Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Prof. Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN'la Varoluşçuluk Üzerine Söyleşi

Prof. Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN / Hasan GÜNEŞ

Kategori: Felsefe-Mantık - Tarih: 26 Eylül 2022 21:51 - Okunma sayısı: 1.496

Prof. Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN'la Varoluşçuluk Üzerine Söyleşi

Sayın Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Öncellikle böyle bir sohbet için teşekkür ederim.

Balıkesir doğumluyum (1961). Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunuyum (1982). Dört yıla yakın bir süre Eskişehir’de felsefe öğretmenliği yaptım. 1986 yılında, mezun olduğum bölümde Araştırma Görevlisi olarak göreve başladım. 1991 yılında doktoramı tamamladım. Doktora tezimin başlığı, “Maurice Blondel’in Aksiyon Felsefesi ve Türkiye’deki Etkisi” idi. Yüksek Lisansta da Aristoteles ile Bergson’un Zaman Görüşlerini karşılaştırdım. Varoluşçuluğa olan ilgim lisans dönemimde başlamıştı. Lisans bitirme tezi olarak da Sartre’ın romanlarında varlık fikrini çalışmıştım. 2000 yılında Gazi Üniversitesi’ne geçtim. 2001 yılı başlarından itibaren de Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde çalışıyorum. Genel olarak çağdaş felsefe ve özel olarak Fransız felsefesi, varlık felsefesi, insan felsefesi alanlarına yönelik çalışmalarım var. Bergson, Felsefeye Giriş, Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi, Arafta Bir Düşünür: Nurettin Topçu, Ahlaktan Siyasete adlı kitaplarım yayınlandı.

1)Sayın hocam varoluşçuluğunFransa'da doğuş koşullarından bahseder misiniz?

Varoluşçuluk, 20. Yüzyılın bir akımı. Ama felsefe tarihinde geriye doğru giden bir çizgisi de var. Varoluşçuluğun ana temaları açısından bunu söylüyorum. Emmanuel Mounier, Varoluş Felsefelerine Giriş adlı eserinde Varoluşçuluğun köklerini Sokrates, Stoalılar, St. Augustinus, St. Bernard’a kadar götürür. Pascal, M. De Biran, S. Kierkegaard varoluşçuluk ağacının gövdesinde yer alırlar. Fenomenoloji, Varoluşçu filozofların yöntemini oluşturur ve Nietzsche ile ateist kanatta yer alan Heidegger, Sartre gibi filozoflar karşımıza çıkar. Teist kanatta ise Jaspers, Personalistler, G. Marcel ve başka pek çok yazarla karşılaşırız. Varoluşçuluk kıta Avrupasına aittir. Anglo-Sakson dünyada ona rastlanmaz. Varoluşçuluk, geleneksel felsefeden bir kopuş gibi görünse de değişik biçimlerde geleneksel felsefenin pek çok yönünü ve sorununu devam ettirir. Varoluşçu felsefe ile metafizik, ontoloji arasında sıkı bir ilişki vardır. Etik ve insan felsefesi sorunları varoluşçuluğun merkezinde bulunur. Dinden ve elbette özellikle Hıristiyanlıktan, ister yanında olsun isterse karşısında olsun, bağımsız bir Varoluşçuluk düşünülemez. Kıta Avrupası Felsefesi önemli ölçüde teolojiden, dinden beslenen bir felsefedir de. Özellikle Alman Felsefesinde bu daha fazla göze çarpar. Fransız Felsefesi ile sanat arasında ilişki daha yoğundur. Bundan dolayı Varoluşçuluğun Kıta Avrupası’nda ortaya çıkmasında gelenek bakımından yakınlık vardır. Ayrıca Kıta Avrupası akılcı, Anglo -Sakson felsefesi deneyimcidir. Varoluşçuluğun akılcılığa bir eleştiri felsefesi olduğu da düşünüldüğünde bu eleştirinin ya da akılcılığa karşı çıkışın Almanya ve Fransa’da olması ve özellikle edebiyat ile ilişkisi yoğun olan Fransız felsefesinin içinde yankı bulması daha doğaldır.

Varoluşçu filozofların eserlerini verdikleri tarihler, oldukça sıkıntılı dönemlere karşılık gelir. Fransa’da Varoluşçuluk, Fransız Felsefe geleneğiyle bağlantılı olduğu ve edebiyatla ilişkisi çerçevesinde bir yere oturduğu gibi Fransız aydınlarının yaşadıkları dönemde Fransa’nın içinde bulunduğu koşulların da etkisi vardır. Almanya’da Naziler iktidara gelince ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın işgal edilmesi karşısında Sartre, Camus gibi yazarlar belirli bir tutumu benimserler. Bu tutum, Heidegger’in ve Almanların tersine olan bir tutumdur. Marksizim, komünizm daha doğrusu sol ideoloji Fransa’da öne çıkar. Varoluşçulukla Marksizm aslında bağdaşmaz. Bununla birlikte özellikle Sartre’da özgürlük ve eylem kavramları çerçevesinde bu iki akım bir arada bulunur. Naziler, bir aklın araçsallaştırılmasının ürünüdür ve buna karşı çıkılması gerekir. Fransa kendi kimliğini, insanın özünü kendisi oluşturması bağlamında kurmak zorundadır. Bir yöntem olarak fenomenolojiden de yararlanan Sartre, bireysel insani varoluşta bir insanlık durumu bulur. Bu durum, bulantı olarak açığa çıkar. Çünkü saçmalık temel bir durum gibi görünmektedir. Bu, varlığın saçmalığıdır. Saçma olanla mücadele, bütün dünyadan sorumlu oluşun da fikir olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Çünkü insan varoluşu anlam itibarıyla kayıp gitmektedir. Aynı durumu Camus’de de görürüz. Bir varoluş ve anlam sorunu yaşanmaktadır. Bu sorun karşısında sistematik ve mantıksal argümanlarla ilerleyen rasyonel bir felsefe sistemi, özcü bir anlayış çare değildir. Zira yaşanan olumsuzluklar karşısında, “bu bizim kaderimizdir” demekle elimizden bir şey gelmeyeceğini bilirler. Öyleyse insan, kendi varoluşunun sorumluluğunu kendi omuzlarının üzerine almalıdır.

Avrupa, 20. Yüzyılın kriz merkezidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Ekonomik Kriz, İspanya İç Savaşı, Bolşevik İhtilali, bilim ve tekniğin ilerlemesi karşısında insanın kendisine, topluma, doğaya yabancılaşması ve yalnızlık, Fransa’nın sömürgeleri ile olan ilişkileri önemli olaylardır. Camus, böylesine saçma ve akıl dışı durumlar karşısında bu dönem neslinden rasyonel şeyle beklenemeyeceğini ifade eder. Gerçekten de Varoluşçu Filozofların ele aldığı temalar; yalnızlık, yabancılaşma, saçmalık, bulantı, sıkıntı, kaygı, özgürlük, ölüm gibi kavramlardır. Varoluşçuluk, Avrupa’yı böyle bir duruma getiren geleneksel felsefe ile birlikte Aydınlanma ve akılcılık karşıtı bir durumun oluşması gibi de düşünülebilir. Bu, sistem karşıtı olarak da anlaşılabilir. Çünkü varoluşun sistemi kurulamaz.

2- Varoluşçuluğunortaya çıkmasında "hiç"liğebağlı olarak dinin gerilemesinin yeri ve önemini belirtir misiniz?

Hiçlik meselesinin Sartre ve Heidegger’de ele alınışları arasında fark vardır. Heidegger hiçliği, “insan varlığına, var olanın olduğu gibi görünmesi imkanıdır” diye tanımlar. Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’te de hiçlik, kendisi için varlık’ın kendinde varlık karşısındaki durumuna işaret eder. Bu kavramın dinin gerilemesi ile herhangi bir ilgisi yok gibi geliyor bana. Din, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve pozitif bilimlerin ilerlemesi ile birlikte önemini kaybetmeye başlar. Varoluşçuluktaki hiçlik, ontolojik bir mesele olarak ele alınır.

Varoluşçuluğun iki kanadı olduğunu, bunlardan birisinin de teist kanat olduğunu ifade ettik. Dolayısıyla Varoluşçuluk, bir bütün olarak dine karşı değildir. Sartre’ın ateizmi çok yaygın olarak bilindiği için Varoluşçuluk din karşıtı imiş gibi düşünülür. Oysa Verneaux Varoluşçuluk için, “Aslında günümüzdeki birçok şeyler gibi laikleştirilmiş dini bir düşünce hareketidir. Chesterton’un ifadesine göre, kısacası, dünyası dolmuş ve ölmüş olan ‘deli haline gelmiş Hıristiyan düşüncelerinden’ biridir” der. Varoluşçuluğun uzak kaynağının, hatta Sartre ateizminin uzak kaynağının bile Hıristiyanlık olduğunu iddia eder. Özünde Hıristiyani olan bir felsefe olduğu iddia edilir. Elbette şunu ifade etmek gerekir: Din ve özellikle aşkınlığın yitirilmesi ile birlikte doğan bir boşluk vardır ve bu boşluk pek çok şeyi anlamsız hale getirir. Varoluşçuluk belki de bu boşluğu doldurma çabası gibi de düşünülebilir.

3- Varoluşçuluğunortaya çıkmasındatoplumun rasyonel tanziminin yeri ve öneminiaçıklar mısınız?

Varoluşçuluk, akılcılığa bir tepkidir demiştik. Bunu özellikle Kierkegaard’ın Hegel eleştirilerinde görmek mümkündür. Hegel, “rasyonel olanın gerçek, gerçek olanın rasyonel olduğu” iddiasıyla varolanlar arasında rasyonel, mantıksal bir ilişkinin olduğunu ve felsefenin de bunun kavramını elde etmek olduğunu düşünür. Kierkegaard, hakikatin öznelliğine vurgu yapar ve gerçekten varolanın bireysel karakterini öne çıkarır. Birey, herhangi bir kavramın temsil ettiği bir şey değildir. Özellikle Korku ve Titreme adlı kitapta, rasyonelliği aşan bir durumun aklı feda etmek suretiyle imana nasıl götürebileceğini göstermeye çalışır. Öyleyse hakikat aklı aşmaktadır. Hayat da aklı aşar ve o, rasyonel olarak düzenlenebilir bir şey değildir.

Aydınlanmanın ve pozitivizmin düzenlemeye çalıştığı toplumun gelinen nokta itibarıyla bireyi ve onun ilişkilerini, varoluşunu anlam bakımından tehdit ettiği ve tehlikeye soktuğu bir dönemde Varoluşçuluk bireye vurgu yapmak suretiyle toplum karşısında da onun özgürlüğünü kurtarmaya çalışır. Sartre’ın bir aktivist, Camus’nün bir başkaldırı figürü olarak ortaya çıkmasında bunların da önemli bir etkisi vardır.

4-Varoluşculuğunortaya çıkmasında "hiç"liğebağlı olarak bilim ve sonluluğun yeri ve önemine değinir misiniz?

Heidegger, Metafizik Nedir? adlı eserinde bilim yapan insanın; “dünya ile olan ilgisinde yöneldiği şeyin varlık olduğunu, ondan başka hiçbir şey olmadığını” söyler. Ayrıca “her duruma yön veren şeyin varlık olduğunu, ondan başka hiçbir şey olmadığını”, “araştıran tahlilin karşına varlığın çıktığını ve ondan başka hiçbir olmadığını” ifade eder. Bilim adamının aradığı varlıktır ama onu bulmak için başka bir şeyden, hiçlik’ten bahsediyor ve aradığını bulduğunda da bahsettiği hiçlik’i hemen bir kenara atıyor. Hiçlik, varlık’a ulaştıran bir şey ama varlık’ın ötesinde gibi de duruyor. Bunun için hiçlik ile bilimin sonlu olan dünyasının ötesinde bir yere ama sonlu olan dünyanın varlık tarzının açığa çıkarılmasına, bize varlık’ın görünmesine işaret ediyor. Öyleyse hiçlik nedir? sorusu bize kendisini dayatıyor. Hatta varlık hakkındaki metafizik soru, varlık’tan ziyade hiçlik’in temel soru yapılması sayesinde anlamlı hale geliyor. Bilimin attığını metafizik tekrar varlık’ın anlaşılmasının koşulu haline getiriyor. Varoluşçulukla ilgisi bakımından düşünüldüğünde hiçlik, sıkıntı (korku, kaygı) ile birlikte açığa çıkar. Sıkıntı, hiçliği ifşa eder, der Heidegger. Öyleyse hiçlik, somut bir varoluş durumunda açığa çıkan bir şeydir.

Sartre için de hiçlik, bilincin varlık karşısında kendi durumunu ifade eder. Çünkü bilinç, bir şeyin bilincidir ve yöneldiği de kendinde varlıktır. Kendinde varlık tam ve mükemmeldir. Değişmez. Yaratılmamıştır. Nedensizdir. Böyle bir varlık karşısında bilinç diye adlandırılan kendisi-için varlık bir hiçlik hareketiyle ortaya çıkar. Hiçlik, insan vasıtasıyla dünyaya gelmiştir ve kendinde varlık’ın sinesinde açılan bir yarık gibidir. Bu durum, bilincin kendi varoluşunun kendi elinde olduğuna da işaret eder.

Nirvana sosyalbilimler sitesi adına yürüttüğümüz varoluşçulukla ilgili bu söyleşiye katkı sunduğunuz için teşekkür eder, saygılar sunarım.

Ben teşekkür ederim.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Felsefe-Mantık Yazıları