Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Yükseköğretimin Neoliberal Dönüşümü Sürecinde Akademik Özerklik ve Bilimsel Özgürlüğü Anmak

Hasan Hüseyin Aksoy

Kategori: Eğitim Bilimleri - Tarih: 21 Şubat 2021 20:44 - Okunma sayısı: 1.280

Yükseköğretimin Neoliberal Dönüşümü Sürecinde Akademik Özerklik ve Bilimsel Özgürlüğü Anmak

Yükseköğretimin Neoliberal Dönüşümü Sürecinde Akademik Özerklik ve Bilimsel Özgürlüğü Anmak

Hasan Hüseyin Aksoy

Üniversite eğitimi genel olarak dünyada ve ülkemizde ailelerin çocukları için iyi bir gelecek sağlama arayışlarının kilit kurumlarından biri haline gelmiştir. Öğrenciler ya da genç yurttaşlar açısından da yetişkin dünyasına daha güçlü bir şekilde katılma ve göreli olarak yüksek bir gelir, diğer insanları etkileme gücü, saygınlık kazanma ve bireysel tatmin sağlama araçlarından ve yollarından biri olarak görülebilir Eğitim iktisatçılarının yükseköğretimin nasıl bir mal/hizmet olduğuna ilişkin tartışmalarının merkezinde ise yükseköğretim için yapılan harcamaların “yatırım” mı “tüketim” mi olduğuna ilişkin soru bulunmaktadır. Eğitim süresinin, sağlık hizmeti, göç, hizmet içi eğitim gibi etkinliklerin artışına bağlı olarak bireylerin “beşeri sermayeleri” artmaktadır. Üniversite ya da yükseköğretim harcamaları da bu noktada toplumun insan sermayesini artıran yatırım harcaması veya bireylerin kişisel arzularını/ihtiyaçlarını tatmin eden tüketim harcamasına dönüşmektedir. 1960’lı yılların başında ve daha sonraki yıllarda her ikisi de Nobel Ödülü alan Amerikalı İktisatçılar Theodore Schultz ve Gary Becker’in tutuşturduğu bu ateşli tartışma sürecinin devamında, tartışma başka bir zemine taşınmış, 1970’lerin başlarından başlayarak, eğitimin ve özellikle yükseköğretimin “karma mal” olarak tanımlanması ve bu tanımın siyasi olarak da kabulüyle eğitim harcamalarına aile katılımının rasyonelleştirilmesi/meşrulaştırılması sözkonusu olmuştur. Şili’de 11 Eylül 1973 yılında sosyalist lider Allende’nin seçimle iktidara gelmesi üzerine ABD destekli askeri darbe ile General Pinochet’in iktidara getirilmesi ve eğitim dahil her alanda özelleştirmelerin başlatılması ile görünür olan neoliberal dönem, 24 Ocak (1980) kararları ve 12 Eylül 1980 darbesi ile Türkiye’de de başlamış ve diğer bir çok otoriteryen uygulamalar, özel (vakıf adı altında) üniversitelerin açılması ile birlikte çok geçmeden 1984-1985 öğretim yılından başlayarak üniversitelerde harç uygulamasına, ailelerin çeşitli düzeylerde eğitim maliyetine katılmalarına yol açmıştır. Fiyatlandırmada piyasa mekanizması tek değişken olarak uygulamasa da, maliyetlerin %10’undan %20’sine ulaşan bir kısmını, öğrencilerin/ailelerinin ödemesini gerektiren ve miktarı tek taraflı olarak Bakanlar Kurulunca belirlenen paralı üniversite modeli, başladığı ilk yıllarda lisans düzeyi ile sınırlı iken sonraki yıllarda yüksek lisans ve doktora düzeylerine de genişlemiştir. Yükseköğretimin bir hak ve kamu hizmeti olduğu anlayışının dışlanması ile örtüşen bu uygulamaya karşı yıllarca, eğitim sendikaları başta olmak üzere çeşitli eğitim örgütleri ve öğrenci grupları mücadele etmiştir. Bu mücadeleler sırasında çeşitli toplulukların üyeleri, yurttaşlar ve öğrenciler zaman zaman gerçekleştirilen protesto ve gösterilerde polis müdahaleleri ile karşılaşmış, mahkemeler ve üzün süreli tutuklamalar ile karşılaşmış ve kimi zaman ağır bedeller ödemek durumunda kalmıştır. Bu mücadelelerin ve toplumsal talebin bir yansıması olması yanısıra, siyasal alandaki oy kaygılarının da etkisiyle, 2012-2013 öğretim yılından başlayarak yükseköğretim öğrencilerinin ödedikleri harçlar fiilen sınırlandırılmıştır. Yükseköğretimin öğrencilere olan maliyetleri önemli ölçüde sürse de harç uygulamasının sınırlarının daralması kuşkusuz önemli bir geri kazanım sayılabilir. Ancak, harçlara yol açan yasanın kaldırılmaması ve Bakanlar Kurulunun harç alınmaması yönündeki kararı ile uygulanan bu “fiili durum” ikinci öğretim ve eğitimlerini asgari bitirme süresinde bitirmemiş olan öğrenciler için uygulanmamaktadır. İkinci öğretim öğrencileri için harçların “öğrenim ücreti” olarak tarif edilmesi ve sürdürülmesi, yükseköğretimin ne olduğu ve “yatırım harcaması mı yoksa tüketim harcaması mı” olduğu, – özel mal mı yoksa kamusal mal mı sayılacağı tartışmalarına yeni bir boyut getirmiştir. Yükseköğretimin ve genel anlamda üniversite eğitiminin hem topluma hem de bireye ayrı ayrı yararları olacağından hareketle ve piyasanın hayrına olmak üzere “yarı kamusal mal” olduğu sonucuna varılmış iken, yükseköğretimin nerede kamusal nerede özel mal olduğuna ve hangi niteliklerinin topluma, hangi niteliklerinin bireye yarar sağladığına ilişkin düşünmeye yeni bir kapı açmış olmakta ve yeni kapılar açmaya da devam edeceği görülmektedir. Üniversite eğitiminin de toplumsal bir kazanım ve yurttaş hakları arasında olduğu ve devletlerin her yurttaşına mümkün olduğunca bu düzey eğitime erişim sağlaması gerektiği, 1988 yılında Peru’nun Lima şehrinde toplanan Dünya Üniversiteler Servisi’nin (WUS) 68. Genel Kongresinde kabul edilen Lima Bildirgesinde güçlü bir şekilde dile getirilmiştir. Yaklaşık 10 yıl sonra 11 Kasım 1997’de, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansı, 29. dönem oturum toplantısında “Yüksek Öğretim Akademik Personelinin Durumuna İlişkin Tavsiye Kararı”nı kabul etmiştir. Bu bildirge ve kararların incelenmesiyle, yükseköğretimin toplumun bir çok kesimine hizmet edebildiği, topluma eşit, adil bir şekilde eriştirilebilmesinin, özellikle akademisyenlerin eleştiri, araştırma, öğretim ve yayın faaliyetlerini güven içinde ve akademik kurumların ilkeleriyle belirlenen sorumluluklar içinde yerine getirebilmelerinin önemi görülebilecektir. Üniversitelerin akademisyenleri, öğrencileri ve diğer çalışanlarıyla bir bütün olduğu, işlevlerinin ortaya çıkardığı bireysel nitelikteki olası yararlarından ayrılamaz bir şekilde, topluma ve aslında sadece yerel ya da ulusal değil uluslararası topluma da ölçülemez nitelikte yarar sağladığının kabulü tüm dünyada yükseköğretim sistemi içinde gerçekleşen piyasalaşma ve ticarileşme eğiliminin ortaya çıkardığı zararların görülmesine de katkı sağlayabilecektir.
Günümüzde, “harçların kaldırılması” politikasının arka planındaki eğilim, kamusal yükseköğretim alanındaki tüm eğitim dışı hizmetlerin piyasalaşmasının ve üniversite içinde gerçekleştirilen eğitimin bölünmesi ve programların kısmi olarak giderek artan bir oranda ticarileştirilmesi yönünde olmaktadır. Özel üniversiteler bu bakımdan, tüm sınırları aşmış, eğitimin piyasalaşması ve ticarileştirilmesi süreciyle yükseköğretimin yararlarının kamusal mı özel mi olduğu veya yükseköğretim harcamalarının tüketim harcaması mı yatırım harcaması mı olduğu yönündeki tartışmalar sürecini tüketmiş ve bu tartışmayı akademik ve bireysel ilgiye bırakarak iktisadi sistemin yanıtını göstermiştir. Buna göre; “yükseköğretim hizmeti” bir “meta”dır ve tabiiki ticari amaçlarla üretilmelidir. Yükseköğretimin ve aslında tüm özel okulların “metalaşmış” bir eğitim hizmeti ürettiğini ve satılabilir olduğu sürece bu hizmeti üreteceklerini, hizmetin toplumsal yararları açık ve sürüyor olsa da “kârlı olmadığı” noktada durdurulacağını biliyoruz/görüyoruz. Bu noktada, harçların kaldırılması yönündeki “siyasi iradenin” de yükseköğretim hizmetinin kamusal niteliğini kavrayan ve bu nedenle bir hakkı teslim eden anlayışla değil, siyasi mülahazalarla gerçekleştirildiği düşünülebilir. Olası “mali kayıplar” kamu yükseköğretim programları içindeki piyasalaşma ve ticarileşme süreçleriyle; programların birinci ve ikinci öğretim olarak bölünmesi ile telafi edilmeye çalışılmaktadır. Yükseköğretim programlarının birinci ve ikinci öğretim olarak ayrıştırılmasının geldiği nokta, lisans üstü düzeyde, öncelikle tezsiz yüksek lisans programlarının ikinci öğretim olarak açılması ve ücretli program olarak öğrenci kaydının gerçekleştirilmesidir. Burada 1960’lı yıllarda başlayan ve eğitimin kalkınmanın ve gelişmenin bir parçası olduğu ve ülkelerin eğitime ayırdıkları kaynaklar arttıkça ulusal gelirlerinin de artacağı iddiasının dayanaklarının terkedildiği ve yüksek öğretim almanın, her yurttaşın kendisinin “bireysel yatırımı” olduğu kabulüne göre hareket edildiği gözlenmektedir. Ancak, eğitim sisteminin ve kendi başlarına bir sistem özelliği gösteren yükseköğretim sisteminin ürettiği eğitimin ve diğer etkinliklerin topluma sunduğu hizmetlerin ve toplumsal yararın bütünlüğünün bozulması, tüm aşamalardaki ve türlerdeki eğitim sistemlerine, bileşenlerine ve özellikle bu kamusal hizmetten öğrenci ve yurttaş olarak yararlanmak isteyeceklere zarar verecektir. Olası yararlarının topluma, küresel ve ulusal piyasa kurumlarına sunulması ancak öğrenim maliyeti ve öğrenme için harcanan tüm emeklerin ve işsizlik gibi kapitalist piyasa arazlarının ve külfetinin bireylere yüklenmesi adil bir durum olarak değerlendirilemez.
Türkiye’de yükseköğretim sisteminin ve evrensel nitelikteki bir toplumsal kurum olarak üniversitelerin bu şekildeki dönüşümü, üniversite eğitiminin kamu hizmeti olmaktan çıkıp metalaşması, lisans ve lisansüstü programların ticarileşmesi; yüksek nitelikli üretken insanlar ve evrensel demokratik değerlere sahip yurttaşlar olabilecek üniversite öğrencilerinin öncelikle “müşterileştirilmesi” ya da tutucu, dogmatik kalıp değerlerin koruyucusu ve sürdürücüsü olarak yetiştirilmesi, akademiyi uzun yıllar içinde hemen her toplumun gözünde saygınlaştıran geleneksel evrensel değerlerinden ciddi şekilde uzaklaştırmaktadır. Bu uzaklaşmanın merkezi planlama kurulları gibi çalışan ve burada üzerinde durulmayan somut kurumları da bulunmaktadır kuşkusuz. Sorumlulukları bu yazının sınırlarını aşacak olan YÖK, siyasal iktidar (lar), Milli Eğitim Bakanlığı, kamu ve özel üniversiteler ile bu üniversitelerin sahiplerinin üye olduğu sanayici ve iş [adamı] dernekleri ulusal kurumlar arasında sayılabilirken, küresel nitelikteki kurumlar arasında da IMF, Dünya Bankası, OECD, Dünya Ticaret Örgütü ve bir çok Avrupa Birliği teknik kurumu sayılabilir. Bu kurumların tamamına yakını, doğrudan ya da dolaylı olarak günümüz Türkiye üniversitelerini yönetenler olarak uzun süredir gündemde olan tartışmayı, kamu yararı ve özellikle düşük sosyo-ekonomik düzeyde yer alan öğrencilerin ve ailelerinin hayalleri aleyhine sonuçlandırmaya çalışıyor görünmektedir. Yine bu süreçte ortadan kaybolan evrensel akademik değerleri de aramak ve anmak gerekir. Üniversitelerin kamusal niteliğinin ortadan kaldırılmasının en önemli sonuçlarından biri de üniversite çalışanlarını, akademisyenleri ve yükseköğretim kurumlarında çalışmayı amaçlayan bugünün öğrencilerini ve geleceğin çalışanları ve akademisyenlerini bilimsel özgürlükten yoksun bırakmaktır. Öncelikle akademik özerklik ve bilimsel özgürlük, hakkında konuştuğumuz “yüksek” öğretim kurumlarının üniversite olmaya devam edip etmediğini belirlememizi sağlayacak iki kavramsal değer ve aynı zamanda somut göstergedir.
Akademik özerklik, bilimsel özgürlüğün koruyucusu olarak işlemekte ve akademik özerkliğin (akademik, yönetsel ve mali boyutuyla kurumsal özgürlük sayılmaktadır) kaybolması, üniversitelerin üniversite dışından kişi ya da kurumların güdümüne girmesine ve bilimsel özgürlüğün de doğrudan ve dolaylı süreçlerle kaybolmasına yol açmaktadır. Bilimsel özgürlük ile akademik, mali ve yönetsel özerklik üniversiteler için olmazsa olmaz bir koşuldur ve varlıklarını sürdürmelerinin temel bir aracıdır. Yıllarca sürdürülen mücadelelerden miras alınan bu değerler, küresel piyasa güçlerine karşı bir süre taşınmaya devam etse de, karşı karşıya kaldığımız aşınma, ülkenin genel anlamdaki otoriterleşmesi, kararların üst yönetimce keyfi bir şekilde alınması ve üniversite üst yöneticileri ile merkezi kurulların bu keyfiyeti onaylaması sadece bilimsel özgürlük konusu olarak değil, üniversitelerin topluma sağlayacağı yararın kuşkuyla karşılanmasına da hizmet etmektedir. Eğitimin ve özellikle üniversitelerin toplumsal yararın ve iyiliğin kaynaklarından biri olmaya devam etmeleri, piyasalaşma, ticarileşme gibi neoliberal etkilerden ve bilim dışı, akıldışı bağlanmalardan uzaklaştırılmalarına bağlıdır. Günümüzde, küresel kurumların gündemlerine bağlanma, otoriterleşme ve diğer ekonomik yönlendirici kaynaklarla akademik ve bilimsel özgürlüğün ortadan kaldırıldığı açıkça görünmektedir. Bunu sadece bu ülkede yaşayanlar, bu ülkenin üniversitelerinde çalışan ve öğrencilik yapanlar değil, dünyanın farklı ülkelerinde çalışan bilim insanları da farketmekte, bu durum çeşitli platformlarda dile getirilmektedir. Sadece bugüne değil, yarına da sahip çıkmak istiyor isek, üniversitelerin engizisyonun zalimce uygulamaları ile korunan boş, temelsiz inançları arasından cesaretle yükselen temel değerlerini, akademik özerkliği ve bilimsel özgürlüğü de yeniden anımsamak ve üniversite olmanın vazgeçilmez bir değeri olarak savunmak ve savunmaya devam etmek zorundayız. Bu kavramların üniversiteler içinde ve genel olarak siyasal ve iktisadi kurumlar nezdinde anlamsızlaştığı ve değersizleştiği bir zamanda, toplumun “özgürlüğü ve refahı” da karşılığı olmayan bir söylem olarak kalmayı sürdürecektir.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Eğitim Bilimleri Yazıları