Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

SİYASETİN ÖLÜMÜ

Armağan Öztürk

Kategori: Siyaset Bilim - Tarih: 01 Aralık 2021 20:55 - Okunma sayısı: 1.039

SİYASETİN ÖLÜMÜ

SİYASETİN ÖLÜMÜ

Modern demokrasinin krizi konusunda çok şey yazılıp çizildi. Bu devasa ve içeriği bir hayli karamsar olan literatürü burada tekrar etmeye gerek yok. Sadece şunu söylemek lazım. Demokrasi insanları heyecanlandıran bir kavram değil artık. Yurttaş siyasetten soğudu. Siyasi sonuçları olan büyük toplumsal hareketlere rastlamıyoruz. Yeni ideolojiler de ortaya çıkmıyor. Siyasi söylem kendini tekrar eden bir içeriğe büründü. Partilere, seçimlere ve siyasetçilere olan güveni ölçen sayısız akademik çalışma bu durumu teyit etmekte.
Siyaset kurumu dünyayı değiştirme gücünü kaybettikçe işlevsizleşiyor. Bu bağlamda bir siyasal ölüm fenomeniyle karşı karşıyız. Katiller ise aramızda. Ekonomi ve kimlik. Bu iki husus etrafında dönen tartışmalar siyaseti ihtiyaç olmaktan çıkarmakta. Önce ekonomi için birkaç şey söylemek lazım. Kapitalist toplum devletin ekonomiye müdahalesinin yine ekonominin isteklerine göre şekil aldığı bir örgütlenme biçimi. Böyle bir yapıda siyaset sınıflara, özel mülkiyete ve birikim stratejilerine fazlasıyla duyarlı. Küresel neo-liberalizmle birlikte girdiğimiz tarihsel dönüşüm ise siyaseti tümüyle imkansızlaştıran bir içeriğe sahip. Ulus devletler zaten kapitalist ulus devlet formunda. En güçlü zamanında sermayeye karşı göreli özerk bir konumda tutunabilen ulus devletin bugünkü hali ise o eski parlak günlerinin çok gerisinde. Küreselleşen toplum, sermaye ve bilgi gerçekleri karşısında yereli koruyan modern ulus devlet formu ciddi bir meşruiyet krizi içerisinde. Şüphesiz ki siyaset ve devlet birbirine özdeş şeyler değil. Ancak siyasal söylem ve etkinliğinin önemli ölçüde vatandaşlık bağının sınırlayıcı politik hukukunda sonuç doğurduğu bir dünyada ulus devletlerdeki zayıflama ulusal siyaseti de etkiliyor.
Ekonomi lehine, siyaset aleyhine işleyen bu karanlık tabloyu daha da içinden çıkılmaz hale getiren şey ise bitmek bilmeyen kriz momenti. Kriz çağındayız. Kriz yapısal normale dönüştü. Toplumlar bir krizden çıkıp diğerine giriyor. Siyasetin ekonomiye ve krize verdiği yanıtlar da var elbet. Ama ekonomik kriz ne kadar patolojikse siyasetin onunla mücadele etme biçimi de o kadar patolojik. İki dünya savaşı arası süreçte faşizm ve küreselleşmenin ekonomik krizle bütünleştiği 2000’li yıllarda popülizm ekonomik tahakküme savaş açan siyasetin dramını ortaya koyuyor. İnsanlar kendi yazgılarına tekrar hakim olmak için faşist ve popülist hareketlere destek verdiler. Ancak bu tip bir siyasetin ortak iyiye verdiği zarar en az ekonomik kriz kadar fazla. Akla veda, aşırı duygusallık, siyasal şiddet, nefret söylemi, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı faşist-popülist tahribatın sonuçlarından sadece birkaçı.
Siyasetin ekonomiye karşı verdiği savaşı kaybettiği açıkça ortada. Bu kaçınılmaz durumu kabul eden pek çok siyasal akım toplumsal mücadeleyi özel alana taşımış durumda. İşte tam da bu noktada karşımıza kimlik çıkıyor. Siyasetin insanları etkileyebildiği ve hatta harekete geçirip kamusal alanda değişim için eyleme sürükleyebildiği tek zemin kimlik temelli toplumsal hareketler. Kimlik de olmasa siyasal tarih çöle dönerdi. Ancak kimlikçi öznellik üst belirlenim haline geldikçe ortak iyi için bir araya gelme motivasyonu zayıflıyor. İnsanlar kendi öznelliklerini önemsiyorlar. Bu durum kaçınılmaz bir şekilde farklı öznellikler karşısında hissizleşmelerine yol açıyor. Kimlikçi siyasetin ideal dünyası kimsenin bir başkasına karışmadığı -çünkü müdahalenin çok istisnai bazı koşullar dışında mutlak bir şekilde meşruluktan yoksun olduğu- bir gettolar kosmopolisine karşılık gelmekte. Sonuç içler acısı. Kimlikçi siyasallığın bizi götürdüğü yer bir disütopya. Kimlikler korunursa birbirine indirgenemez nitelikteki özneler, çoğulcu bir yalıtılmışlık içerisinde sonsuza dek bir arada yaşayabilir. Peki ya siyaset? Duvarlar yüksek ve kimse diğer hiç kimseyle konuşmaya istekli olmadığından böylesi bir ortamda siyasete gerek yok.
Bu şartlar altında ne yapılabilir sorusu şüphesiz ki hala gündemde. Antidemokratik ve antisiyasal eğilimleri geriletecek yeni bir paradigmaya ihtiyaç var. Küresel demokrasi inşa süreci için daha fazla kafa yormak, Birleşmiş Milletleri Kant tipi bir cumhuriyetler birliğine dönüştürmek, temsili demokrasiyi dijital bir zeminde doğrudan demokrasiye doğru derinleştirmek gibi seçenekler masada duruyor. Bir diğer kurutuluş umudu Çin ve İslam dünyası gibi milyarca insanı kapsayan büyük siyasal coğrafyalarının içten gelen bir demokratikleşme dalgasıyla yenilenmesi. Tabii bir de covid meselesi var. Hastalık bitmiyor. Yeni covid varyantları ekonomik refahı ve siyasal özgürlüğü tehdit ediyor. Hastalığı kontrol altına almak için uygulamaya konulan sayısız kısıtlama ise kendi anti-tezini üretmekte. Sağlık adına her şeyi düzenleyen pandemi olağanüstü haline karşı toplumsal tepki kaçınılmaz. Bu hınç, bir benzerine AB karşıtı popülist dalgada rastladığımız üzere siyaseti hareketlendirebilir.
Armağan Öztürk

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Siyaset Bilim Yazıları