Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Türkiye’de Lisansüstü Eğitimin Sorunları: Akademik İnsan Kaynağının Durumu ve Geleceği Üzerine Bir Değerlendirme

Türkiye’de Lisansüstü Eğitimin Sorunları: Akademik İnsan Kaynağının Durumu ve Geleceği Üzerine Bir Değerlendirme

Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 20 Aralık 2019 01:57 - Okunma sayısı: 3.665

Türkiye’de Lisansüstü Eğitimin Sorunları: Akademik İnsan Kaynağının Durumu ve Geleceği Üzerine Bir Değerlendirme

 

 

 

Türkiye’de Lisansüstü Eğitimin Sorunları: Akademik İnsan Kaynağının Durumu ve Geleceği Üzerine Bir Değerlendirme

                                                                                                                                                         

   Prof. Dr. Ahmet AYPAY

                                                                                                                                                                          

 

Araştırma, üniversitenin en temel varlık nedenidir. Bir üniversite ne kadar çok araştırmayla uğraşıyorsa, o kadar iyidir ve araştırmanın temelleri o kadar sağlamdır.  Araştırma işlevi, öğretim işlevini ve topluma - akademiye hizmet işlevlerini de destekler. Karşılık olarak bu işlevler de, özellikle öğretim, yetenekli araştırmacıların seçilmesini, yetiştirilmesini, korunmasını, desteklenmesini ve nihai olarak da ulusal ve uluslararası alanda bilime katkı sunmasına katkıda bulunurlar. Araştırmalarda lisansüstü eğitim gören öğrenciler (çoğunlukla araştırma görevlisi) yoğun olarak görev alırlar. Bir bakıma araştırmalar, lisansüstü eğitim gören öğrencilerin emekleri/çalışmaları üzerinde yükselir.

Türkiye’de lisansüstü eğitimin durumu konusunda birçok sayısal bilgi verilebilir. Bunlardan en önemlisi, sayısal olarak yetersizliktir. Bizimle benzer nüfusa sahip Almanya’da 400 bin araştırmacı bulunurken, Türkiye’de 160 bin dolayındadır. ABD’de bu sayı 1,5 milyonun üzerindedir. Nüfusa oranla sayısal olarak da gerideyiz. Niteliğe hiç değinmiyorum. Diğer bir sorun, belli alanlarda lisansüstü eğitimde fazlalıklar yaşanırken, belli ihtiyaç olan alanlarda sayısal olarak yetersizlikler bulunmaktadır. Bunlara ek olarak, yabancı bir dili iyi bir biçimde bilme, bilim insanları için önemli bir kriterdir. Çünkü etkileşim yabancı dil ile yapılmaktadır. Literatürü izleme, anlama, tartışma, yorumlama, üretme, yazma bir dili iyi bir biçimde kullanma ile olur. Yeni yetişen nesil, yabancı dile daha hâkimdir. Bu nedenle bu kriterleri düşürmek yerine yükseltmek gereklidir. Ancak, ülke olarak biz son yıllarda bu konudaki standartları daha da yükseltmemiz gerekirken, düşürdük.

Lisansüstü eğitimin önemini şu örnek çerçevesinde Türkiye’deki durumla karşılaştırarak açıklayabiliriz: Amerikan Ulusal Lisansüstü Eğitim Okulları dekanları ve Lisansüstü Eğitim Okulları Konseyi 1989 yılında Kaliforniya Los Angeles Üniversitesi’nden Nobel alan Donald Cram’la birlikte, “lisansüstü eğitimin en iyi biçimi konusunda ikna edici bir raporu Kaliforniya Üniversitesi yönetim kurulu/mütevelli heyetine sundular. Sunuda hemen büyük bir araştırma grubunun,  doktora sonrası araştırmacıların, ileri düzey öğrencilerin ve yeni başlayan lisansüstü öğrencilerin kaynaşmasını ifadenin hemen başında görebiliriz:

“Benim araştırma grubum yaklaşık 40 yıldır her zaman artı eksi üç kişi olmak üzere 17 kişiden oluşmaktadır. Bu grup ortalama 3 doktora sonrası araştırmacıdan ve kalanları da doktora tezlerini hazırlamakta olan lisansüstü öğrencilerden oluşur. Doktora sonrası araştırmacılar 1,5 yıl çalışırlar ve onlar hali hazırda bağımsız araştırmacılardır ama benim uzmanlık alanımda çalışmaktadırlar. Lisansüstü öğrenciler, ortalama 4 yıl tezlerinin araştırmasını yaparlar. Bu dört yılın ilk iki yılında; lisansüstü eğitim derslerini alırlar, görevlerinin bir parçası olan ders verirler ve tezlerini birlikte yürütürler.  Son iki yılda ise, haftada 70 saat kendi araştırma problemleri üzerine çalışırlar.”

Bu örnek lisansüstü eğitimin nasıl olduğunu gösteren çok çarpıcı bir örnektir. Türkiye’den ilk Nobel ödülünü alan Aziz Sancar’ın çalışmaları da bu konuda iyi bir örnektir. Aziz Sancar’ın laboratuvarı incelendiğinde benzer bir durum görülür (sancarlab.unc.edu). Aziz Sancar’ın laboratuvarında da farklı düzeylerde, tam 17 kişi çalışmaktadır. Bunlardan biri doçent, 3 kişi lisans öğrencisi, 5 doktora sonrası araştırmacı, bir misafir öğretim üyesi, 2 lisansüstü eğitim öğrencisi bulunmaktadır.  Lisansüstü eğitim bütüncül bir yapı içinde; yoğun, hızlı bir tempoda, büyük bir projenin parçası olarak, diğer bilim insanlarıyla etkileşim içinde, çalışmaların finansmanı sağlanarak, bilgi üreterek/uygulayarak, yaparak ve yaşayarak, katkıda bulunarak ve çok çalışmayı gerektiren bir süreçtir. Ülkemizde üniversitelerde maalesef bu tür araştırma merkezlerine sık rastlanmamaktadır. Biz de de hocaların laboratuvarları bulunmaktadır. Ancak, hem işbirliği zayıftır hem de yoğunlaşma eksiktir. Fiziksel ve maddi eksiklikleri burada belirtmiyorum.

Lisansüstü eğitim belli bir süre ders almayı, yeterlik sınavlarını, tez önerisi hazırlamayı, tez savunmayı, ders vermeyi/derse destek olmayı, danışmayı, formal ve informal hoca-öğrenci ve öğrenci-öğrenci ilişkilerini içeren bir süreçtir. Lisansüstü öğrenciler bu süreçte bilim insanı olmanın vizyonunu, tutumlarını, değerlerini, kendi alanlarına ilişkin uzmanlık bilgi ve becerilerini kazanırlar. Geleceğin bilim insanlarını mesleğe çekme ve yetiştirme, bir yandan onları mesleğin gereklerine en iyi şekilde hazırlarken diğer yandan da onları korumak gerekmektedir.

Türkiye’de hem yetiştirme hem de koruma konusunda oldukça zayıf bir noktadayız. Maddi olanakları saymıyorum. En iyi öğrencileri çekebilmek için maddi olanakların da olması gerekir. Maddi olanaklar motivasyon sağlamaz ama memnuniyet oluştururlar. Bilim insanı yetiştirmek üzere kurulan fen liseleri, daha çok tıp fakültelerine gitmek isteyen öğrencilerin gittiği bir okul durumundadır.  Tıp ve mühendislik uygulamalı bilimlerdir. Bilim üretmezler, üretilen bilgiyi uygulamaya geçirirler.

Bir meslek olarak akademisyenlik, büyük ölçüde özerklik içerir. Akademik özgürlük, bu özerkliğin bir sonucudur. Akademik personelin hangi konuları çalışacağı, hangi konuları derste işleyeceği, hangi araştırma, öğretim ve topluma hizmet faaliyetlerine katılacağı büyük oranda kendi tercihine bırakılmıştır. Bu aslında mesleğin saygınlığının ve ilkelerinin korunmasını içselleştirmeyi içerir. Bu içselleştirmeye sosyalleşme diyoruz. Sosyalleşme yakın geleceğin bilim insanlarının kendi kendilerini düzenlemelerini öğrenmelerini gerektirir. Bu sosyalleşme düzeyi, onların kazandıkları değerleri daha da geliştirerek veya geliştirmeyerek geleceğe taşımaları anlamına gelir. Ayrıca, bilgi üretmeyi, korumayı ve aktarmayı ahlaki bir biçimde yapmayı gerektirir. Lisansüstü düzeyde de, geleceğin bilim insanları bu değerleri içselleştirmeleri ve meslek hayatları boyunca korumaları beklenir.

Lisansüstü eğitim en iyi öğrencilerin seçilmesini gerektirir. Türkiye’de maalesef böyle olmamaktadır. Yeni üniversiteler ya uzun süre açılmamakta ya da birden bire hızlı bir biçimde açılmaktadır. Her iki durum da da, en iyi öğrencilerin lisansüstü eğitim için ve dolayısıyla geleceğin öğretim üyeleri olarak seçilmeleri önünde engeller oluşturmaktadır. Uzun süre üniversite açmama, o esnada mezun olan iyi öğrencilerin başka mesleklere yönelmesine yol açarken, çok hızlı bir biçimde yeni üniversitelerin açılması da, araştırma görevliliğine başvuran adayların en üst dilimlerden seçilmesini engellemektedir.  Kısaca, bazen araştırma görevliliğine talep fazla olduğunda, yeterince kadro ilan edilmemekte,  bazı dönemlerde ise arz fazla olurken yani fazla sayıda kadro ilan edilirken, yeterince talep olmamaktadır. Bu durumda ise, gerekli niteliğe sahip olmayan adaylar ilan edilen kadrolara yerleşebilmektedirler.  Bu konu yapısal bir sorun olarak görülebilir.

Diğer yandan, Türkiye’de liyakat ile ilgili sorunlar yukarıda bahsedilen yapısal sorunu bir kültür haline dönüştürmektedir. Basına yansıyan adrese teslim ilanlardan, kendi yakınını kendisinin yönetici olduğu üniversitelerdeki kadrolara alınmasını sağlayan yöneticiler bulunmaktadır. Bu durum üniversiteyi bir bürokratik kurum haline dönüştürmektedir. Üniversite üretemez bir hale gelmekte ve sıradanlaşmaktadır. Hâlbuki üniversiteler bir ülkenin insanlık için bir iddiasının/idealinin olduğunu gösteren kurumlardır.

Lisansüstü eğitim, özellikle doktora eğitimi, üst düzey mesleki uzmanlık için daha ileri yetiştirme programıdır.  Doktora eğitiminin temeli iyi bir lisans eğitimi ve onun üzerinde temellendirilmiş bir yüksek lisans eğitimidir. Bu eğitimin üzerine doktora öğrencisi, ders alır, yeterlik sınavlarını geçer, tez yazar ve savunur ve felsefe doktoru (PhD) unvanını alır. Üniversitede en önemli unvan doktor unvanıdır. Diğerleri kadroya bağlı atama ve yükselmelerdir.

Türkiye’de lisans eğitimi gibi lisansüstü eğitim de ciddi sorunlar içermektedir.  Öncelikle eğer, öğrencinin bulunduğu programdaki öğretim üyeleri yeterince araştırma odaklı değillerse, bu hem derslere hem de lisansüstü öğrencinin yetişmesi açısından sorunlar ortaya çıkarır. Kendisi iyi yetişme olanaklarına sahip olmamış bir öğretim üyesinin yetiştireceği lisansüstü öğrenci de, normal olarak sorun yaşayacaktır. Bu durum öğretim üyesinin çabasından ve iyi niyetinden bağımsız bir durumdur.

Özellikle doktora eğitimi çok daha sistematik bir eğitim gerektirir. Daha önce bahsettiğimiz gibi, bu bir sosyalleşme ve değerleri içselleştirme sürecidir. Çok özenle ve birebir çalışılması gereken, uygulamalı bir süreçtir. Yani hem bilim üretilmesini, üretilen bilimin devam ettirilmesini, hem de aktarılmasını sağlarken, diğer yandan hem alanı hem de mesleği daha ileriye taşıyacak çıraklar yetiştirme sürecidir. Ancak, her alanda olduğu gibi çırak ustayı geçmezse,  zanaat ölür. Çırak ustayı geçmezse, bilim üretilemez, var olan devam ettirilemez ve aktarılamaz.

Lisansüstü öğrenim süreci klasik bir okullaşma süreci değildir. Süreç hem eğitim açısından zorlu, hem de duygusal açıdan meydan okuyan, hem hocanın hem de öğrencinin sınırlarını zorlayan bir süreç olmak zorundadır. Bu lisansüstü eğitim öğrencisinin sınırlarını test etme sürecidir. Sınırlar test edilmezse, o sınırlar daha ileriye taşınamaz ve kolay kolay geçilemez. Bu nedenle bu süreç çok ciddi bir okuma, uygulama, araştırma ve yazma süreci olmak durumundadır. Ancak, Türkiye’de büyük oranda böyle işlememektedir. Lisansüstü öğrenim gören öğrencilerin meslek ve alanlarına adanmaları gerekir. Bunu ilk önce hocalarından görmek durumundadırlar. Yani, yaparak-yaşayarak öğrenmek zorundadırlar. Üniversitelerin de bunu desteklemeleri gerekmektedir. Aksi, halde eğitim var olan gerçeklikten kopacaktır ve ülke ihtiyaçlarından ve gerçeklerden bağımsız,  okunmayan; bir gelişmeye yol açmayan bildiriler, tezler ve makaleler üretilmeye devam edecektir.

Lisansüstü eğitim daha fazla uzmanlık ve disiplinler arası yaklaşımlar gerektirir. Bu hem dikey hem de yanal bağlantıları kurabilmek için gereklidir. Ancak, Türkiye’de 7+1 ders ile ders süreci tamamlanmaktadır. Lisansüstü öğrenciler ne kuramsal ne de yöntemsel yeterliklere sahip olmaktadırlar. ABD’de bu süre en az 2 yıl ders alma ve yeterlik sınavlarını geçme olarak gerçekleşmektedir.  Yeterlik sınavları bilgiye veya en iyi olasılıkla bilginin uygulanmasına dayalıdır. Lisansüstü eğitimde kurulması gereken bilimsel-insani denge süreci kurulamamıştır.  Bu yapı kurulamayınca, insani durumlar veya itaat eksenli uygulamalar ağır basmaktadır. Bu durum ise, bilim üretebilecek bir kavramsal altyapıya sahip olmayı engellemektedir. Çünkü hoca araştırma için lisansüstü öğrenim gören öğrenciye, öğrencide bir an önce eğitimini tamamlayarak kadrosunu almaya odaklanmaktadır.

Lisansüstü eğitimin kitleselleşmesi, zaten yeterince iyi kurulamamış altyapının daha da kötü duruma gelmesine yol açmaktadır. Öğrenci hızlı bir biçimde girmiş olduğu programdan en kısa sürede mezun olmayı amaçlamaktadır. Bu durum, teorik-yöntemsel ve raporlama konularındaki eksikliklerle programdan mezun olmak demektir. Lisansüstü eğitim sırasında giderilmeyen eksikliklerin daha sonra telafi edilmesi çok zordur. Bunun nedeni, öğretim üyesi bir daha hiçbir zaman bu kadar yoğunlaşma olanağı bulamayacaktır. Dersler, bildiriler, makale ve kitap çalışmaları ve diğer yandan kurumsal ve kurum dışı görevlerle birlikte artan aile sorumlulukları bu yoğunlaşmaya engel olacaktır.

Kuramsal-yöntemsel ve raporlama konusunda eksiklikler, lisansüstü eğitimin işletmelerdeki gibi dışarıya ihale edilmesine yol açabilmektedir. Bu durum birçok eksikliklere ek olarak, etik ve ahlaki sorunları ortaya çıkarmaktadır. Lisansüstü eğitim öğrencileri çok spesifik konularda dışardan destek alabilirler. Bunun raporlanması gerekir. Ancak, basına ve sosyal medyaya yansıyan tartışmalardan, tüm sürecin ihale edilmesi gibi bir durumun oldukça yaygın olduğu izlenimi elde edilmektedir. Bu durum zaten düşük olan akademinin saygınlığını daha da düşürmektedir.

Türkiye’de lisansüstü eğitim gören öğrenci sayısının artması, niteliğin ikinci plana düşmesine yol açmıştır. Bunu tetikleyen nedenlere daha yukarda ya üniversitelerin uzun süre açılmaması veya hızlı ve çok sayıda üniversitenin birden kurulması olduğuna değinilmişti. Sayısal artışla birlikte eğer daha fazla araştırma kaynağı, araştırma altyapısı ve araştırma personeli yetiştirilebilseydi, bu sorunun üstesinden gelinebilirdi. Çünkü bu üç temel konunun hepsini birlikte geliştirilmesi zordur. Çok iyi bir planlama, çok iyi destekleme ve çok iyi bir uygulama gereklidir. “Göç yolda düzülür” mantığı, planlamaya inanmama sonucunun bir yansımasıdır.

Lisansüstü eğitimde yaşanan merkezileşme-yerelleşme sorunlarına yukarıda diğer konular arasında nepotizm/kayırmacılık konusunda kısaca değinilmişti. Türkiye’de YÖK üniversitelerde yaşanan içten besleme (inbreeding) olgusunun önüne geçebilmek için, lisansüstü öğrenim gören öğrencilerin bir kısmının istihdamını merkezileştirdi. Ancak, bu yapılırken yönetimin önemli bir ilkesi gözden kaçırıldı. Ne merkezileşme ne de merkezileşmeme kendi başına ideal olgulardır. Yetkiler ihtiyaç duyulduğunda merkezileşir, ihtiyaç duyulduğunda adem-i merkeziyetçi bir hal alır. Diğer yandan, hiçbir zaman ne tam merkezileşme ne de merkezileşmeme sağlanabilir. Bunun ideal bir birleşimini toplumlar ihtiyaçlarına göre dengelerler. Ancak, biz bir merkezileşme tarafına bir merkezileşmeme tarafına savruluyoruz. Kayırmacılık iddialarının önüne geçelim derken, merkezi sınavlarla bunu çok daha farklı mecralara taşınmasına yol açabiliyoruz. Ayrıca, kendi hakkıyla bu sınavlardan yüksek puan almış lisansüstü öğrencileri de zan altında bırakabiliyoruz. Bu sorun, bilim alanlarının ve kurumların ihtiyaçları ile ülkenin ihtiyaçları dikkate alınarak bir çözüme kavuşturulabilirdi.  Yani bu konuda bilimsel denetimin meslek örgütlerince yapılması, YÖK ve üniversitelerin de bu süreci izlemesi gerekirdi.

Üniversiteler araştırma için yeterli kaynağa sahip değildir. Ya TÜBİTAK aracılığıyla devletten destek alacaklar ya da endüstrideki firmalarla işbirliği yaparak araştırma yapacaklardır. Birincisinde devletin veya hükümetin belirlediği koşullara tabi olacaklar, ikincisinde de endüstrinin amaçlarına paralel araştırmalar yapacaklardır. Almanya, ABD ve İngiltere belli bir araştırma kültür ve geleneğine sahip oldukları için, Humboldt geleneğine göre araştırmanın üniversitenin işi olduğu konusunda kararlıdırlar. Fransa ve Japonya gibi bazı ülkeler üniversite dışında bu işi yapmaktadırlar. Fransa’da devlet araştırma merkezlerinin finansmanını sağlarken, Japonya’da özel sektör bu görevi üstlenmektedir. Türkiye’de hem devlet hem de özel sektörde araştırma kaynağı oluşturma geleneği yok denecek kadar sınırlıdır. AB projelerine ilgi ve oradan kaynak sağlama da eğer ciddi bir araştırma kültürü oluşturmamışsanız çok zordur. Bu sorunlar yeni ve nitelikli araştırmacılar yetiştirilmesini sınırlandırmaktadır.

Araştırma odaklanma gerektirir. Türkiye araştırma üniversitesi kavramıyla daha yeni tanışmıştır ve bu alanda çok geç kalınmıştır.  Atılan adımlar ise çok sınırlıdır. Temel araştırma üretimi yaygınlaşarak yapılmaz. Yoğunlaşarak, belli merkezlerde yapılır ve buralarda belli alanlara odaklanma gerekir. Bu, bilim üretimi için gereklidir. Dünyada bu işi ilk 200 üniversite yapmaktadır. Diğerlerinin üretim konusundaki rolleri çok sınırlıdır ve onlar daha çok bilimin yayılmasını ve uygulanmasını sağlamaktadırlar. Türkiye’nin de ilk 200’de en az 7-10 üniversitesinin olması gerekir ki hem bilim üretimi yapabilsin hem de kendi araştırmacılarını lisansüstü eğitiminde bu üniversitelerde yetiştirsin.

Her iş için olduğu gibi bilimsel üretim için de “dökme suyla değirmen dönmez” ifadesi geçerlidir. Bilim insanlarını yurtdışında yetiştirmek (lisansüstü öğrenci göndermek) maliyetli ve ülke için getirisi o kadar yüksek değildir. Başlangıç olarak ciddi bir sayıda ve nitelikte, iyi planlanmış bir yurtdışına eğitim gönderme yapılabilir. Ancak, uzun dönemde bu sürdürülebilir bir olgu değildir. Gönderilen öğrencilerden bir kısmı gittikleri ülkelerde daha iyi imkânlar bulduklarında bulundukları ülkeye yerleşeceklerdir. Ülkeye dönenler ise, bilim üretimi ortamı olmadığından ve bulundukları kurumlarda edindikleri becerileri kullanma olanağı olmadığından ya kurum değiştirmeye veya buldukları ilk fırsatta ülkeyi terk etmeye çalışmaktadırlar. Sonuç olarak, geldikleri ülke veya kurum ne olursa olsun, bu genç bilim insanları 3 yıl içinde bulundukları kurumun ortamına uyum sağlarlar. Yurtdışındaki üniversite ve bilimsel kurumlarla etkileşim ve değişim elbette bir zorunluluktur. Ancak, kendi araştırmacılarınızı yurtdışında gönderiyorsanız, yetişmiş ve motivasyonu yüksek beyinler için bir çekim merkezi değilsiniz demektir.

Lisans ve lisansüstü öğrenimdeki öğrenci sayısı, üniversitelerin adanmalarını gösterir. Eğer lisans öğrencileriniz çok fazlaysa, odağınız lisans öğretimidir. Yani bilgi aktarma demektir, araştırma değil. Türkiye’de üniversitelerin büyük kısmı lisans eğitimine odaklanmışlardır.  Araştırma üniversitelerinde lisans-lisansüstü öğrenci dengesi, lisansüstü öğrenciler lehine olmak durumundadır. Örneğin, geçmiş yıllarda Stanford Üniversitesi’nde 7 bin dolayında lisans öğrencisi varken, 11 binin üzerinde lisansüstü öğrenci bulunmaktaydı. Benzer şekilde, Harvard Üniversitesi’nde 6700 lisans, 13,120 lisansüstü eğitim öğrencisi bulunmaktadır. Lisansüstü düzeyde bu öğrencilerin üçte biri de yabancı öğrencilerdir. Türkiye’de bu konuda en iyi oran, Gebze Üniversitesi’ndedir. Buradaki öğrencilerin % 36’sı lisansüstü eğitimdedir. Ancak, bu denge gittikçe lisans lehine bozulmaktadır. Gebze ve İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüleri olarak, yani lisansüstü eğitim veren üniversiteler olarak kurulmuştur. Ancak, daha sonra lisans öğrencisi almaya başlamışlardır. Lisans öğrenci sayıları da sürekli artmaktadır.

Danışman-öğrenci arasında oldukça merkeziyetçilikten uzak, oldukça özel, güç açısından simetrik bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişki yakın çalışmayı gerektiren ve uzun vadeli bir ilişkidir. Bu ilişkinin bilimsel üretimi destekleyici bir biçimde devam etmesi, karşılıklı saygı ve desteğe bağlıdır. Ancak, en önemlisi birlikte yapılan bilimsel üretime bağlıdır. Öğretim üyesi öğrencisinin kendisinden daha iyi olması için elinden geleni yapmalıdır çünkü ülkenin geleceği genç bilim insanlarına bağlıdır. Eğer bilimsel üretim yüksek ve daimi ise, bir sorun olmayacaktır. Sürekli yeni finansman bulacak, ekibe sürekli katılanlar ve ekipten ayrılanlar olacaktır. Ama ekip sürekli yüksek nitelikli üretime devam edecektir. Türkiye’de üretim sınırlı olduğundan, hem informal hem de formal yapılar tarafından desteklenmediğinden; finansal kaynakların yetersizliğiyle birlikte bu hoca-öğrenci ilişkisi nadiren verimli bir biçimde devam etmektedir.

Unutmayalım ki akademik hayatta başarı birçok faktöre bağlıdır. Bunlar; iyi kurgulanmış bir yapı, yoğun ve odaklanmış uzun süreli çalışmalar sonrası bilgi üretimi, sistematik ve çok çalışma, yılmama, daimi bir ekip çalışması, hatalardan ders çıkarma, özgüven, eleştiriye açık olma, kurum desteği, finansal destek, ulusal-uluslararası ağlara aktif katılım önemlidir. En az bunlar kadar önemli olan da, iş yaşamı ile aile yaşamı arasındaki dengeyi korumaktır. Maalesef yükseköğretimimizin içinde bulunduğu yapı bir bütün olarak işlevini iyi bir biçimde yerine getirememektedir. Yükseköğretim bir bütündür ve bu bütünün tüm parçaları eş zamanlı olarak hassasiyetle ele alınmak durumundadır. Örneğin, çok iyi bilim insanlarınız olsa bile, akademik özgürlük konusunda sorun yaşarsanız, bu bilim insanları kısa bir süre içinde ya ülkeyi terk etmeye çalışır ya da bilgi ve becerilerini uygulama şansı bulamadan körelirler. Bilim üretmek pahalı bir iştir. Sadece ekonomik kaynaklarla da bilim üretilemez. Ancak, insan kaynağı konusunda maliyet hesabı yapılmaz. Yükseköğretim sistemimiz bir bütün olarak ciddi değişimler geçirmeden, lisansüstü eğitimin niteliğinin kısa vadede yükselmesi ve bilim üretir bir duruma gelmesi yukarıda ifade edilen nedenlerden kolay değildir.

 

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Fikir Yazıları Yazıları