugün yaratıcı düşünceye, imgelem yetisine ihtiyaç duyuyorsa, felsefe de özellikle ilk ortaya çıktığı dönemde mitlerle sıkı sıkıya ilişkilidir, üzerinde çalışacağı materyali, olumsuzlayıp başka bir şeye dönüştüreceği gereci mitlerden devşirir.
Biraz açmak gerekirse, felsefe tarihçilerinin genellikle ilk filozof olarak felsefeyi ondan başlattıkları Thales, varlığın ilkesi olarak öne sürdüğü öğenin içeriği bakımından mitlerle büyük ölçüde örtüşmektedir: “Başlangıçta su vardı.” Bu düşüncenin kaynağı Babil, Yunan, vb. mitolojilerinde çok açık bir şekilde bulunabilir. İlk filozofumuz bu anlamda pek de orijinal bir şey söylemiş gibi görünmez. Onu ayırt edici kılan, ilk filozof saymamıza olanak tanıyan olgu, özgür bir birey olarak herhangi bir geleneğe, otoriteye dayanmadan kendi özgür düşüncesi yoluyla, çokluğu birlik olarak kavraması, bir’in, yani suyun, sadece başlangıç olmakla kalmadığını, onun dışında başka hiçbir şeyin bağımsız bir varoluşa, kalıcı bir hakikate sahip olmadığını öne sürmesidir. Kısacası ilk filozoflar mitlerin kaynağı belli olmayan, çelişkiler içeren, bir düzenden yoksun olan ve bilgisizlikten beslenen doğası karşısında, henüz içerikte, sorun alanlarında pek farklılaşmasa da, yeni bir düşünce formuna geçişi temsil etmişlerdir.
Yine belirtmek gerekir ki, filozoflar artık mitlerin ötesine geçip felsefe yapmaya başlamış olsalar da, mitlerle olan ilişki bir çırpıda son bulmuş değildir. Bunun önemli bir örneği, aklı diğer yetiler karşısında en üst mertebeye yerleştirse de kendi eserlerinde mitolojik öğelere yer vermeye devam eden ve bilinçli bir şekilde mitlerden yararlanan Platon’dur.
Cahit Bulut- Sokrates’in kendini neden bir at sineğine benzettiğini ve onun sonunu nasıl etkilediğini açımlar mısınız?
DBK- Sokrates büyük bir diyalektikçiydi, karşıtlık, olumsuzlama olmaksızın hiçbir öğrenme, hiçbir gelişme olmayacağını biliyordu. Yaşamını da bu doğrultuda sorgulamaya adamıştı; hiçbir şeyin sunulduğu şekliyle dolaysızca kabul edilmemesi gerektiğini, her şeyin kendisini özgür düşünce karşısında aklamak zorunda olduğunu savunuyordu. Yine Hegel’in belirttiği gibi, Sokrates’in felsefesini onun yönteminde, hatta bizzat kendi yaşamında buluyoruz. Bundan dolayı onun felsefesine karşı savaş aynı zamanda onun yöntemine ve dolayısıyla da bizzat yaşamına karşı bir savaştı; felsefesini alt etmek demek onun yaşamını ortadan kaldırmak demekti ki neticede yapılan da bu olmuştur.
Şimdi biraz Sokrates’in yaptığı işin ayrıntılarına değinecek olursak; şu büyük paradoks karşısında şaşırmadan edemeyiz: Köleleri, kadınları ve yabancıları yurttaş saymamakla birlikte yine de kendi seçkinci yapısı içinde en özgür, en katılımcı, en eşitlikçi siyasal rejime sahip olan ve felsefenin de serpilip gelişebilmesinde büyük rol oynamış olan Atina demokrasisi gelmiş geçmiş en büyük filozoflardan birini, düşüncesiyle tarihte önemli bir dönüm noktasını temsil etmiş insanı katletmiştir. Bu muazzam çelişkinin gerisinde Atina’nın o dönemdeki mevcut yapısı, Sokrates’in Sofistlerle mücadelesi, demokrasiye sıcak bakmaması ve uzlaşmaz tavrı, vb. yatmaktadır. Konuyla ilgili bütün noktalara değinmemiz mümkün değil, ama daha sonra Platon’u öğretmeni Sokrates’i aşmaya götüren nedenlerden biri de olan bir problemden söz edebiliriz. Bu sayede Sokrates’in tam olarak ne yapmaya çalıştığını belki daha iyi anlayabiliriz.
Sokrates toplumun bir miskinlik, tembellik, uyuşukluk içinde bulunduğunu düşünüyordu; ona göre insanlar içine doğdukları koşulların, geleneklerin, ahlakın, siyasetin, dönemin hâkim paradigmalarının sürüklediği edilgin bir figür olmak yerine her şeyi değerlendirip yargılayacak ilkeyi bizzat kendi düşüncesinde bulan ve bu doğrultuda etkin bir çaba içerisinde olan gerçek özneler olmalıydı. Aslında bu noktaya dek Sokrates’in Sofistlerle benzer bir zeminde durduğu söylenebilir. Ama Sokrates bu noktada kalmıyordu; kişilerin salt kendi bulundukları konumdan, duruş noktasından hareketle davranmalarını, her şeyi kendi öznel perspektiflerinden ele alıp kendi çıkarlarıyla uyuşan noktaları hakikat diye öne sürmelerine de tamamen karşıydı. Savunduğu düşünceyi şöyle özetlemek mümkündür: Nesnelliğe öznellik yoluyla, evrensele tikel yoluyla ulaşılabilir. Bunu sağlamanın yolu da insanların sorgulamadan dolaysızca ya gelenekten, otoriteden, sıradan ahlaktan edindiği ya da kendi kişisel gereksinim ve çıkarlarına göre geliştirdiği tasarımları sarsmak, bunların geçerli olmadığını göstermekti. Sokrates en çok da bu çürütme işinin ustasıydı ve çürütmenin sonunda karşısındaki kişide bir şaşkınlık, hayret, merak uyandırmayı umuyordu. Hakikat için ilk şart hakikate dolaysızca sahip olunduğu yanılgısından kurtulmaktı, kişi bunu bizzat kendi emeği olarak, bir süreç olarak yaşamalıydı, hakikati kendisi ‘doğurmalıydı.’ Sokrates’in bu süreçteki görevi, karşısındaki kişinin öznelliğine, özgür bir birey oluşuna halel getirmeksizin salt yardımcı rolü olabilirdi; eğer herhangi bir bilgiyi, hakikati, karşısındakine doğrudan sunacak olsaydı, bu yine Sokrates’in bizzat temsilcisi olduğu öznellik ilkesinin yadsınması olurdu. Bu yüzden o tamamen tutarlı bir şekilde, hiçbir şeyi bilmediğini bildiği yönündeki paradoksu kendisine rehber edinmişti. Amaçladığı şey diyaloğa girdiği insanların kuşku sürecinden geçerek hakikate kendi düşünceleri yoluyla ulaşmalarıydı. Felsefe tarihine, bilim tarihine bakıldığında bunun ne denli önemli olduğu açık bir şekilde görülebilir.
Gelgelelim Sokrates’in başına gelenlerle de alakalı olarak, Sokrates’in yaptığı iş iki önemli soruna yol açıyormuş gibi görünmektedir. Birincisi, insanlar tasarımlarının yanlış olduğu onlara gösterildiğinde, kısacası çürütüldüklerinde, uzun yıllar boyu edindikleri eski alışkanlıklarından, önyargılarından, fikirlerinden hemencecik vazgeçmezler; genellikle bunu kendi kişiliklerine yapılmış bir saldırı olarak görme eğilimine girerler ve çürütene karşı bir nefret geliştirmeleri olasıdır. ‘At sineği’ Sokrates bu anlamda insanları rahatsız ettiğinin farkındaydı ki zaten bunu kendisine görev edinmişti, ama bu rahatsızlığın ne boyutlara ulaşabileceğini tahmin etmemiş olabilir. İkincisi, Sokrates, yine kendi yönteminin gereği olarak, insanlara hakikatin ne olduğunu bir türlü söylemediği için ve ortaya atılan her argüman eşit ölçüde çürütülebilir gibi göründüğü için, hakikate hiçbir zaman varılamayacağı, hakikate ulaşma çabasının beyhude olduğu yönünde bir ümitsizliğin, genel olarak kuşkuculuğun doğması söz konusu olabilir. Bu durumda insanlar ya gerçek diye bir şeyin olmadığı sonucuna varacaklar ya da ayaklarının altındaki zeminin çekildiğinin farkına vararak can havliyle eski inançlarına tekrar sıkı sıkıya sarılma yoluna gireceklerdir. Belirttiğim gibi Sokrates’in idamının geri planında başka unsurlar da rol oynamıştır, ama onun bu müthiş yönteminin de ölümünde payı olduğu açık. Platon tam da yöntemin bu sorunlarının farkında olarak öğretmeninin anısına sadık kalarak onu aşmaya ve kendi felsefesini geliştirmeye çalışacaktır.
Cahit Bulut- Platon, duyular veya algılar âlemi ile akıl kavramına nasıl yaklaşmaktadır?
DBK- Bu soru Platon’un tüm felsefesini ele almamızı gerektirecek bir soru ve bir söyleşinin sınırları içinde bunu hakkıyla tartışabilmemizin imkânı yok. Ama yine de kimi önemli noktalara değinelim. Öncelikle, felsefe tarihinin, hatta insanın tarihinin başından beri örtük biçimde geliştirilmiş olan görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrımın Platon tarafından açık ve güçlü bir şekilde öne sürüldüğünü belirtmemiz gerekiyor. Tüm ilerlemenin, tüm bilimin büyük ölçüde bu ayrıma dayandığını söylemek abartı olmayacaktır. Marx haklı olarak görünüş ile özün örtüşmesi halinde bilimin gereksiz olacağını söyler.
Platon duyularımızla algıladığımız alanın, sürekli değişmekte, karşıtına dönüşmekte olan ve büyük bir epistemolojik göreliliğe kapı aralayan Herakleitos’un evreninin, bizde ancak sanıların oluşmasına yol açtığını, gerçeğin izinin bu duyusal çokluk alanında aranamayacağını, kendi duyusal perspektifimizin darlığını aşmaksızın hakikatin ele geçirilemeyeceğini düşünüyordu. Bu duyusal çokluk alanı hem varlığı hem de hiçliği içerdiğinden bağımsız, kalıcı bir tözsellik değil, ancak bir görünüş olabilirdi. Neyin görünüşü? Salt sanıları değil de gerçek bilgiyi olanaklı kılan İdeaların görünüşü. İşte bundan dolayı Platon’a göre hakikat duyusal alanın ötesinde evrensel belirlenimlerde, saf kavramlarda saptanmalıdır ve bunu sağlayacak tek yetimiz de akıldır. Platon bunun nedenini yine çoğu zaman yaptığı gibi mitlere başvurarak, başka eserlerinin yanı sıra Phaidon diyaloğunda uzun uzun anlatır.
Cahit Bulut- Sevgili Hocam son olarak Platon ve Aristoteles’in dünyaya etkilerini kısaca açıklar mısınız?
DBK- Hegel Felsefe Tarihi’nin ikinci cildinde şunu söylüyor: “Felsefe biliminin bilim olarak gelişimi ve dahası Sokratesçi bakış açısının bilimsel bakış açısına ilerlemesi Platon’la başlamakta ve Aristoteles tarafından tamamlanmaktadır. Tüm diğerleri arasından onlar insan soyunun öğretmeni olarak anılmayı hak ederler.” Bu iki ismin önemi sadece felsefe tarihinin iki önemli filozofu olmalarından gelmez, onlar aynı zamanda, Hegel’in belirttiği, gibi insanlığın öğretmenleridir. Ne anlamda? Platon daha önce de ifade ettiğimiz gibi görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrımı öne sürüp derinleştirerek bilimsel bakış açısının temellerini oluşturmuş, bugün ahlak, siyaset, sanat, vb. alanlarında tartıştığımız ne varsa neredeyse tümünün başlangıç tohumlarını atmış, genel olarak felsefenin temel sorun alanlarını ve kavramlarını büyük ölçüde belirlemiş, hatta Yahudilik sonrası tek-tanrılı dinlerin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Aristoteles de öğretmeni olan Platon’dan aşağı kalmayacak şekilde, onun eksik bıraktığını düşündüğü ya da onda kusurlu bulduğu noktalardan yola çıkarak kendi felsefesini oluşturmuş, insanlığa mantık disiplinini hediye etmiş, biyoloji, fizik, astronomi, psikoloji gibi bilimlere öncülük etmiş ve yine sonraki dinler üzerinde büyük etkisi olmuştur. Elbette Platon ve Aristoteles’ten sonra da Giordano Bruno, Spinoza, Kant, Fichte, Hegel, Marx gibi önemli isimler gelmiş, düşüncenin gelişiminde önemli rol oynamışlardır, ancak başarmış oldukları iş, yaratmış oldukları etki bakımından Platon ve Aristoteles’in hemen yanında üçüncü bir ismi saymak kanımca zor olacaktır.

Yorumlar (1)
M. Reşit ATAŞ - 13 Aralık 2020 22:36
Doğan Barış Kılınç hocamızın diline ve yüreğine sağlık.
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Felsefe-Mantık Yazıları