Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Kadın ve Emek IX

Doç. Dr. Barış Parkan

Kategori: Sosyoloji - Tarih: 11 Mart 2024 18:22 - Okunma sayısı: 590

Kadın ve Emek IX

Kadın ve Emek IX

Geçtiğimiz aylar boyunca “kadın olmak” mefhumunun neye işaret ettiğini irdelememin amacı, emeğin kadına özgü bir halinden söz edebilip edemeyeceğimiz üzerine düşünmekti. Bu tartışmalarla, kadın olmanın “ne”liği konusunda en ikna edici bakış açısının Irigaray’ınki olduğunu ortaya koymak istedim. Irigaray’a göre, ‘kadın olmak’ belirli bir psişik düzeyde yer alan, egemen kültür tarafından baskılanmış, ama psikanalizde ifade bulabilecek olan bir psikolojik yapılanma olarak kavranabilir.

Luce Irigaray’ın peşinde olduğu parler femme (konuşan kadın), dişiliğin eril olmayan bir dizgede dile gelmesi ile olanaklı olacaktır. Bu nosyonu (‘kadın olarak konuşmak’), ‘kadın gibi konuşmak’tan ayırdığımız gibi, ‘kadının özne pozisyonunu alması’ düşüncesinden de ayırmamız gerekir. Çünkü nesne pozisyonu gibi, özne pozisyonu da, içinden çıkmanın olanaklarını araştırdığımız dizgeye aittir. Bu dizgenin aksine, Irigaray dilin “safi gösterenlerden ibaret bir sistem olmadığını” savunur. “İçine doğduğumuz dil dünyası”, eril düşüncenin kurguladığı gibi, “bir gösterenin bir diğeriyle ilişkilendiği ya da bir diğerini yerinden ettiği, düzdeğişmeceli bir yer” değildir; heterojen ögelerden oluşur. (Pinggong, 2018, s.251) Nitekim, Irigaray’ın dildeki göstergeselliğin altını çizmesindeki amaç, bedensel dürtülerin nasıl dilin içinde kendilerine yer edindiklerine dikkat çekmek ve böylelikle “bedeni tekrar dilin yapısının içine sokmaktır.” (Pinggong, 2018, s.252) Belki ‘konuşmak’, özne-nesne dizgesinin dışına çıkarak da çözümlemeye tabi tutabileceğimiz bir süreçtir.

Tam bu bağlamda, parler femme ile kadın emeği arasındaki ilişki belirginlik kazanır. Kadın olarak dile gelmek de, emek harcamak da eril dizgenin özne-nesne ikiliğinin kalıplarını kıran etkinliklerdir. Belki bu nedenle, bir önceki yazımın sonunda (“Kadın ve Emek 8”) belirttiğim gibi, felsefe tarihi içinde konuşan birçok kadın, emek hakkında konuşmuştur. O halde, ‘kadın emeği’ söz konusu olduğunda, araştırma yöntemi önce “kadın ruhu”nun ne olduğunu bulmak ve ondan sonra kadınların emek harcama biçimlerini bu psişik model ışığında yorumlamak gibi iki basit adıma indirgenemez. Nitekim, bu yazı dizisinde önce çalışan kadının tarih boyunca ve günümüzde ne işler yaptığının, emeğinin ne şekiller aldığının bir eskizi çizildi. Daha sonra verili maşist söylem, bizi bu emek harcama biçimlerinin bir kadın özü ile ilişkilendirilebilip ilişkilendirilemeyeceği sorusuna götürdü. Şu anda ulaştığımız noktada ise; Irigaray’ın “parler femme” nosyonu bizi bu soruları cevaplamaya, çalışan kadınların ne yaptığına bakmanın yanı sıra, konuşan kadınların ne söylediğine de bakarak başlama düşüncesine yöneltti.

Felsefe tarihinde sesini görece gür bir şekilde duyurabilmiş olan kadın filozofların söylemlerinde, kaygılarında, emeğin, sürecin kendisini teşkil etmenin yanı sıra, hep ele aldıkları önde gelen konulardan biri olması tesadüf müdür? Ya da konuşan kadının etkinliğinin süratle özçağrılı (self-recursive) bir yapıya bürünmesi? Andrea Nye, bir önceki yazımda (“Kadın ve Emek 8”) sözünü ettiğim Philosophia: Rosa Luxemburg, Simone Weil ve Hannah Arendt’in Düşüncesi başlıklı kitabında, bu üç kadın düşünürün düşüncelerindeki ortak yanları ve benzerlikleri tespit ederken, bunu kadınların düşünme biçimleri ile ilgili özcü bir tez olarak ortaya koymaktan kaçınır. Ama bir başka feminist düşünür olan Stevens (1998) Nye’ın bu kitabını incelediği eleştiri yazısında, arka plandaki böyle bir ön kabulün Nye’ı bu kitabı yazmaya iten asıl güdüymüş gibi göründüğünü öne sürer. Stevens’a göre Nye’ın kitabı karşımıza cinsiyetli ikilikler koymaktadır: Lenin’e karşı Rosa Luxemburg, Descartes’a karşı Simone Weil; Heidegger’e karşı Hannah Arendt…

Stevens (1998) eleştiri yazısında Nye’ın bu çalışmayı 90’ların başında kaleme aldığına da dikkat çeker. Çünkü 80’ler ve 90’lar feministlerin, felsefe tarihinde görmezden gelinmiş, kendisine felsefe tarihinde yer verilmemiş olan kadın düşünürleri felsefe tarihine “geri kazandırmaya”, onlara felsefe tarihinde yer açmaya yönelik eleştirel çabaların yoğunlaştığı yıllardır. (Tyson, 2014) Tyson (2014) Mary Ellen Waithe’in 1987’de hazırladığı Kadın Filozofların Tarihi adlı kitabını, aynı zamanda bu süreci tetikleyen bir eser olarak örnek gösterir (s. 2). Tyson (2014) bu yazısında kadın düşünürlerin eserlerini “felsefe tarihine” geri kazandırma çabasının çok farklı şekiller alabileceğine dikkat çeker. Çünkü bu çaba aynı zamanda felsefe tarihine ilişkin bir sürü başka sorunun da feminist mercek altında yeniden tartışılmasını gerektirir. Örneğin felsefenin ne olduğu, henüz eril gelenek içinde bile üzerinde uzlaşı sağlanmamış bir konu iken, hangi kadın düşünürlerin çalışmalarının, hangi kıstaslara “uyum sağladığı” için “felsefe geleneğine ait” sayılacağı bu sorulardan biridir. Bu bağlamda, felsefenin kendisi eril bir etkinlikse, feministlerin, kimi kadın düşünürlerin de “aynı erkekler gibi” felsefe yapabildiğini kanıtlamaya çalışmaları mı daha doğru olur; yoksa kadınlara özgü bir düşünme şekli olabileceğini ortaya koymaları mı? Bu sorular zaten önceki yazılarımda da ( “birinci, ikinci ve üçüncü dalga feminizm” gibi çok da sorunsuz olmayan sınıflandırmalar ışığında) yürütülmüş olan tartışmalardan tanıdıktır ve daha genel olarak “kadın emeği” üzerine yaptığımız sorgulama ve araştırmaların daha spesifik olarak “kadın düşüncesi”ne uygulanması olarak kolayca anlaşılabilir.

Tyson (2014) makalesinde kadınları felsefe tarihine geri kazandırma çabalarını dört ayrı modele ayırarak inceler. Birinci model kadın düşünürlere felsefe tarihinde adeta “vatandaşlık hakkı” tanınmasına uğraşır. Bu model bazı kadın düşünürlerin de aynı erkek “filozoflar” gibi düşündüğünü ve felsefi düşünmek konusunda onlar kadar başarılı olduklarını, onlardan ayırt edilemez olduklarını, bu yüzden aynı geleneğe ait olduklarını savunur. İkinci model, kadın düşünürlerin eserlerinin ayrı, alternatif bir gelenek oluşturduğunu öne sürer. Tyson’a (2014) göre üçüncü model kadın düşünürleri felsefe geleneğine dahil etmenin (“geri kazandırmanın”) felsefi geleneğindeki yanlışları düzelteceğini, dördüncü model ise kadın düşünürleri felsefe geleneğine dahil etmenin (“geri kazandırmanın”) felsefeyi “dönüştüreceğini” savunur. Ben burada beni kendi tartışmalarımdan uzaklaştırmasından kaygı duyduğum için Tyson’ın sınıflandırmasını bire bir benimsemeyeceğim. Bu tartışmalarda ilk iki model ve bunların arasındaki faklılıklar daha önemli görünüyor. Eğer düşünce tarihinde kadın düşünürlerin eril geleneğe alternatif bir gelenek oluşturdukları ortaya konursa, zaten bu çabanın “düzeltici” ve “dönüştürücü” olacağını savunmak da bir sonraki adım olacaktır.

Tyson’ın (2014) ilk iki modeli arasındaki farkı Nye’ın ve Irigaray’ın “dili”nden şöyle anlatabiliriz: geleneksel felsefe kavram analizine dayanır. Ama burada kavram analizi belirli bir dilin analizidir. Irigaray’a göre “maşist dizge”, Nye’a göre “biz eğitimli akademisyenlerin grameri” olan bu dil, “ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin sesi” olarak sorunsallaştırıldığı ölçüde, felsefeyi bu şekilde, kavram analizi olarak anlamak da sorunlu bir şey haline gelmiştir. Birinci model bu nedenle sorunludur. Tyson’un (2014) tanımladığı ikinci modelde ise felsefe tarihindeki kadın düşünürlerin düşünce şekillerinin erkeklerinki gibi olmadığına dikkat çekilir. Peki söz konusu kadın düşünürlerin eserlerinden (ve söz ve eylemlerinden) alternatif bir gelenek çıkar mı yoksa bu düşünceleri mevcut felsefe geleneği içinde bastırılmış bir gizli alt akıntı olarak nitelendirmek daha mı doğru olur? Bu soru, kadın düşünürlerin felsefe tarihine (geri) kazandırılmasının felsefenin sadece geçmişine değil, geleceğine de nasıl bir etki yapacağını ilgilendirdiği için, felsefe tarihi ve meta-felsefe açısından ilginç ve önemli bir sorudur. Ancak bu soruya gelmeden önce söz konusu kadın düşünürlerin neler dediğine, neler yapıp ettiğine bakmamız ve bu eser ve düşüncelerin, erkek düşünürlerinkinden farklılıklarını (varsa) ortaya koymamız gerekir.

Felsefe geleneğini ırkçı, cinsiyetçi, eril, maşist, vb. şekillerde nitelemenin sonucu olarak geleneksel felsefenin kategorilerini hepten reddetmek mi gerekir? Bu yaklaşımın nasıl bir “kendi kendini baltalama”ya dönüşebildiğini görmek çok zor değildir: “Kadınlar siyaset yapamaz/yapmamalı; çünkü ‘siyaset’ erkeklerin kullandıkları taktiklere verilen addır”; “kadınlar felsefi argüman kuramaz/kurmamalı; çünkü mantık erkeklerin egemenlik kurma stratejisidir” gibi tavırlar kadınların kendilerini hayatın erkeklerin egemen olduğu birçok alanından dışlayıp, meydanı gene erkeklere bırakmasıyla sonuçlanır.

Nye’ın (1994) olduğu gibi, benim de özellikle ilgimi çeken üç kadın düşünür ise (Simone Weil, Rosa Luxembourg ve Hannah Arendt) çalışmalarında Platon, Marx ve Descartes gibi felsefe tarihinin en “haşmetli” düşünürleriyle hesaplaşmaktan çekinmezler. Onlara düşman otoriterler gibi değil, iş arkadaşları, düşünce yoldaşları gibi yaklaşırlar. (Nye, 1994, s. xviii) Yazılarında ve tartışmalarında erkeklerin cinsiyetçi addedilebilecek kategorileriyle temas etmekten kaçınmazlar. Ama bunu yaparken onların otoritesini sorgulamaktan da kaçınmazlar; aksine tam da bunu yaparlar. Nye’a göre (1994) onların ortak yanı, felsefe yaparken, bu “erkek-egemen” denebilecek kategorilerle muhatab olsalar da, bunu ancak ikincil olarak yapıyor olmaları; birincil olarak, kadın- erkek ayırmaksızın öncelikle insani olan varoluş koşullarını ele almaları… Bu şekilde “ana akım felsefede süreklilik sağlamış olan düşünce çizgilerinden farklı sorgulama yolları” açabiliyorlar.

Nye’a (1994) göre Rosa Luxemburg, Hannah Arendt ve Simone Weil’in felsefeye yaklaşımındaki ortak yan soyut daha varoluşsal kaygılarla yaşama ilişkin soruları ele alıyor olmaları. Benim kanımca da kavram analizi yapmak ya da bilginin temellerini sorgulamak elbette değerli uğraşlardır. Ama böyle bir etkinlik içinde, yaşamsal bir bağlamdan, yaşamsal kaygılardan koptuğumuzu fark edersek ve o tabana geri dönme kaygısı gütmezsek, soyut kavramlar aleminde kalmakla yetinirsek, Marx’ın Alman İdeolojisi’nde eleştirdiği bedensel emek/zihinsel emek ikiliğinin yanlış (sömüren) tarafında olduğumuzdan şüphe edebiliriz.

Luxemburg, Arendt ve Weil da, erkeklerin yaptığı felsefeyi, sordukları sorular yaşamsal kaygılardan kaynaklandığı (yani en samimi ve önemli oldukları noktalarda) önemsemiş ve onların düşünsel macerasına katılmıştır. Ancak bu erkek düşünürlerin (örneğin Descartes, Marx, veya Lenin’in) düşünce şekilleri, onlar farkına varmadan da olsa, ezilen kesimleri dışlayan bir rotaya girdiğinde bunu tespit etmekte ve itiraz etmekte gecikmemişlerdir.

1970’lerde feminist düşünürlerin yaptığı en önemli yeniliklerden biri, kişisel ve cinsel yaşamla ilgili konuları felsefi çözümlemeye tabi tutulabilir konular olarak öne sürmeleriydi..

O kadar derine ve özele gitmeden önce, ben şahsen emek kavramını ele almaya karar verdikten sonra, bu kadınların çalışmalarının değerinin farkına varmamın tesadüf olmadığını düşünüyorum. Elbette emek konusuyla ilgilenen birçok erkek düşünür de de var; ama “emeğin ontolojisi” gibi bir konuya ana akım felsefede rastlamıyoruz. Bunu iddia ederken Hegel’i ve Marx’ı ana akımın kenarında ya da sonunda görüyorum. Bunların dışında önemli bir istisnanın Aristoteles’in çalışmalarında bulunduğunu söyleyebiliriz. Ama bu yazı dizisinin en başında (“Kadın ve Emek 1”) belirttiğim gibi, benim ele almak istediğim emek kavramı, öncelikle (ya da bir tek) Marx’ın sözünü ettiği serbest piyasada satılan emek gücü ya da Aristoteles’in sözünü ettiği “maddeye biçim veren” etkinlikler değildi. Ben öncelikle emeği bir değer, değeri bir süreç (emek) olarak ele almak istiyordum ve sadece ekonomik değer değil, etik bir değer, bir erdem olarak ele almak istiyordum. Emeği böyle anladığımda eril düşünce yetersiz kalıyordu; “bakım verme”, özen, önemseme gibi kavramlar ve kadın filozoflar ön plana çıkıyordu.

Emek konusunu bahsettiğim şekilde ele almaya karar verdiğimde, feminist bir kaygım yoktu. Bu yazımın başındaki sorumuza dönersek emeği ve değeri, benim düşündüğüm şekilde kavramsallaştıran düşünürlerin çoğunlukla kadın olması tesadüf müdür, kadına özgü bir felsefe yapma şekli olduğuna mı işaret eder? Çok açıkçası bu soruyu cevaplamanın hatta sorunun altını çizmenin çok önemli olmaması gerektiğini düşünüyorum.

Kadın düşünürler bir uzmanlık alanı olarak direk feminizm üzerine çalışmalar yapmadan da, kendi deneyimlerine sadık bir şekilde felsefe yaparak feminizmin davasına, kadınların özgürleşmesine ve dile gelmesine büyük bir katkı sağlamış olurlar. Kadın ve emek konusuna ilişkin sorgulama ve araştırmalarımız maşist düzenin kalıpları dahilinde başlasa da, kadın dile geldikçe bu dizge çözülmeye başlayacaktır. Nitekim Hannah Arendt, Rosa Luxemburg ve Simone Weil tam da bunu yapmıştır: doğrudan feminist felsefe yapmadıkları halde, çalışmalarının feminizme, kadınların güçlenmesine ve ifade bulmasına önemli katkıları olmuştur.

İleriki yazılarımda bu üç kadının, bu yazıda çizdiğim genel çerçeveye ilişkin benzerliklerinin yanı sıra, daha başka bir çok anahtar temada da ortaklaştıklarını göreceğiz. Bu temalara birkaç örnek olarak “özgürlük”, “kendiliğindenlik”, “dinleme”, “emek ve sancı” konuları verilebilir.

Kaynakça:

Nye, Andrea (1994) Philosophia:The Thought of Rosa Luxemburg, Simone Weil and Hannah Arendt. [Philosophia: Rosa Luxemburg, Simone Weil ve Hannah Arendt’in Düşüncesi] Routledge.

Pinggong , Zhang (2018). “Reclaiming Luce Irigaray: Language and Space of the Other” [Luce

Irigaray’ı Geri Kazanmak: Dil ve Ötekinin Mekanı”] Linguistics and Literature Studies 6(5): 250-258. (kendi çevirim). http://www.hrpub.org

DOI: 10.13189/lls.2018.06050

Stevens, J (1998) “Review: The Uses and Disadvantages of Feminist (Political) Theory”. [“Eleştiri Yazısı: Feminist (Siyasi) Kuramın Faydaları ve Zararları] (İncelenen Eserler: Andrea Nye, Philosophia:The Thought of Rosa Luxemburg, Simone Weil and Hannah Arendt [Philosophia: Rosa Luxemburg, Simone Weil ve Hannah Arendt’in Düşüncesi] ; Karen Green, The Woman of Reason: Feminism, Humanism and Political Thought [Akıl Kadını: Feminizm, Hümanizm ve Siyasi Düşünce]; Jodi Dean, Solidarity of Strangers: Feminism after Identity Politics [Yabancıların Dayanışması: Kimlik Politikasından Sonra Feminizm].) Political Theory, Cilt 26, No. 5, ss. 725-747.

Tyson, S. (2014) “From The Exclusion of Women to The Transformation of Philosophy: Reclamation and Its Possibilities” [“Kadınların Dışlanmasından Felsefenin Dönüşümüne: Geri Kazanma ve Olasılıkları”]. Metaphilosophy, Cilt:45, No.1, ss. 1-19.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Sosyoloji Yazıları