10 Ocak 2008’de başladım öğretmenliğe. Eğitim fakültesindeki yıllarım Türkiye’de henüz benimsenen eğitim sistemi “yapılandırmacı eğitim”i tanıyarak ve okuyarak geçti. Yeni sistem beni oldukça heyecanlandırmıştı. Artık bu sistemle öğrenciler eleştirel ve
Kategori: Bilimsel Makaleler - Tarih: 10 Ekim 2019 05:53 - Okunma sayısı: 2.760
BİR ÖĞRETMENİN MESLEKİ ÇIKMAZLARI
10 Ocak 2008’de başladım öğretmenliğe. Eğitim fakültesindeki yıllarım Türkiye’de henüz benimsenen eğitim sistemi “yapılandırmacı eğitim”i tanıyarak ve okuyarak geçti. Yeni sistem beni oldukça heyecanlandırmıştı. Artık bu sistemle öğrenciler eleştirel ve yaratıcı düşünme gibi pek çok düşünme becerisine sahip olacaklar; salt bilgi ezberlemekten öteye geçip bilgiyi yapılandıracak, içselleştirecek ve günlük hayatlarında kolayca kullanabileceklerdi. Artık öğretmen rehber rolündeydi, öğrenci bilgiye kendisi ulaşacak ve modern dünyada oldukça önemli olan bilgiye ulaşma yollarını keşfedeceklerdi. Öğrenme sürecinde aktif olan öğrenci artık okulu bir yük gibi görmeyecek, okul bir deneyimleme ve bilgiye ulaşma merkezi olacaktı. Halen okullarda yapılandırmacı sistem modelini uygulayamayan, ürün dosyasını bile bilmeyen, öğrenciye tek yönlü bir şekilde bilgi aktarmaya çalışan öğretmenler vardı! Öğretmenler kendilerini geliştirmiyorlardı. Mesleğe başladığımda (tabii KPSS’den yeterli puanı alıp atanabilirsem?) asla eski öğretmenler gibi olmayacak, yeni sistemi çok iyi uygulayacak ve öğrencilerimin bilgiyi yapılandırmalarını sağlayacaktım!
İlk görev yerimde yaşam koşulları oldukça zorlu idi. Öğrencilerin bilgiye ulaşma yollarını keşfetmelerini sağlamak bir yana dursun, yaşamın temel gereksinimlerine ulaşmak bile çok zordu. Bu zorlu koşullarda ben bile kendimi geliştiremez olmuştum. Belki de bu nedenle o yıllarda okuduğudum Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” isimli eseri beni çok etkilemişti. Ne mutlu ki 1950’den günümüze köylerimizde bir arpa boyu! yol alınabilmişti. Bu şartlarda yapılandırmacı eğitim modelini uygulamak mümkün değildi. Sınıflarda bilgiye ulaşma yolunun en önemli parçalarından biri olan teknolojik aletlerin hiçbiri yoktu, kütüphane yoktu, laboratuvar yoktu, sınıf kitaplığı yoktu, küre ya da harita yoktu, muslukta su yoktu (kış şartlarından dolayı su donmuştu), hiçbir şey yoktu; sadece sınırlı sayıda kalem ve devlet desteği ile gönderilen kitap vardı. Burada bilginin tek kaynağı öğretmendi, bilgiye ulaşmak için başka hiçbir yol yoktu. Taşrada yapılandırmacı sistemi uygulamak mümkün değildi. Ama emindim, imkanları daha fazla olan merkez okullarda yapılandırmacı sistem kolaylıkla uygulanabilirdi.
Taşrada üç yıl görev yaptıktan sonra Ankara’ya tayin oldum. Çok heyecanlıydım, tayin olduğum ilk gece heyecandan uyuyamamıştım. Artık taşrada değildim, burada yapılandırmacı eğitim sistemini uygulayabileceğim kim bilir ne kadar iyi fırsatlar vardı, veliler oldukça bilinçli olmalılardı.
Gerçekten de kentte durum daha farklıydı. Öğrencilertemel yaşamsal gereksinimlerini kolaylıkla karşılıyorlardı. Aileler eğitimsel gereksinimleri karşılamaya daha istekliydiler. Ancak buradaki okulumda da kütüphane yoktu (vardı da içinde kitap yoktu!), laboratuvar yoktu, sınıflar çok kalabalıktı. Velilerde ve çocuklarda yoğun bir sınav baskısı vardı. Okul, sınav kazanmak için vardı. En iyi öğretmen en çok test çözdüren ve sınavda en çok skor yaptırandı. Bunun için de sınıfta kötülerle! uğraşılmamalıydı. Çabuk kavrayamayan öğrenciler ve kaynaştırma öğrencileri yok sayılmalı, en iyilerle ilgilenip onlara iyi okullar kazandırılmalıydı!
Anladım ki öğrencinin gelecek yaşantısı, adı durmaksızın değişen sınavlara bağlı olduğu sürece ürüne yönelik değerlendirme var olacaktı, böyle bir ortamda sürece yönelik değerlendirmeleri kapsayan düşünsel becerilerin gelişiminin, proje ve performans ödevlerinin, gözlem formlarının hiçbir önemi yoktu. Eğitimde tek bir gerçeklik vardı: SINAVLAR.
Velilerim de rahatsızdı durumdan. Çocuklar çok fazla kitap okuyorlardı. Kitap okumak yerine bol bol test çözmelilerdi. Ev ödevleri çok azdı, çocuklar yeme, içme ve uyku gibi bedensel gereksinimlerinden geriye kalan tüm vakitlerinde ders çalışmalı, test çözmelilerdi. Bense çelişkiler içinde boğuluyor, sistemi sorguluyordum. Anladım ki var olan değerlendirme şekli (sınavlar) değişmediği sürece yapılandırmacı eğitim modeli hep havada asılı kalacaktı.
Sistemin içine girmem, öğretmenleri anlamamı sağladı; artık sistemin tüm yükünü hesapsızca onlara yüklemiyordum. Yapılandırmacı eğitim sisteminin var olan koşullarda Türkiye’de uygulanabilirliğini tartışmak amacıyla Ankara ilinde kent ve köylerde çalışan sınıf öğretmenleriyle bir araştırma gerçekleştirdim ve araştırmamı 12. Ulusal Sınıf Öğretmenliği Kongresinde sundum. Öğretmenlerimiz de benim gibi düşünüyorlardı: Kalabalık sınıflarda yapılandırmacılığı uygulamak sorun yaratıyordu. Okullarda yeterli laboratuvar ve kütüphane yoktu. Program birleştirilmiş sınıflarda uygulamaya uygun değildi. Etkinliklerin yapılması için öğrencilerin ek harcama yapmaları gerekiyordu. Gerekli etkinlikleri yapmak için ders saati yeterli olmuyordu (Baltacı, 2013, s.277-278).
Sınavlar, inkar edilemez bir gerçekti, yok sayamazdım. Sınavlara girecek şekilde öğrencilerimi hazırlamaya çalışırken, hayatlarını test çözmenin de dışına çıkarmaya çalıştım. Olabildiğince gezilere götürdüm, okulda imza günü düzenledim, bol bol okumalar yaptırdım, okumalarını nasıl değerlendireceklerini öğrettim onlara. Okuma saatlerinde ben de örnek olma ve heyecanımı aktarma amacıyla kitabımı okudum yanlarında.
Bir gün Stefan Zweig’ın otobiyografisini okuyordum. Temel eğitimini bizden yaklaşık yüzyıl önce almış olan Zweig’ın okul deneyimleri beni çok etkilemişti. Okul hayatını şöyle anlatıyordu Zweig: “…Üniversiteye giden bu yol oldukça uzundu ve kesinlikle tozpembe değildi. Beş yıl ilköğretimde ve sekiz yıl da lisede, tahta sıraların üstünde oturup günde beş – altı saat dirsek çürütmek gerekiyordu; boş kalan zamanlarda da okul ödevleri yapılırdı…Bizler derslerimizi öğreniyorduk ve öğrendiklerimiz sınavla kontrol ediliyordu. Sekiz yıl boyunca hiçbir öğretmen bir kez bile olsun bizim ne öğrenmek istediğimizi sormadı… Okulun bu iç karartıcı atmosferi öğretmenlerimizin de suçu değildi. Öğretmenlerimiz ne iyi ne de kötüydü, despot değillerdi ama yardımsever de sayılmazlardı, ellerindeki çizelgeye ve yetkililerin öngördüğü öğretim programına körü körüne bağlıydılar ve tıpkı bizler gibi görevlerini yerine getirmekten başka bir şey düşünmeyen zavallılardı.”(Zweig, 1985, s.50-54).
Yüzyıl öncesinde ve o dönemin şartlarında Avrupa’da var olan eğitim modelinin aynısını benimsemiştik. Sözde yapılandırmacılığı uyguluyorduk ama yaşadıklarımız, deneyimlerimiz ve hissettiklerimiz aynıydı. Geçen yüzyıl var olan eğitim anlayışında bir farklılık yaratmamıştı. Köy ve kent hiç fark etmiyordu. Sorunlar sadece boyut değiştiriyordu. Öğrencilerimizi birey olarak kabul ettiğimiz ve değerli hissettirdiğimiz, onların duygu ve düşün dünyasına hitap ettiğimiz ve bu sistem içinde öğretmelerin de kendilerini suçlu hissetmedikleri, öğrencilerle birlikte bir bütünü oluşturdukları ve bu bütün içinde özgürce bir eğitişim sürecinde oldukları bir eğitim sistemi ne hoş olurdu.
Kaynakça
Baltacı, R. (2013). Öğretmenlerin yapılandırmacılığın uygulanabilirliğine ilişkin görüşleri: Kent ve köy karşılaştırması (Ankara örneği). XII. Ulusal Sınıf Öğretmenliği Sempozyumu (s.270-278) Yer: Adnan Menderes Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Makal, M. (2009). Bizim Köy. İstanbul: Literatür
Zweig, S. (2018). Dünün Dünyası. İstanbul:Can
02 Aralık 2024 22:54
02 Aralık 2024 21:54
01 Aralık 2024 19:03
01 Aralık 2024 13:19
02 Aralık 2024 13:05
02 Aralık 2024 21:30