Doç. Dr. Ali Baltacı
Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 11 Aralık 2023 08:37 - Okunma sayısı: 931
İnsanın Kendini Arama Serüveni…
Bir süredir okuduğum Robert M. Pirsig’in 1974 yılında kaleme aldığı “Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı” kitabı, otobiyografi ve felsefi deneme türlerinin sınırlarını genişleten, bütün bir akılcılık geleneğini sorgulayan benzersiz bir kült kitap olarak kabul edilir. Kitap, bir adamın, oğlu ve iki arkadaşıyla birlikte yaptığı uzun bir motosiklet yolculuğuna dair gözlem ve düşüncelerinden oluşsa da alt metinde oldukça derin anlamlar gizlenmiş. Yolcular, metalik-plastik yalnızlıkların hüküm sürdüğü, özdeki çirkinliklerin yapay bir stil cilasıyla kapatılmaya çalışıldığı, Amerikan kentlerinden geçiyorlar. Burada modern yaşamın insanı yabancılaştıran doğasının izlerini tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Ancak kitabın bizleri içsel yolculuğa soktuğu bölümler yolcuların, sapa dağ yollarından, uçsuz bucaksız düzlüklerden geçtiği, bir dağa tırmanıp ve nihayetinde okyanusa vardıkları felsefi ve psikolojik ikilemlerle dolu anlatılar. Yazarın yolculuk boyunca bizleri sürüklediği “iç yolculuk” aslında hepimizin en mahrem dehlizlerimizde gizlediği ve bilinmediğini, görülmediğini düşündüğümüz yaşantılarımızı da gözler önüne seriyor. Bu gezinti boyunca yazar, kendi deli geçmişine, aklın ötesine yolculuk yapmaktadır. Akılcılık dediği hayaletin peşinde antik Yunandan modern bilim felsefesine kadar bütün Batı düşüncesini kat ederek onun temel açmazlarını belirliyor. Etrafındaki bütün çirkinliğin, sahteliğin sebebi olduğu söylenen teknolojiyi suçlamıyor; aksine insanın kayıtsızlığına odaklanıyor. Yazara göre sorun, teknoloji üreten insanlarla ürettikleri nesneler arasındaki ilişkide yatıyor. Bunun da temelinde gerçekliği, özne ve nesne diye uzlaşmaz karşı kutuplar oluşturarak kavramaya çalışan “Akıl” anlayışındaki genetik bir bozukluk bulunuyor. Bu anlayış nitelik sorunuyla hesaplaşma gereği de duymuyor. Bir sanatçının yapıtını oluşturduğu, bir tamircinin bir motosikleti özenle tamir ettiği saf nitelik anlarında özne ve nesne özdeşleşiyor. Bir yanda insan, bir yanda dünyevi nesnelerin oluşturduğu endişeli ruh hali kitap boyunca sürerken aklımıza kendi içsel yolculuğumuz geliyor. Ve ister istemez o motosiklet yolculuğuna çıkan ben olsaydım acaba yazarın duygu ve düşünceleri bende de hasıl olur muydu? Yoksa kendime özgü daha derin arayışlara girer miydim?
İnsanın kendini arama yolculuğu yaşam boyu süren bir macera aslında. Tarih boyunca her insan bu tür anlam sorgulamaları yaşamış, yaşıyor ve yaşayacak… Anlamı bulma yolculuğumuzda ilk adım neden bu dünyada bu halimizle var olduğumuz düşünceleriyle başlıyor. Önce fiziksel evrendeki varlığımızı sorguluyoruz: gözlerimizin rengi, boyumuz, kilomuz gibi. Ardından daha içsel sorgular başlıyor: duygularımız, istek ve ihtiyaçlarımız gibi. Bir süredir ülke gündeminde olan kara para aklama ve dolandırıcılık skandallarının anımsattığı bir olgu var: haz istenci. Hepimiz aslında hazlarımıza ulaşmak için yaşıyoruz. Hazzın altında yatan niyet ise mutlu olmak ve bizi mutlu edecek kaynakların peşinde olmak. Bu amaca bizi götürecek her yolu deniyoruz. Birilerinin bizi sevmesi, bize ilgi göstermesi, bakımımızı üstlenmesi gibi temel ilkel güdüler üzerinden bir anlam arayışı yaratmaya çalışıyoruz. Oysa insanın anlamı yakalaması fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarından çok öte bir var oluş alanına vurgu yapıyor: güç istenci…
Nietzsche’ye göre güç istenci, evrenin her türlü devinimindeki en temel istençtir. Gördüğümüz her şey bir şekilde bir güç alanına bağlıdır. Mikro ve makro kozmosu kaplayan bu kavram, tüm değişim ve dönüşümlere de kaynaklık etmektedir. Her detayda bu istencin izlerini yakalamak mümkündür. Nietzsche’ye göre, insan dahil tüm canlılar yaptığı tüm eylemleri kendini korumak için değil, daha fazlası olmak için yapar ve güç istemi yaşamın devamlılığı için şarttır. Bu noktada güç istenci, yaşamın anlamını veya hakikati arayan insan için bir son noktadır denilebilir. Anlam arayışımızı yönlendiren tüm duygu ve düşünceler, anlamı yakaladığını söyleyenlerin yaşadığı tüm değişim ve dönüşümler, bu istencin farklı kisvelere bürünmüş halidir. Nietzsche, hayattaki eylemleri yönlendiren hissin kaynağını da güç istencine bağlar. Nietzsche’ye göre her şey, güç istencinin nihai şekillendirişleridir.
İnsanın anlam arayışını konu edinip modern dünyaya yön veren felsefi akımlar arasında idealizm, realizm, pragmatizm, varoluşçuluk ve natüralizm sayılabilir. Bunların her biri anlamı kendi dinamikleriyle yakalamaya çalışır. Bu noktada anlama ulaşmak için farklı stratejileri ve yolları da içeren ekoller söz konusudur. Modern felsefenin ekolleri arasında analitik felsefe, fenomenoloji, varoluşçuluk, post-modernizm, feminist felsefe, çevre felsefesi, siyaset felsefesi, etik felsefe, epistemoloji, ontoloji, tarih felsefesi, dil felsefesi, bilim felsefesi, estetik felsefe, psikoloji felsefesi, mantık felsefesi, din felsefesi, doğa felsefesi ve daha birçok felsefi akım yer almaktadır. Hepimiz yaşantımızın farklı dönemlerinde bu ekollerden birisine veya birkaçına uygun düşünür ve yaşarız. Dolayısıyla anlam arayışı tek bir eylemden ziyade oldukça girift ve bütüncüldür ve yazının başında özetini verdiğim kitapta bu girift yapı detaylarıyla gözler önüne serilir. Ancak anlam arayışında bizim Batı düşünce yapısına eleştirimiz akılcılık bağlamından öte daha derin bir sorgulamayı gerektirir. Elbette Batı düşünsel geleneğinin insanın anlam arayışına yönelik tatminkâr cevapları olsa da doğu düşünce ve yaşam tarzının sunduğu nimetleri de göz ardı edemeyiz.
Doğu düşünsel geleneğinin insana yüklediği derin anlam, onun doğaya rağmen değil doğanın bir unsuru olduğu ve ancak doğal yaşarsa kendini bulabileceğine yönelik motivasyona dayalıdır. Örneğin Zen Budizmi, doğrudan deneyim yoluyla aydınlanmayı arar ve bu nedenle, insanın zihnini ve bedenini birleştirmeyi, kendini ve dünyayı anlamayı ve insanın doğasını keşfetmeyi amaçlar. Yazının başında andığım kitaptaki arayış, büyük ölçüde deneyimlerimizin bizi değiştirdiği ve dünyada var olan güç dengesini ancak onu deneyimleyerek anlayabileceğimiz yönünde biçimlenmektedir. Bir şeyin temelindeki güç ilişkilerinden ziyade, o şeyin kendisi ve diğer şeylerle denge içinde kurduğu etkileşimlere odaklanarak insanın kendi iç huzuruna kavuşabileceği düşüncesine dayalı Budist anlayışın izleri, günümüzde pek çok din ve manevi yapıyı etkilemiştir. Burada Batı’nın akıl çağı boyunca geliştirdiği doğaya rağmen var olma ve kendini bireysel olarak var etme pratiklerinin yıkılarak gerçek hakikatin doğanın düzeninde gizli olduğu düşüncesine odaklanabiliriz. Doğanın bir parçası olduğumuz ve bizim var oluşumuzu belirleyen doğal dengenin aslında etrafımızı çevreleyen ve her şeye yön veren güçten ziyade gücün orantılı ve adilane bölüşümü olduğunu da idrak ettiğimiz zaman kendi anlam arayışımızda önemli bir yol kat edebiliriz.
Bu son derece bilindik denge halini ve güç istenci bilmemize rağmen neden bunları yaşama geçiremeyiz? Neden yaşantımızı hep bir arayış içinde sürdürmeye meyilliyiz? Neden günü birlik yaşantılara meylederiz?
Bu sorunun cevabı aslında içimizdeki yangınlarla ilintili. Ne kadar derinden yaralanmışsak o kadar derinden gelen bir cerahat kaplar içimizi. Diğerleriyle ne denli yoğun ilişki kurmuşsak bizi o denli yoğun şekilde üzmüşler ve yaralamışlardır. Bu yaraları kapamak için yolculuk üzerine yolculuk yaparız. Yeni yemekler yer, dinlenmek için yorucu ve uzun yolculukları da içeren tatillere çıkarız. Yaralarımızı iyileştirmek için akıl almaz riskler alır, mantıksız ve hatalı kararlar veririz. Bunları güç istencine, denge arayışına vs. bağlamayız. İçimizdeki bu arayışın temel sebebi değer noksanlığıdır. Diğerlerinin bizi yaralama sebebi, bize vermedikleri veya eksik verdikleri değerdir. Onlar bizi değersizleştirdikçe bu değersizlik hissi daha içe hapsolur. İçe çökme ne denli derin ise duygusal yaralarımızda o denli derindedir. Mutluluğu yakaladığımızı düşündüğümüz herhangi bir ilişkide aldatılmak, güven sarsılması yaşamak veya hayal kırıklığına uğramanın güç veya dengeyle ilişkisi yoktur. Bu tamamen diğerinin bize atfettiği değerle ilintilidir. Dolayısıyla anlam arayışımız aslında diğerlerinin bize yüklediği değeri arttırmaktan ibarettir.
Kimisi bu değeri şöhrette arar: göz önünden kaybolunca değersizleşeceğini düşünüp depresyona giren sanatçılarda bu durumu alenen görebiliriz. Bu nedenle sanatçıların çoğu sırf gündemde kalmak, göz önünde bulunmak için saçma sapan kavgalara veya akıl almaz işlere girişir. Bu elbette dolaylı olarak güce de bağlanabilir ancak buradaki güç, diğerinin ona vereceği değerin bir sonucudur. Daha fazla dinlenmek, daha fazla izlenmek, daha fazla istenmek… Bu “daha fazla” fetişizmi bizi doğal olan şeylerden koparır. Burada kastedilen doğallık taşrada bir köyde tüm teknolojik imkanlardan uzak şekilde yaşamak değil elbette. Doğal olmak, kendi varlığımızı en iyi şekilde temsil ettiğimiz şeyleri yapmaktır. Bizi biz yapan şeyler ne ise onları daha da öne çıkarıp yaşantımızı bu uğurda dengeye ulaştırmak belki de en kolay olandır. Buna karşın ulaşılmaz hedefler koymak bizi daha da yorar ve anlamdan uzaklaştırır. Örneğin, izlenemeyecek kadar çok film veya okunamayacak çok kitapla doldurduğumuz hard disklerimiz veya USB belleklerimizi bir tarafa atmaya eğilimliyiz. Çünkü içimizdeki güç istenci hep daha fazlasını isterken, bu daha fazlanın bir ömür boyu sürecek bir macera olduğunu da fısıldıyor kulaklarımıza…
Bizi değersizleştiren şeylerden uzaklaştığımızda ne olur? Anlamı bu şekilde yakalayabilir miyiz?
Hayır, bizi değersizleştiren şeylerden uzaklaşarak anlamı yakalayamayız. Sadece anlam arayışımıza yeni bir durak eklemek için yola çıkmış oluruz. Anlam aslında duraklar arasında kat ettiğimiz yolculuğun kendisinde gizli. Bize değer veren şeyleri etrafımızda topladıkça anlam alanına yaklaşırız. Değersizlik ise yakında, hazırda, el altında olana karşı hissettiğimiz “zaten elde edilmişlik” hissinden ibarettir. Günümüze yön veren haz ve hıza dayalı yaşantının içine hapsoldukça anlamı cep telefonlarının ekranlarına yansıttığımız sosyal medya fenomenlerinde veya beğeni ve takipçi sayısında bulmaya çalışırız. Bundan otuz yıl önce cep telefonları yaşantımıza girdiğinde bir grup teknoloji karşıtı “özgürlüklerini kısıtladığı” gerekçesiyle bu araçları kullanmayı reddetmişti. Günümüzde teknolojiden ayrı kalmak oldukça zor. Her geçen gün çıkan gelişen yapay zekâ uygulamaları ve ileri teknoloji ürünleri de anlam arayışımıza yeni bir alan ekliyor. Artık dostlarımızla değil yapay zekâ sohbet uygulamalarıyla konuşuyor, teselliyi sanal ruhsal uygulamalarda arıyoruz. Böylesi bir dünyada anlam arama yolculuğumuz da giderek daha karmaşık bir hal alıyor. Sonuçta bir şeylerin esiri olmuş veya bir yerlere hapsolmuş şekilde yaşantılarımıza yön vermeye çalışıyoruz. Belki aradığımızı hakikat yanı başımızda ama sanal dünyanın içine o denli dalmışız ki neyi aradığımızı dahi unutuyoruz. Bu dünyevileşme içinde arayışında olduğumuz anlama ulaşmak oldukça zor bir uğraş.
Yazı boyunca referans gösterdiğim “Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı” kitabının içinde yer alan bir alıntıyla yazımı bitireyim: “Doğrusu, garip bir şeydi; gerçek, kapınızı çalıyor ve siz, “Git buradan, ben gerçeği arıyorum” diyorsunuz ve o da gidiyor. Gerçekten garip.”
04 Ekim 2024 14:08
09 Ekim 2024 01:01
01 Ekim 2024 22:48
06 Ekim 2024 21:34
06 Ekim 2024 20:54
01 Ekim 2024 17:29
05 Ekim 2024 13:12
01 Ekim 2024 19:24
09 Ekim 2024 10:39
05 Ekim 2024 19:52