Dr. Nurcan Korkmaz Hasan Güneş
Kategori: Sosyoloji - Tarih: 26 Ekim 2023 16:43 - Okunma sayısı: 693
Nurcan Korkmaz ile Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği I
Önce toplumsal cinsiyet ve buna bağlı olarak da toplumsal cinsiyet rolleri konusuna biraz değinmek gerekiyor sanırım bu rollerin eşitsizliğe etkisini değerlendirebilmek için. “Toplumsal cinsiyet” kavramı, kadının ve erkeğin doğuştan değil sonradan oluşturulan sosyal yapılarca belirlenen rollerini ve sorumluluklarını ifade eder. Yani toplumsal cinsiyet sosyo-kültürel olarak belirlenen “cinsiyet rollerine” karşılık gelir. Bu bağlamda toplumsal cinsiyet rolleri, toplumun cinsiyeti algılayış şekline göre oluşturulur ve bireylere cinsiyetlerine göre belirli özellikler atfeder. Cinsiyete ilişkin tutum ve davranışlar, rollerin oluşumlarını belirler. Bu durumda, cinsiyet rolleri belirli bir cinsiyetten olan kişilerin nasıl giyineceği, hem kamusal hem de özel alanda nasıl davranacakları, hangi meslek gruplarının hangi cinsiyet için uygun olacağı, aile içi iş bölümünün nasıl olması gerektiği gibi özel ve toplumsal hayat içinde her türlü davranış ve role değinen beklentileri içerir. Örneğin kadın çocuk doğurmalı, aile bireylerinin ev içi bakımlarını üstlenmeli, aile içinde çocuk ve yaşlıların bakımıyla ilgilenmeli, şefkatli ve sevecen olup eşini desteklemelidir. Erkekse, çalışıp para kazanmalı, evin geçinimini sağlamalı, güçlü olmalıdır. Hatta duygularda bu durumdan payına düşeni alır. Kadınlar duygusal, zayıf, bağımlı, pasif, kararsız, şefkatli gibi sıfatlarla tanımlanırken, erkeklere güçlü, sert, özgüvenli, bağımsız, gerçekçi gibi sıfatlar atfedilir.
Anlaşılacağı üzere toplum içinde özellikle de ataerkil toplumlarda geleneksel ve kültürel olarak geliştirilmiş ve içselleştirilmiş olan toplumsal cinsiyet rolleri eşitsiz ve cinsiyetçi bir toplumun inşasında önemli rol oynamaktadır. Zira bu cinsiyet rolleri, bireyin mevcut kaynaklara erişiminden tutun, davranış kalıplarını, sorumluluklarını, eğitime ulaşımını, sağlık hakkına ulaşımını ve özgürlük hakkı gibi birçok alanı belirler. Tam da bu belirleme aynı zamanda eşitsizlikleri de beraberinde getirir zira toplumsal cinsiyet rolleri sosyo-kültürel olarak belirlendiğinden ve inşa edildiğinden özellikle demokrasinin gelişmediği ataerkil, muhafazakâr toplumlarda hiyerarşinin kadınlar aleyhine işlemesine yol açar. Kadınlar bu roller yüzünden kamusal hayatta erkeklerle eşit haklara sahip olamaz, çalışma hayatında zorluklarla karşılaşır, eğitim hakkından yeterince yararlanamaz, ev içi emekleri yok sayılır. Örneğin çocuk büyütme sadece kadına yüklenen bir sorumluluk olduğundan, kadınlar çalışma hakkından ya da eğitim hakkından istedikleri gibi yararlanamaz. İşyerleri çocuğu olan kadınları çalıştırmak istemez ya da daha düşük ücretler karşılığında çalışmaya mecbur bırakır.
Tarihsel sürece baktığımızda da erkek egemen toplum yapısı içinde kadınlar birçok insan hakkından çok geç yararlanır hale gelmişlerdir. Nüfus sayımlarında 20. Yüzyıl başlarına kadar insan olarak sayılmamışlar, meta gibi alınıp satılmışlar, evlilikte ve boşanmada söz hakları olmamış, ev içine hapsedilmişler, seçme ve seçilme hakkını birçok ülkede oldukça geç elde etmişler, çalışma hayatına çok geç katılmışlardır.
Günümüzde de toplumsal cinsiyet rolleri eskisi kadar olmasa da derin toplumsal eşitsizliklere yol açmaya devam etmektedir. Özellikle laiklikten uzaklaşılması, kadınların uzun yıllar süren mücadelelerle elde ettikleri hakların ellerinden alınmasına yol açmaktadır. Bugün ülkemizde medeni kanunun kadına tanıdığı nafaka hakkının tartışmaya açılarak kaldırılmaya çalışılması, kız çocuklarının eğitim hakkından yeterince yararlanamaması, okumaz yazmaz yetişkin kadın oranının erkeklerden çok daha fazla olması ve hatta okumaz yazmazlığın bir kadın sorunu haline gelmesi, yoksulluğun en çok kadınları ve kız çocuklarını vurması, kadına yönelik şiddetin her geçen gün artması, kadınların aynı çalışma koşulları altında daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalması, kadınların hamile kaldıkları zaman işten çıkarılmaları hatta spor müsabakalarından bile elenmeleri gibi çok sayıda hak ihlali sayılabilecek durum bir taraftan da dinsel söylemlerle desteklenen toplumsal cinsiyet rollerinin hakim kılınması ve kadın erkek eşitliğinin sağlanamaması ile ilgilidir.
Laikliğin ve demokrasinin olmadığı toplumlar ve koşullar kadınlara adeta yaşama yansı kalmamaktadır. Bu nedenle de toplumsal cinsiyet rollerinin toplum içinde yaratacağı özellikle kadınlar aleyhine her türlü eşitsizliğin panzehri laikliktir zira ancak laik bir ülkede kadınlar ne giyecekleri, ne iş yapacakları, evlenip evlenmeyecekleri ya da kiminle evlenecekleri, nerede yaşayacakları gibi kendi hayatlarına dair karar verme ve uygulama hakkına sahip olabilirler. Ancak laik bir ülkede kadınlar tüm dini baskılardan uzak insanca ve eşit yaşama, başta eğitim olmak üzere her türlü sosyal haktan yararlanma, kısaca insan olma hakkına erişebilirler.
Atasözleri ve deyimler, toplumların kültür mirası niteliğinde olan söz kalıplarıdır. Her biri yüzlerce yıldan damıtılıp bugüne ulaşmıştır. Birçok atasözü ve deyim, bireysel veya toplumsal bir tecrübenin neticesinde söylenmiş ve kabul görmüştür. İnsanlar tarafından yıllarca kullanılan bu söz kalıpları, bir durumu izah etmenin en kolay ve en anlaşılır yolu olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Ancak atasözlerinin kullanılageldiği ve kendisine yer bulduğu toplumların eşitlikçi olmayan sosyal ve yapısı, kabul edilegelmiş toplumsal cinsiyet kalıp yargılarını ve rollerini yansıtacak biçimde atasözlerine yansımıştır. Bu da erkek egemen toplumda kadınlara yönelik olumsuz algıların yaygınlaşmasına ve eşitsizliklerin artmasına ya da pekiştirilmesine yol açmaktadır.
Kadına yönelik olumsuz yargılar içeren atasözlerinin bazıları kadına yönelik şiddeti meşrulaştırmakta ve adeta şiddeti teşviş etmektedir. Nitekim “Kızını dövmeyen, dizini döver”; “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme” gibi atasözleri günümüzde giderek yaygınlaşan ve yakıcı bir sorun haline gelen kadına yönelik şiddeti destekleyen bir yerde durmaktadır.
Kadın ikinci sınıf insandır! Zira kadınların erkeklere göre yetersiz olduklarını iddia eden “Saçı uzun, aklı kısa”, “Kadın kocasının çarığı, anasının sarığıdır”, “Avradın kazdığı kuyudan su çıkmaz” gibi çok sayıda atasözü kadınları değersizleştirmekte, hor görmekte, toplumsal yaşam içinde küçük düşürmektedir.
Namus kavramının kadınlar üzerinden konuşulmasında ve anlaşılmasında da atasözlerinin önemli bir yeri olduğunu söylemek mümkündür. “Eksik etek”, “Anasına bak kızını al”, “Alma soysuzun kızını, sürer anasının izini”, “Kadının yüzünün karası, erkeğin elinin kınası”, “Erkeğin şeytanı kadındır” gibi çeşitli atasözleri ve deyimler erkeklere her türlü hakkı tanırken, her türlü olumsuzluğun ya da “namussuzluğun” sebebinin kadınlar olduğuna yönelik bir algı yaratmaktadır. Bu durum kadınların toplumsal hayat içinde kısıtlanmasının, erkeğin hakimiyeti altına girmesinin önünü açtığı gibi, kadınlara yönelik taciz ve tecavüzlerde de suçluyu kadınmış gibi gösterme eğilimine katkıda bulunmaktadır. Nitekim tecavüze uğrayan kadına “ne işi varmış o saatte dışarda”, “ama kadın da mini etek giymiş” gibi insanlık dışı sözlerin söylenmesinde de benzer bir akıl tutulmasının ve kadını suçlayıcı bakış açısının var olduğunu söylemek mümkündür.
Atasözlerine kulak verecek ve her daim doğru olduklarını kabul edecek olursak, ülkede kadın olmak zor olduğu gibi kız çocuğu olmak da çok zordur. Zira kız çocuklarının istenmediğini, eve yük olarak görüldüğünü, erkek çocuğunun adeta kutsandığını ifade eden, 'Beş kız bir oğlanın yerini tutar mı? / Oğlansız evde duman tüter mi?, 'Bir (ev) gemi donanır, bir kız (çıplak) donanmaz.”, “Bir evde iki kız, biri çuvaldız biri biz.”, 'Kız doğuran tez kocar.', 'Kız yükü, tuz yükü.', 'Kızı kıza koşarsan kahpe, oğlanı oğlana koşarsan deyyus olur.', 'Kızın var mı, derdin var.' / 'Kızın var mı, sızın var.' gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz cinsiyetçi atasözleri kız çocuklarını değersizleştirmektedir. Bu zihniyetin taşıyıcısı ve benimseyicisi olan ailelerde de kız çocukların eğitim hakkı yok sayılmakta, zorunlu eğitimlerini tamamlamalarına izin verilmektedir. Kız çocuklarını kendilerine yük olarak gören bu anlayış onları erken yaşta evlendirme yolunu gitmekte ve çocuk gelinler bu nedenle toplumun kanayan yarası olmaya devam etmektedir.
Kadını, koca esaretine, zulmüne; yani dipsiz karanlığa da yine birtakım atasözleri hapseder. Kadını adeta kocasının malı, kölesi gibi gösteren ‘Ağustostan sonra ekilen darıdan, kocasından sonra kalkan karıdan hayır gelmez.', 'Buyurmadan tutan evlat, gün doğmadan kalkan avrat, deh demeden yürüyen at.', 'Kadın erkeği rezil de eder, vezir de.', 'Avradın dolaşığı, akşamdan sabaha kor bulaşığı.', ‘Erkeksiz avrat, yularsız at”, ‘Avradı er zapdetmez, ar zapdeder.' benzeri deyim ve atasözleri de kadını toplum içinde karanlığa, kocasının esaretine mahkum etmektedir.
Yani her ne kadar atasözleri ve deyimlerin toplumların uzun yıllar içinde yaşadıkları deneyimlerden süzülüp geldikleri iddia edilse de bugün birçoğu toplumsal yaşam içinde geçerliklerini yitirmişlerdir. Var oldukları haliyle de kadına yönelik eşitsizlikleri, değersizleştirmeyi, şiddeti artırmakta ve kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesini pekiştirmektedirler. Oysa toplumlar gibi diller de canlı yapılardır ve yeri geldiğinde artık geçerliğini yitirmiş kavram ve söz dizgelerinden arındırılmaları gerekmektedir. Ancak bu kadına yönelik eşitlikçi bir yaklaşımı benimseyen ideolojik ve politik bir iradeyi gerektirmektedir. Kadınları değersizleştiren ve onları toplumsal, kamusal hayatın dışına itmek isteyen bir anlayış bu atasözlerinden ve deneyimlerinden beslendiği için onlarla mücadele etmesini beklemek de çok doğru olmayacaktır. Bu nedenle de bu mücadeleyi yürütecek en önemli özneler yine kadınlar olmak zorundadır.
Kadınlara yönelik eşitsizliklerin giderilmesinde elbette kadınların mücadelesi ve bilinçlenmesi, haklarının farkında olması ve bu hakları kaybetmemek, elde ettikleri mevzileri korumak için savaşmaları çok önemli. Bu kendi başına yeterli mi dersek elbette değil. Zira bir eğitim ve kadın devrimi olan Cumhuriyeti düşündüğümüzde bugün geldiğimiz noktada kadın haklarının Cumhuriyetin kuruluş yıllarından daha geriye doğru düştüğümüzü söylemek mümkün kadınlara verilen değer ve kadın hakları açısından.
Öncelikle kadını eşit haklara sahip bir birey olarak gören bir ideolojik, politik bilincin geliştirilmesi çok önemli. Bunun içinde kız çocuklarının eğitimi kadar toplumun tamamının eğitilmesi gerekli. O nedenle ülkede okullaşma oranlarının, özellikle zorunlu eğitim çağında tüm çocukların nitelikli, bilimsel, kamusal, ücretsiz ve karma eğitime erişimlerinin sağlanması gerekiyor. Bugün zorunlu eğitim çağında okul dışında kalan bir buçuk milyondan fazla çocuğun büyük bir kısmını kız çocuklarının oluşturduğu bilinen bir gerçek. Bu çocuklar ya çocuk işçi olarak çalıştırılmakta ya da çocuk gelin olarak erken yaşta evlenmeye mecbur bırakılmaktadırlar. Bu durum da kadın eşitsizliğini bir tür kısır döngü haline getirmekte, yeniden ve yeniden üretmektedir.
Laiklik başta olmak üzere, medeni kanun, karma eğitim, seçme seçilme gibi Cumhuriyetin kadınlara sağladığı haklardan ve kazanımlardan asla taviz verilememeli, kadınlar haklarına sahip çıkmalıdır zira laikliğin olmadığı bir yerde kadınlar ne giyeceklerine de karar veremezler, eğitim hakkına da çalışma hakkına da sahip olamazlar.
Kadın erkek eşitsizliği meselesi sadece kadınların sorunu olmaktan çıkarılmalı, toplumsal bir sorun haline getirilmelidir. Örneğin 6284 sayılı kadına yönelik şiddetle mücadele etmeye yönelik yasanın kaldırılmasına sadece kadınlar değil, toplumun tüm kesimleri itiraz etmelidir. Bir sorun toplumsallaştığı ölçüde hak temelli olarak çözülebilme olasılığı artacaktır.
Kadınların çalışma koşullarında eşit işe eşit ücret ilkesi uygulanmalı; çocuk ve yaşlı bakımı, ev işleri gibi kadını çalışma hayatından alıkoyacak sorumluluklar eşit paylaşılmalı; bu sorumlulukları kadının üzerinden alacak kamusal çözümler üretilmelidir. Ücretsiz çocuk kreşleri ve gündüz bakımevlerinin sayısı artırılmalı, iş yerleri çalışanlarına kreş hakkı/ücreti sağlamalı, ücretli ebeveynlik izinleri uygulamaya konulmalıdır.
Kadına yönelik giderek artan şiddeti durdurmak için caydırıcı cezalar uygulanmalı, hafifletici sebepler gibi uygulamalar ortadan kaldırılmalıdır. Diğer taraftan sadece kadına yönelik şiddet failleri değil, kadınların eşitliğine aykırı söylemleri dile getirenler, kadın ve erkeklerin eşit olmadığını en üst düzeyde ifade edenler de söylemleri nedeniyle sorumlu tutulmalıdır.
Halk eğitim faaliyetleri ile kadın okuryazarlığı artırılmalı; bu mesele salt istatistik olarak değil, kadınları güçlendirici ve özgürleştirici bir pratik olarak görülmelidir. Kadınların politika üretme süreçlerine aktif katılımını teşvik edilmeli, kota vb. pozitif ayrımcılık uygulamaları artırılmalıdır.
İnsan hakları; insanın maddi ve manevi gelişimini ve insan onurunu korumayı amaçlayan, insanın insan olmasından kaynaklanan haklardır. İnsan hakları olgusu, tüm insanların zaman ve mekâna bağlı olmaksızın dokunulmaz birtakım hakları olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu haliyle de insan haklarının aslında kadın-erkek bütün bireyleri kapsaması gerekir. Eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkı diyebileceğimiz ve doğarken sahip olduğumuz bu temel haklar, ömrümüz boyunca kesintisiz olarak sürer, vazgeçilemez ve hiçbir durumda değiştirilemez.
Haklarımızı koruma altına alan hukuk sistemine göre herkes cinsiyet, ırk, renk, din, dil, yaş, uyruk ya da toplumsal köken, düşünce farkı, mülkiyet gibi farklara bakılmaksızın yasalar önünde eşittir. Ancak yasaların zaman zaman gerektiği gibi uygulanmadığı ve haklarımızın yeterince korunmadığı da bir gerçek. Bu korumama hali toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklandığı zaman elbette karşımıza insan hakları sorunu olarak çıkmaktadır. Zira toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanamaması, bir toplumun belirli bir kesiminin insan haklarından yararlanamaması anlamına gelir ki bu da insan hakları ihlalidir. Örneğin çalışma hakkının cinsiyetler açısından eşit olmaması, aynı işte çalışan kadın ve erkeklerin aynı ücreti almaması insan haklarına aykırı bir durumdur. Benzer şekilde kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüz olaylarında yasaların yeterli cezayı vermemesi, hafifletici nedenler gibi sebeplerle faillerin adeta ödüllendirilmesi, kadınların yaşam hakkının, toplum içinde özgürce davranabilmeleri, beden dokunulmazlığının koruması haklarının elinden alınması anlamına gelir. Haliyle tüm bu olumsuz durumlar insan haklarının da ihlal edilmesi demektir.
Bir ülkedeki tek bir birey bile doğuştan sahip olduğu bir hakkından mahrum kalıyorsa bu durumda o ülkede insan haklarının tam olarak uygulandığından söz etmek mümkün değildir ki çeşitli nedenlerle toplumsal cinsiyetlerinden dolayı toplumda büyük bir kesimin, kadınların, LGBTİ bireylerin ve hatta bazı durumlarda erkeklerin ayrımcılığa, haksızlığa uğruyorsa orada büyük bir insan hakları sorunu var demektir.
04 Ekim 2024 14:08
09 Ekim 2024 01:01
01 Ekim 2024 22:48
06 Ekim 2024 21:34
06 Ekim 2024 20:54
01 Ekim 2024 17:29
05 Ekim 2024 13:12
01 Ekim 2024 19:24
09 Ekim 2024 10:39
05 Ekim 2024 19:52