Dr. Eylem Yenisoy Şahin Hasan Güneş
Kategori: Sosyoloji - Tarih: 26 Ekim 2023 15:53 - Okunma sayısı: 696
Dr. Eylem Yenisoy Şahin ile Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Üzerine I
HG: Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yoğunluk kazanmasının diğer ülkelerden farklı yönlerini açıklar mısınız?
EYŞ: Şu tespitle başlamak çok yerinde olur: Toplumsal cinsiyet eşitsizliği sadece bizde değil dünyanın her yerinde söz konusudur. Örneğin bakım ve ev içi diğer işlerin sorumluluğu bugün de esas olarak kadına ait kabul edilmektedir. Kadın çalışma hayatında olsa dahi bu konuda “esas sorumlu” görülmeye devam eder.
Kadınlar kamusal yaşamda, çalışma hayatında da eşitsiz muameleye maruz kalır. En başta, kadın ve erkeğe aynı iş için aynı ücretin ödenmesi kadınların büyük mücadeleleri sayesinde gerçekleşmiştir. Ve maalesef tam olarak gerçekleştiği de söylenemez. Ayrıca tüm meslek gruplarında üretilen herhangi bir ürünün daha değerli olması onu üretenin cinsiyetiyle açık ya da örtük bağıntılıdır. Ortaya çıkan ürün ister bir makine, tedavi yöntemi ister bir söz ya da yazı olsun şayet bir kadın tarafından üretilmişse, bir erkeğinki kadar kolay kabul görmez. Ayrıca tüm kişisel ve toplumsal iletişim mecralarında ilk değerlendirme kriteri “söz”ün kendisi, bağlamı ve gerekçeleri değil, kim tarafından söylendiğidir. Bunlar toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin en görünmez hatta inkâr edilen yönleridir. Altını tekrar çizeyim, sadece bizde değil tüm dünyada durum budur.
Ülkemizdeki özgün duruma geçmeden önce bir şeyi daha açık kılmak isterim: “Toplumsal cinsiyet” terimi feminist teorisyenlerin “biyolojik cinsiyet” terimine karşı ürettikleri bir kavramdır ve cinsiyet rollerinin toplum ve normları tarafından atandığına vurgu yapar. Buna göre “kadın olmak” toplumca belirlenmiş rolleri üstlenmeyi, duygu durumlarını taşımayı, nerede ve nasıl davranacağını, giyineceği bilmeyi ve belirli bir cins partner tercihini gerektirir. Aslında bu erkek için de böyledir. “Erkek adam ağlamaz” bunun en açık örneğidir. Queer feminizm ise toplumsal ve biyolojik cinsiyet ayrımını reddederek olanaklı tüm cinsiyetlere alan açar. Bu yönüyle toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yalnızca kadınların maruz kaldığı ayrımcılık üzerinden düşünmek eksik kalabilir. Cinsiyeti ya da cinsiyetini deneyimleme biçimi nedeniyle ayrımcılığa maruz kalma durumlarının hepsi bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Bu noktayı da vurguladıktan sonra asıl sorumuza dönebiliriz. Türkiye’de cinsiyet eşitsizliği elbette toplumsal dinamiklerdeki özgünlükler nedeniyle daha görünürdür. Biraz önce bahsettiğim hususlar özelinde örneğin, Türkiye’de kanun ve yönetmelikler belli sayıda çalışanı olan işyerlerinde kreş açılmasını zorunlu kılarken, çocuk bakım ihtiyacını karşılayacak kreş ya da merkezler ya yoktur ya da ihtiyacı karşılayacak kapasitede değildir. Bakım görevi Türkiye’de tartışmasız kadında olduğundan, çocuk sahibi olunması durumunda toplumsal yaşamdan, çalışma yaşamından kopacak kişi kadındır. Ondan “kutsal annelik mesleğini” icra etmesi, mümkünse bu ilk bakım yıllarında “huzurlu ve güvenli” ev yaşamına alışması ve çalışma yaşamından kopması ve en nihayetinde istihdam alanını erkekler lehine boşaltması beklenir. Bu sorunu “O halde çocuk yapmayın!” diyerek karşılamak, sorunu görmezden gelmekten, çocuklara bakım imkânı sağlamak yükümlülüğünde olan kurumların sorumluluktan kaçmasına bahane üretmekten başka bir şey değildir. Kadın istiyorsa çocuk yapar, devlet ona çalışma hayatından kopmaması için gerekli olanakları sağlamak zorundadır. Kadın bu sorunu başka kadınları devreye sokarak –babaanne ya da anneanne– çözmek zorunda kalmamalıdır. Kadın çocuk yapıp yapmama kararını çalışma hayatından kopma tehdidine bağlı olarak vermemelidir.
Görüldüğü gibi Türkiye’de toplumsal, dinsel ve kültürel dinamiklerin ve normların toplumsal cinsiyet eşitsizliğini daha da körüklediğini söylemek kesinlikle yanlış olmaz. “Cennet anaların ayaklarının altındadır” gibi anneliği yücelten, “Analı kuzu, kınalı kuzu” gibi bakımın anne tarafından yapılmasının çocuğu daha mutlu kılacağını bildiren ya da “Kızını dövmeyen dizini döver” gibi namus bekçisi yargılar sadece bazı örneklerdir.
Daha can yakıcı olanı Türkiye’de bu toplumsal dinamiklerin kadın ya da LGBTİ bireylere karşı uygulanan fiziksel ve cinsel şiddeti ve sistematik hale gelen cinayetleri “meşru”, “anlaşılır”, “affedilir” kılma halidir. Bir erkek kendisini aldattığı için karısını hatta boşandığı eski karısını dahi öldürme hakkına sahip olduğunu düşünür. Aslında bunu kendi aklıyla düşünmez. Toplumsal akıl onun kulağına “namusunu temizlemesi gerektiğini” fısıldar. Öyle ki mahkeme heyeti “aşırı tahrik” olduğuna hükmedip, katile ceza indirimi verebilir hatta “kadın cinayetleri, istismar suçları” toplumsal baskı ve takip oluşmazsa cezasız dahi kalabilir. Tersi bir durumda, yani bir erkek karısını aldatmış olsa, onun için “elinin kiri”, “Delikanlıya bak be!”, “Ne olacak bir kereden, evini ihmal mi ediyor sanki” denilerek, karısını aldatan bir erkek toplumsal olarak meşru yani “ahlaklı” alanda tutulmaya devam edilir. Oysa aldatma eylemi her iki durumda da aynıdır, aldatanların cinsiyeti farklıdır sadece.
Bir genellik hali olmasa da, ülkemizde bazı dar-mezhepçi-cemaatçi yaşam formlarında kız çocukları tam anlamıyla “Adem’in kaburga kemiği” niteliğindedir. Adem’den yaratılmıştır, Adem için vardır, Adem için ölebilir. Daha açık söylersek kız çocukları kendi için yoktur. Onlar çocuk bile değil bebek yaşta zorla evlendirilebilir. 6 ya da 16 yaşındaki bir çocuğa dayatılan bu şeyin evlilik olduğunu söylemek bile akıldışı bana kalırsa. Bu akıl dışı durum kız çocuklarının insan olarak görülmediğinin göstergesidir. Ve maalesef ülkemizde ne yazık ki dinsel, aslında yanlış dinsel yönlendirmelerin neticesinde bu gibi acı durumlar yaşanmaktadır. Adını koymak gerekirse bu tam olarak bir “cinayettir”. Çocuk evliliği “çocuk cinayetidir”.
Bir kız çocuğu böyle bir toplumsal ortamda şayet büyümeyi başarabildiyse, örneğin mirastan mahrum edilecektir. Buradaki akıl yürütme de çok ilginçtir. Örneğin “Miras ele mi gitsin?”. El, o kadının kocasıdır ve soy babadan aktarıldığı için varsa çocuklar da o kadının değil kocasının çocuklarıdır. Şayet bu kadına mirastaki payı verilirse mirastan faydalanacak olan o kadın değildir, çünkü o kadın yoktur ya da insan olarak kabul edilmez; ayrıca mirastan faydalanacak olan o kadının çocukları da değildir zira onlar da kendisinin değil kocasının çocuklarıdır.
HG: Önyargıların toplumsal cinsiyet eşitsizliğindeki rolüne değinir misiniz?
EYŞ: Önyargılar her eylemde, her düşünme etkinliğinde iş başındadır. Hatta bilimsel araştırmaların dahi pozitivistlerin umduğu gibi önyargılardan mutlak biçimde azade yapılabilmesi yalnızca bir idealdir. Özellikle sosyal bilim araştırmalarında önyargıların yönlendirmesini çok daha net görürüz. Örneğin “kadın ve erkekte beynin hangi lobunun daha etkin olduğu” araştırması, kadın ve erkeğin yalnız bedensel olarak değil akıl kapasitesi bakımından da farklı olduğu önyargısını içerir. Hepsi için söyleyebiliriz ancak sosyal bilim alanında yapılan araştırma süreçlerinde neyin araştırılacağı, hangi yöntemle araştırılacağı, görüşme yapılacaksa görüşmeciye neler sorulacağı önyargılardan etkilenir. Örneğin “Kadınlar neden daha duygusal?” sorusu önyargılı bir sorudur. Tabii bilimsel araştırmada amaç bu önyargıları elimine etmektir ancak bunu tam anlamıyla başarmak zor değil imkânsızdır.
Dolayıyla bana kalırsa toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temelinde de tüm diğer eşitsizliklerde olduğu gibi elbette önyargılar vardır.
Toplumsal bir yargının oluşması binlerce hatta on binlerce yıl alır. Zamanla bunlar sorgulanmaz hale gelir, daha vahimi doğal kabul edilir. Kadının aklen zayıf, kıskanç, dedikoducu, fitneci olduğu, işveli, kadınsı olması gerektiği ancak böyle ayakta/hayatta kalabileceği insanlığın ilk hikâyelerinden beri anlatılır. Zeus’un çapkınlıkları, kutsal evlilikle bağlı olduğu karısı Hera’nın Zeus’un çapkınlıklarını kıskanması, intikamını bin bir hile ile Zeus’un kendisinden değil, onun tecavüzüne uğramış kadınlardan alması bu anlatıların en dikkat çekici örneklerindendir. Penelope’nin koca adaylarını oyalamak için yaptığı hileli dokuma hikâyesi de başka bir örnektir. İnsanlığın en azından yazıya dökülmüş olan bu ilk anlatılarında bize aktarılan şeyi “Demek ki kadınların doğası bu; o halde basit bir şekilde sadece önyargı demek uygun değil” şeklinde yorumlamak dahi bir önyargıdır. Bu hikâyeler en iyimser senaryoda dört ya da beş bin yıllıktır. Modern insana benzeyen ilk insan kemik kalıntılarının yaşı ise 300 ile 350 bin yıl öncesini gösteriyor. Demek ki bu anlatılar bildiğimiz insanlık tarihinin 1/70’ini yansıtıyor. Bu nedenle kolayca ya da kesin biçimde anlatılardan, atasözlerinden, yerleşik kanılardan “kadın doğası” hakkında kesin hükümlere varmak oldukça zor. Böyle bir çaba ancak yerleşik önyargıları gayrimeşru biçimde meşrulaştırma olurdu. Ayrıca “kadın doğası” diye bir şeyin olup olmadığı da başka bir tartışma konusudur.
HG: Geleneksel toplumlarda diğer toplumlara göre kadınların edilgen ve bağımlı konumda olduğu kabul edilmektedir: Neden?
EYŞ: Bu soruda geleneksel ve modern toplumun keskin ve net biçimde ayrıldığı varsayımı olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa modern toplumlar geleneksel toplumdan aktarımlar taşıyor. Aktarılan bu unsurlardan en başta geleni aile ve kadının rolüyle ilgilidir. Neticede modern toplumlarda her ne kadar kadının bağımlılık ilişkisi azalsa da devam eder. Bunun altını tekrar ve tekrar çizmek isterim.
Bununla birlikte bizim toplumumuz için hangi terim daha uygundur, geleneksel mi yoksa modern mi? Bana kalırsa her ikisi de. Toplumun ataerkil aklı ne zaman hangi toplumsal biçimin yargılarına ihtiyaç duyarsa onu kullanır. Yerine göre “Tüm zorluklara tek başına göğüs gerebilen özgür ve güçlü kadın”, yerine göre “Her zaman bir diğerine –tabii ki bir erkeğe– ihtiyaç duyan zayıf ve bağımlı kadın”, yerine göre “Kutsal annelik mesleğinin icracısı, cennetin anahtarını elinde taşıyan yüce kadın” figürü kullanılır. Bu, genelde ataerkil düzenin, özelde ise modern toplumun taşıdığı yaygın ikiyüzlülüğün toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yansımalarıdır.
Ama soruya dönersem, geleneksel toplumlar katı biçimde hiyerarşik yapılanmıştır. Bu hiyerarşide erkek –baba, ağabey ya da koca– figür merdivenin en üst basamağındadır. Örneğin, 15 yaşındaki erkek kardeş, 10 yaşındaki kız kardeşine hatta 20 yaşındaki ablasına müdahale etme hakkı olduğunu düşünebilecek şekilde büyütülmüştür. Zaten büyüyüp evlendiğinde bu öğretilmiş hak sahipliğine dayanarak, karısı ve tüm aile adına kendi başına karar vermeye ve eyleme geçmeye devam eder. Her ne kadar Medeni Kanunda yeni düzenlemelerle “ailede eşler eşit söz hakkına sahiptir” dense de, maalesef yaşamda karşılığını bulmamıştır. Erkek çocuk nasıl “baskın figür” olarak yetiştiriliyorsa, kız çocukları da “bağımlı ilişkilere” uyumlu biçimde yetiştirilir. Aslında tüm kadınların ama özellikle eğitim ya da çalışma yaşamı gibi toplumsal yaşamın dışında kalan kadınların bu bağımlılık ilişkisinden sıyrılması gerçek anlamda çok zordur.
HG: Ataerkil sistemin ilkel, köleci, feodal ve kapitalist toplumlardan farklılıklarına değinir misiniz?
EYŞ: En büyük fark söz konusu toplumsal yapı sınıflamaları arasında ataerkil sistemin “kapsayıcı” olmasıdır. Yani yerleşik hayata geçildiğinden, mülkiyet kavramı oluştuğundan beri insanlığın içinde yaşadığı sistem olmasıdır.
Şayet ilkel toplumdan kastımız tarım ya da yerleşik hayata geçmeden önceki dönem ise, bunun en eşitlikçi toplum olduğunu söyleyebiliriz. Claude Lévi Strauss’un antropoloji çalışmalarının bize gösterdiği, Simone de Beauvoir’ın özellikle İkinci Cinsiyet’te altını çizdiği gibi ilkel dönemde ana-soylu bir dönem vardı ama “erk” sınırsızca tek bir cinsiyetin elinde değildi. Belki şöyle söylemek daha doğru olur: “Erk sahibi olmasa da kadının adı vardı”. Ama yerleşik yaşama geçildikten sonra ister formu “köleci”, ister “feodal”, ister “kapitalist” olsun “erk” hep erkekte, erkek düşünce yapısında oldu.
Vurguyu artırmak gerekirse, feodal toplumda kadın ne toprak sahibi olabilirdi ne de mirastan pay alabilirdi. Kapitalist modern toplumda ise uzun ve zor mücadelelerin ardından mülk edinme, devretme, miras, eğitim, siyasi vs. haklarına kavuştu. Ancak biraz önce de altını çizdiğim gibi bu haklar çok uzun yıllar, hatta ülkemiz için bugün bile yazıda kaldı. Kısaca ve son söz olarak, biçimi ve şiddeti değişmiş olsa da maalesef kadınlar bugün de ikincil cinsiyet konumundadır. Sorun zaman içinde formu değişmiş olsa da ataerkil sistemin, ataerkil düşünme biçimlerinin kendisidir.
04 Ekim 2024 14:08
09 Ekim 2024 01:01
01 Ekim 2024 22:48
06 Ekim 2024 21:34
06 Ekim 2024 20:54
01 Ekim 2024 17:29
05 Ekim 2024 13:12
01 Ekim 2024 19:24
09 Ekim 2024 10:39
05 Ekim 2024 19:52