Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Uçuruma Bakmak: Kötücül Karakter Nasıl Oluşur?

Doç. Dr. Ali BALTACI Yazdı

Kategori: Psikoloji-Sosyal Psikoloji - Tarih: 10 Ocak 2023 21:40 - Okunma sayısı: 1.953

Uçuruma Bakmak: Kötücül Karakter Nasıl Oluşur?

Nietzsche’nin 1886 yılında yayınlanan “İyinin ve Kötünün Ötesinde” adlı eserinde yer alan bir sözü alıntılamakla başlamak isterim: "Canavarlarla savaşan kişi, kendi de canavar olmamaya bakmalıdır ve uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar."

Aslında içimizi dolduran duyguların zamanla karakterimize dönüştüğüne yönelik bir aforizma olsa da Nietzsche bu sözü nihilizmi yüceltmek için kullanmıştır. En bilinen tanımıyla nihilizm, her şeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğunu savunmaktır. Buna karşın özgürlük fikri nihilistler için önemlidir; çünkü özgür irade ve özgürlük verili ahlak ve tüm değerlerden sıyrılmanın anahtarıdır. Ancak bu yazı temelde nihilizm üzerine değil, insanın karanlık tarafı ve kötücül duygunun oluşumu üzerine olacak.

Bir kötülükle karşılaşmak bizi ister istemez değiştirir; artık eskisi gibi olmayız. Hele sevdiğimiz bir kişiden kötülük görmek ya da hak etmediğimiz bir muameleye maruz kalmak ruhen yorucudur. Adil olmadığını düşündüğümüz şekilde davranılması öfke, kin ve nefret gibi daha güçlü duyguları da açığa çıkarır ancak bu yoğun duygulanım hemen olmaz. Öncelikle kötücül duyguyu bastırırız; yani bize güvendiğimiz veya sevdiğimiz biri kötülük yapıldığında buna hemen cevap vermeyiz; çünkü böylesi bir davranışı ondan beklemeyiz. Ancak yapılan kötülük ağırımıza gider ve mikrotepkiye neden olur; göz seğirmesi, kulak çınlaması ve nefes daralması gibi. İnsanın sevdiği kişiden aldığı olumsuz veya kötücül tepkileri araştıran Heisenbaum, sevilen kişiden gelen olumsuzlukları genellikle görmezden geldiğimizi bildirir. Sevdiğimizin kötü huylarına katlanırız çünkü arkadaşlık ilişkimizin bozulmasını istemeyiz. William ise sevilen kişiyle olan bağımızın veya bağımlı kişilik özelliklerimizin, bize kötü davranılsa dahi diğerinin kötücül yönlerini maruz görebileceğimizi; ancak bağın yıkımıyla içimizde biriken öfkenin bu kişiye yansıtılacağını iddia eder. Yani ne kadar sevsek de bir noktada içimizdeki sabır tükenecek ve patlamanın oluşturduğu şiddet, bize kötülük yapana dönecektir.

Kötülükle hemhal olmak, en naif karakterli insanı bile dönüştürür. Tarkovski, Stalker adlı filminde bir insandan canavar yaratabilmek için onun en derin korkularına hitap edilmesini önerir. Burada kasıt insanı korkutmak değil, onun korkularını bir motivasyon haline getirmektir. Elimizdekileri, diğeri paylaşmayacağımız ya da kaybettiğimizde bizi üzecek şeyleri düşündüğümüzde aslında korkunun boyutları keskinleşir. Bize ait olan, özel olan korkular bizi insanlaştırabileceği gibi canavara da çevirebilir. 2. Dünya Savaşında Hitler, Himler ve Eichman gibi figürlerin yapıp ettiklerini ya da Milgram’ın itaat veya Zimbardo’nun meşhur hapishane deneyini hepimiz biliriz. İnsan yeterli motivasyona ulaştığında canavarı dahi aratacak kadar sert, şiddet yanlısı ve korkutucu bir şeye dönüşebilir. Buradaki şey kelimesi özellikle seçilmiştir; çünkü insanın kötücül doğası, onun korkunç kötülükler yapma gücüne vurgu yaparken korkunç veya radikal kötülükleri insani hiçbir şeyle ilintili değildir.

Kötülüğün oluşumunu sosyalleşme sürecine bağlayan bir psikolojik ekol de söz konusu. Elbette sosyal öğrenme, tutum ve davranışlarımızı açıklamada önemli bir manevra alanı sunar. Üzüm üzüme bakarak kararır gibi atasözlerimiz var. Yani sosyal bir varlık olan insan diğerlerinden ister istemez etkilenir. Bu nedenle çocuklarımızın iyi arkadaşlar edinmesini isteriz. Kimse bir hırsızla, katille veya cinsel tacizden ceza almış kişiyle birlikte yaşamak, çalışmak vs. istemez. Burada geçmişte bu suçu işleyip cezasını çekmiş ve etkin pişmanlık duyarak bir daha bu suçu işlememiş kişiden bahsetmiyoruz. Kastımız, kötücül duygu ve düşünceye sahip olup bunu bilinçli olarak yapan veya karakter haline getirenlerdir. İşte burada meşhur etkileşimsel dönüşüm başlıyor. Diğerine benzemek için feda ettiğimiz şeyler nedir? Neden kötülüğe meylederiz? Üzüm neden diğerine bakarak kararmak zorundadır?

Bizi diğerinden ayıran karakterimiz yalnızca içsel değil, sosyal etkileşimlerle de oluşur. Buradaki etkileşimler çoğu kez aşağılık kompleksi gibi mekanizmaları da içerir. Kötülüğün bir nedeni insanın yaşadığı aşağılık kompleksi olabilir. Mesela diğerini kıskanırız; onu kıskanmamız bizde belirgin şekilde aşağılık kompleksi oluşturur. Onda olup bizde olmayan eksikliklerin peşine düşeriz; bu eksiklikleri gideremeyeceğimizi anladığımızda kötücül taraf devreye girer ve diğer hakkında fantastik kötülükler düşünmeye başlarız. Jeff Dahmer isimli seri katilin beyni ve davranışlarını incelemek isteyen bilim adamları onda var olan kötülüğün, aşağılık değil bağlanma ilişkilerine dayandığını keşfetmişti. Dahmer, insanlara bağlanıyor ve bunu aşırılaştırıyordu. Zamanla bu bağlılık bir çeşit sevgiye eviriliyor ve Dahmer’in sevgi nesnesi onu terk ettiğinde kötülük ortaya çıkıyordu. Yani sorunlu bağlanma da kötülüğün bir nedeni olabilir. Ancak burada önem arz eden bir durum daha var: ilgi çekmek… Yani kötülük, diğerinin ilgisini çekmek isteyen ve yaşamında ilgi görmemiş bireylerin baş vurduğu mekanizmalardan birisi. Diğerinin ilgisini olumlu anlamda çekemeyen, yalıtılmış ve yalnız insan; ister istemez bu ilgi istencini olumsuz davranışlara bağlıyor. Çevremizde aşağılık kompleksi, bağlanma veya ilgi eksikliğini sıkça gözlemleriz çünkü bizim toplumumuz sevgi üzerine kurulduğu söylense de aslında diğerini ezme ve ona kötü davranma, yan, efendi-köle ilişkilerine daha yatkın bireylerden oluşur. Bu iddialı bir cümle farkındayım. Açayım…

Öğrencilik yaşamınızda sizi gerçekten seven, iyi davranan yumuşak huylu bir öğretmene ne şekilde davrandınız? Şimdi bunun tam tersini düşünün. Size kötü davranan, hakaret eden veya şiddet uygulayan bir öğretmeniniz oldu mu? Böylesi kötücül bir öğretmene ne şekilde davrandınız? Cevapları tahmin eder gibiyim. Bize iyi davranan insanların adını dahi hatırlamayız; onların iyiliklerini unutmaya meyilliyiz. Oysa kötülük kendine has bir misilleme hatırlamasını da beraberinde getirir. Kötü olan deneyim unutulmaz veya kötü deneyimi sürekli canlı tutan bazı mekanizmalar vardır. İşte kötülük, bizim sürekli aklımızda yer eden deneyimler toplamıdır.

Hepimiz kötü insanlar gördük. Kötülüklerle karşılaştık. Kötü deneyimlerimiz oldu. Zamanla unuturuz dediğimiz hiçbir şey zamanla unutulmadı. Bir şekilde yer etti zihnimizde. Alzheimer hastalarında bile kötü deneyimlerin hatırlanma sıklığı iyi deneyimlere oranla daha fazla… Demek ki kötü deneyim, kötücül özelliğe sahip insanın bize sunduğu bir armağan.

Peki kötücül deneyimlerin ne gibi sonuçları oluyor?

Aslında bu sorunun yanıtını hepimiz biliyoruz: Stres. Kötücül deneyim duygusal zorlanmalara neden oluyor, stres artınca hem bedensel hem ruhsal mekanizmalarımız etkileniyor. Zamanla biriken stres, daha kötücül somatik durumları tetikleyebiliyor. Genellikle kanser hastalarında ve intihar eğilimi olan psikopatilerde gözlenen bir durum var: hemen tamamı yaşamlarında birden çok marjinal kötücül deneyim yaşamış. Elbette genetik yatkınlık söz konusu olsa da kanser gibi rahatsızlıkların psikolojik iyi oluşumuzla ilgisi biliniyor. Yeterince uzun süre kötülüğe maruz kalırsanız, iyi bir psikolojinizin olması söz konusu olmaz. Yani kötü ruh hali sizi bir şekilde hasta edecektir.

Peki ne yapmalı?

Aslında bu sorunun yanıtını da hepimiz biliyoruz: unutmaya çalışmak. Özellikle psikanalize karşı geliştirilen varoluşçu veya pastoral yaklaşımların temelinde yaşadığımız kötücül deneyimi unutmaya çalışma, affetme, sabretme gibi pasif direnişler söz konusu. ‘Aktif olarak kötülükle savaşamıyorsanız ona teslim olun, pasif olarak direnin ve bir süre sabrederek her şeyin geçmesini bekleyin’ gibi stratejiler öneren maneviyatçılar, kötülüğün sadece iyilikle yenilebileceğini savunur. Oysa kabul önemli olsa da kötülüğü yenmek için onun mekanizmalarına doğrudan uzanmak ve hatta onları kullanmak gereklidir. Bunlardan birisi mukavemet; yani kötülüğe karşı direnmek. Bu bizim gibi teslimiyetçi toplumlarda oldukça zor bir kavram. Direniş kültürü çoğumuzda yok, çünkü sosyal olarak öğrenilen bu tutumun davranışa dönüşmesinde aile ve yakın çevre oldukça etkili. Madem mukavemet uygulayamıyoruz o zaman misilleme yapabiliriz. Misilleme, kötücül bir karakterde olmadığında oldukça iyi bir başa çıkma stratejisidir. Özellikle zor durumda kalan ve çıkış noktası bulamayan bir kişi, kötülüğü alt etmek için kaçmak veya teslim olmak yerine, misilleme yaparak stresten kaçınabilir.

Her ne şekilde olursa olsun kötüler, yaşamımızda olmaya ve kendilerini var etmeye devam edecekler. Sözlerimi Karl Marx’ın Dante’ye atfen söylediği bir sözle bitireyim: “sen kendi yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler..."

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Psikoloji-Sosyal Psikoloji Yazıları