Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Örgütü Çalıştıran Yapı, Yapıyı Çalıştıran Da İnsandır.

Prof. Dr. Abdurrahman TANRIÖĞEN

Kategori: Eğitim Bilimleri - Tarih: 18 Mart 2020 17:52 - Okunma sayısı: 1.142

Örgütü Çalıştıran Yapı, Yapıyı Çalıştıran Da İnsandır.

Örgüt ve yönetim konularında sıkça düşülen hatalardan birisi, örgütleri sadece bir yapı olarak görme eğilimidir. Yöneticiler ne yazık ki, bir örgütünün yapısının çok sağlam bir biçimde oluşturulmasının ortaya çıkabilecek tüm sorunların önlemi olarak görmektedirler. Bu bakış açısı, klasik bir bakış açısıdır ve tek başına yeterli olmadığı meşhur Hawthorne deneyleri ile kanıtlanmıştır. Klasik yöneticilerin görmezden geldiği, daha doğrusu göremedikleri nokta, “yapı ne kadar güçlü olursa olsun, onu işletecek bireylerdir”. Bireylerin örgütün verimi üzerindeki katkılarının göz ardı edilmemesi çağdaş yönetimlerin önemle üzerinde durdukları hususlardan birisidir.

Örgütleri oluşturan bireylerin kişilikleri, değerleri, tutumları, oluşturdukları özellikle informal grupların normları, örgütsel davranışın belirleyici değişkenleri arasındadır. Yöneticilerin sadece yapı üzerinde durarak, insan kaynağına olan ilgiyi göz ardı etmesinin örgütün etkililiği ve verimliliği üzerinde olumsuz etkileri bulunabilir.

Yönetim alanındaki önemli çalışmalarıyla adından sıkça söz ettiren kişilerden birisi olan Chris Argyris insan kişiliği ile örgütlerin yönetimi arasındaki analizlerini yaparken temel bir çelişkiye işaret eder. Argyris özellikle klasik düşünce ile yönetilen örgütlerde yönetimlerin örgüt çalışanlarına yetişkinler gibi değil, çocuklar gibi davrandığını hissetmektedir.

Bu görüşü destekleyen önemli bir film olan Chaplin’in 1936’da çekilen “Modern Zamanlar”da söz konusu çelişki hoş bir biçimde ifade edilmektedir.  Filmde Chaplin montaj hattında çalışan  bir işçi karakterini canlandırmaktadır. Montaj hattında çalışan işçilerin hızla önlerinden geçen bir ürün üzerindeki cıvataları sıkmaları gerekmektedir. İşçilerden çok fazla bir beceri beklentisi yoktur. İşçilerin montaj hattının hızını yavaşlatma gibi bir şansları da yoktur. İnsanı makinenin bir dişlisi gibi gören anlayış, işçilerin yemek için çalışmaya ara vermelerine bile tahammül edemediklerinden, onların yemeklerini çalışırken yedirmek üzere bir makine icat ederler. Fakat makine amaçlanan hedefine ulaşamaz.  Yemekler Chaplin’in kucağına düşer ve vidaları ağzına sokar. Filmin aktardığı mesaj açık ve nettir: “Endüstriyel örgütler işgörenlere kötü muamele etmektedir ve onlara çocuklar gibi davranmaktadır”.

Argyris ve çağdaşı McGregor klasik örgüt tasarımı ve yönetim üzerine inşa edilen kişi-örgüt çelişkisini görmüşlerdir. Örgüt yönetimi işgörenlere çocuklarmış gibi davrandıklarında, işgörenler giderek daha yoğun bir biçimde hayal kırıklığı ve moral düşüklüğü yaşamaktadırlar. Argyris işgörenlerin bu hayal kırıklıklarından kaçmak ve kendi morallerini normal düzeyde tutabilmek için çeşitli seçeneklerinin bulunduğunu vurgulamaktadır.

İşgörenlerin başvurabileceği yollardan ilki, “geri çekilmek” olacaktır. Bu işe aktif olarak katılmama, kronik devamsızlık ya da işten ayrılma şeklinde olabilir. İşgörenlerin örgütten bekledikleri sadece fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek düzeyde ücret değildir. Kendilerine iyi davranmayan yöneticilere karşı, tatmin edici bir ücret alsalar bile, işten ayrılmayı göze alabilecekler olabilir. Ancak, işten ayrılma cesaretini gösteremeyecek ya da başka seçenekleri bulunmayan kimseler, “işe devam etmek ama psikolojik olarak geri çekilmek; kayıtsız, pasif ve umursamaz davranmak” gibi bir yolu da tercih edebilirler. Bu durum kişi örgüt bütünleşmesinin ve aidiyet duygusunun gelişmesinin en büyük engelidir. Aynı zamanda örgüt üyelerinin moral düzeylerinin düşmesine neden olacaktır.

Çalışanlar bir başka seçenek olan “güç dengesizliğini düzeltmek için çeşitli ittifaklar” oluşturmaya yönelebilirler. Tarihsel bir perspektifte incelediğimizde, sendikal hareketlerin örgüt çalışanlarının ve memurların yönetimle daha eşit bir düzeye gelme istekleri sonucunda ortaya çıktığını görebiliriz. Çalışanların kendileriyle aynı örgütsel haklara sahip olmalarına şiddetle karşı çıkan klasik dönem yönetimleri, sendikal faaliyetlere kesinlikle karşı çıkmışlar ve sendikaya üye olanların işlerine son vermişlerdir. İnsanların Maslow’un bakış açısıyla baktığımızda. Fizyolojik ihtiyaçlarından sonra güvenlik ihtiyaçlarının yüzeye çıktığını görürüz. Örgüt çalışanları, yönetimden gelen kendilerince haksız olarak algılanan, kendilerini güçsüzleştiren taleplere karşı, çeşitli ittifaklar oluşturma yolunu seçerler. Bu, Hawthorne deneylerinde de ortaya çıkmış bir eğilimdir. Sendikal faaliyetlere benzer şekilde bireyler örgüt içerisinde de kendileriyle aynı sorunları yaşayan arkadaşlarıyla koalisyonlar oluşturup, söz konusu güç dengesizliğini giderme girişiminde bulunurlar. Bazı sistemlerde, çalışanların sendikalaşmalarına izin verilmese de, çalışanlar örgüt içerisinde oluşturdukları çeşitli ittifaklar ile sendika benzeri etkinlikleri tecrübe etmeyi gerçekleştirebilirler. Bu ittifaklar, her zaman örgütlerin yararına olmayabileceğini yöneticilerin fark etmek durumundadırlar. Özetle söylemek gerekirse, yöneticilerin çalışanlara değer vermemesi, onları bir çocuğu gibi algılaması karşısında, çalışanların tepkisiz kalması söz konusu değildir. Kendilerini mutsuz eden bu durumdan kurtulup, güç dengesini inşa etme yolunda çabalarda bulunmaları kaçınılmazdır.

Bir başka seçenek olarak, örgüt çalışanları çocuklarına yaptıkları işin tatminkar olmadığına ve yükselme olanaklarının sınırlı olduğuna inanmalarını öğretirler. 

"Oğlumun/kızımın benim yaptığım işi yapmasını istemiyorum” türünden ifadeler kullanan örgüt çalışanları, içinde bulundukları durumdan memnun olmayan kimselere aittir. Çalıştıkları örgütlerde, yönetimden kendilerini çocuk gibi görmek gibi, hoşlanmadıkları davranışlar gördüklerinde, yukarıda tartıştığımız gibi, moral ve motivasyon düşüklüğü yaşamanın yanı sıra, çocukları, yakınları ve çevresinde bulunan kimselere kendi yaptığı işi yapmamaları doğrultusunda telkinlerde bulunacaktır. Öğretmenlerin ve polislerin çocuklarına öğretmen ya da polis olmamalarını telkin etmeleri gibi. Böyle bir yaklaşımın hem bireysel hem de toplumsal olarak sakıncalı sonuçlar doğurmaya neden olacağı beklenir. Bugünlerde, çeşitli meslek gruplarında çalışan kimselerin, kendi çocuklarına böylesi telkinlerde bulunduklarını medyadan sık sık izlemekteyiz.

Argyris ve McGregor yukarıda özetlenen düşüncelerini özellikle ABD örgütlerinde 1950’li ve 1960’lı yıllarda yaptıkları gözlemlerle yapılandırmışlardır. Bu yazarların görüşlerini takiben, çeşitli araştırmacılar dünyanın her yerinde insanlar ve örgütler arasında benzer çatışmaların olduğunu ortaya koymuştur.  Sözgelimi Orgogozo (1991), tipik Fransız yönetim uygulamalarının işçilerin aşağılanma, can sıkıntısı, kızgınlık ve tükenme yaşamalarına neden olduğunu iddia etmektedir, “çünkü onların hiçbir tanınma umudu yok ve yaptıklarına değer verilmiyor” (s.101).  Bu yazar, Fransa’da üstlerle astların arasındaki ilişkileri yoğun ve mesafeli olarak tanımlamaktadır. Çünkü “patronlar kendilerini oluşturdukları kızgınlıktan korumak için mümkün olan her şeyi yapıyorlar” (s.73).

Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de kamu ve özel sektörde insan kaynakları fikrinin ihmal edildiğini gözlemekteyiz. Özellikle işsizlik oranlarının giderek arttığı toplumlarda, örgütler çalıştırdıkları işgörenleri sadece çocuk olarak değil, tıpkı X kuramının sayıltılarında vurgulandığı gibi, değersiz ögeler olarak görmeye devam etmektedirler.

Eğitim sistemimizin, toplumun beklentileri doğrultusunda nitelikli eğitim-öğretim sürecini hayata geçirebilmesi sadece sistemin yapısıyla ilişkili değildir. Unutulmamalıdır ki, bu yapı ne kadar mükemmel olursa olsun, yapıyı işleten çalışanların gereksinimlerinin karşılanmaması durumunda istenen sonuçların elde edilmesi çok zordur. Öğretmenlerin ve tüm eğitim emekçilerinin, her düzeydeki yöneticilerden arzu ettikleri hümanist yaklaşımları görme hakları bulunmaktadır. Bu haklar kendilerine verildiğinde, yani, kendilerine olgun, üretici yetişkinler olarak davranıldığında, öğretmen-okul aidiyetinin daha kolay sağlanacağını, öğretmenlerin moral düzeylerinin daha kolay yükseleceğini görmek zor değildir. Okullarına kendilerini ait hisseden, moral düzeyleri yüksek öğretmenlerin öğrencilere, okula ve çevreye verecekleri katkıların üst düzeyde olacağı tartışma götürmez bir gerçektir.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Eğitim Bilimleri Yazıları