Doç. Dr. SENEM KURTAR ile “YAŞAMA DAİR”

Eğitim Bilimleri - HÜLYA KANDEMİR YAVUZ

Doç. Dr. SENEM KURTAR ile “YAŞAMA DAİR”

Hülya Kandemir Yavuz: Hocam öncelikle “Yaşama Dair” söyleşimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz.
Hülya Kandemir Yavuz: Antik çağlardan günümüze değin hemen her düşünür “Yaşamın Anlamı ‘’üzerine görüşlerini dile getirmiştir. Platon’a göre, hayatın anlamının “Daha çok öğrenmek.” Aristo’ya göre ise “İyi olmak.” olduğunu söyleyebiliriz. Hocam sizce “Yaşamın Anlamı” nedir?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Yaşamın anlamı, bizim ona verdiğimiz ve vereceğimiz anlamlardır. Dolayısıyla yaşamın kendisi anlam-sızdır. İnsan olmak, anlam verme halinde olmaktır. Bu anlamlar elbette öznel olabileceği gibi nesnel ya da kolektif ve dolayısıyla birlikte paylaşılan veyahut da bize önceden verili olan, dayatılan anlamlar da olabilirler. Her ne olursa olsun insan olmanın vazgeçilmezidir yaşadığı, yaşayacağı dünyaya anlam verme çabası. Her birimiz için değişebileceği gibi bu anlamlar, yaşamımızın farklı dönemleri için ve hatta tarihsel olarak da değişebilirler. Erdemli yaşam, en yüksek iyi, mutluluk, özgürlük ve daha pek çok yanıtı olabilir “yaşamın anlamı nedir?” sorusunun.
Bana gelirsek yani benim için yaşamın anlamı, kendim olabilmek ve başkasında kendimi aşabilmektir. Bunlardan ilkine özgürlük, ikincisine ise aşk ve aşkın tüm formları (sevgi, dostluk gibi) diyebiliriz sanırım. Bu ikisi için yaşamak ve mücadele etmek benim yaşamın ya da yaşamımın anlamsızlığına verebileceğim nihai anlamdır.
Hülya Kandemir Yavuz: İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri adındaki eserinde Fromm, ölüm severliği: “Ölmüş çürümüş, kokuşmuş, hastalıklı olan şeylere yönelik tutkulu bir ilgi; canlı olan bir şeyi cansız hale getirme, yok etmek için yok etme tutkusu ve tamamen mekanik olan şeylere yönelik aşırı ilgi” olarak tanımlar. Fromm, “Ölüm severlik canlı olanı parçalama tutkusudur” der. Sizce toplum olarak yaşam sever miyiz?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Tam tersi geçerli bence. Ölüm severlik ve hatta nekrophilia yani ölü sevicilik fazlasıyla hâkim toplumumuzda. Şöyle açıklayayım bunu: Ölüm severiz çünkü sadece toplumumuzda değil dünya çapında insan türünü ele geçirmiş bir nihilist tavır söz konusu. Yıkma, yok etme, öldürme, ele geçirme, hâkim olma dürtüsü sanki insanlığın tinine, tenine, eylemlerine derinden sirayet etmiş gibi. Tarihsel olarak beslenmiş bir hınç duygusu, gücün zorbalık olarak anlaşılmasının yıkıcı kisvesi altında kırılgan, güzel ve tam da bu nedenle zayıf ya da ele geçirilmesi gerektiği düşünülen şeyleri, insan olsun olmasın tüm varlıkları ya kendisinin kılmak ya da yok etmek, bozmak istiyor. Bastırılmışlıklarımız nedeniyle nefret en baskın duygumuz. Yabancı olana, ötekileştirdiklerimize ve hatta kendimize, ailemize, birlikte yaşadığımız, yaşamak zorunda olduklarımıza dahi öfkeliyiz. Joe Bosquet birinci dünya savaşını görmüş ve hatta savaş esnasında felç kalmış bir şair olarak yani meselenin tam da orta yerinde çok güzel ifade ediyor bu durumu: Yara(lar)ım enden önce de vardı, ben yalnızca onları taşımak için doğmuşum.
Diğer yandan ölü severiz çünkü toplumca yas varlıklarıyız. Geleneksel olana atfettiğimiz uhrevi değerler, kültürün ölü kalıtlarını kutsamalar, yaşayan, canlı eylemler, birliktelikler yerine yitirilmiş olana duyulan özlemler, tapınmalar tümüyle nekrofilik bir patoloji barındırıyor bence. Kabul etsek de etmesek de hastalıklıyız bu konuda.
Fazla uzatmadan sorunuza geri dönersek. Toplumca yaşam sevmediğimiz son günlerde yaşanan olaylardan da açıkça belli oluyor. Kadın cinayetleri, hayvanların akıl almaz şiddet eylemlerine maruz kalışı, çocukların korunmasızlığından faydalanmak kısacası şiddetin her hali gündelik hayatımızın maalesef alışılmışı oldu artık. Diyebilirsiniz ki bazılarının yaptığı şeyler için bütün toplumu yargılamıyor musunuz? Ne olursa olsun, her insan her şeyden sorumludur. İnsana diğer varlıklar arasında tanınabilecek tek ayrıcalık daha fazla ve daha fazla sorumluluktur. Levinas’ın, Sartre’ın sorumluluk etiği sonuna kadar desteklenmelidir bence. Dünyanın herhangi bir yerinde kıtlık varsa, insanlar savaşlar nedeniyle ölüyor ve öldürüyorsa, kadınlara, çocuklara, hayvanlara zulmediliyorsa, insanlar derilerinin renkleri ya da cinsel eğilimleri nedeniyle baskı görüyor, dışlanıyor, ötekileştiriliyorsa bizim ellerimiz de kanlı demektir. Bizler hepimiz katiliz, hepimiz suçluyuz demektir. Yaşamı sevmek, böylesi derin bir sorumluluğu üstlenmekle mümkün. Bunun için toplum olarak öncelikle uyanmamız gerekiyor. Unutma histerisinden vazgeçmemiz gerekiyor. Her şeyin bize yan yana sunulduğu medyatik görüngülerin hissizleştirci tuzağından kurtulmamız gerekiyor. Anlayacağınız yaşamı sevmek oldukça zorlu bir mücadeleyi istemeyi ve ona katlanmayı gerektiriyor. Umut var mı? ...Bilmiyorum…
Hülya Kandemir Yavuz: İnsandaki yaşam sevgisinin ortaya çıkması ve gelişmesi için ne gerekli sizce hocam?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Derin bir sorumluluk, olup bitenin çağrısını duyma ve yanıt verebilme etiğinden bahsettim bir önceki soruda. Bunları söylemek güzel de nasıl olacak peki diyorsunuz haklı olarak. Pek çok şey söylenebilir. Pek çok dönemde politik söylemlerle birlikte umut ışığı olma rolünü üstlenmiş eğitim belki de ilk akla geleni. Muhafazakarların, liberallerin, sosyalistlerin umudu olur çoğu zaman eğitim. Eğiterek toplumu bazen alttan üste, bazense üstten alta örgütlemek. Böylelikle olası sorunları çözme çabasına girişmek. Tabii hangi eğitim, nasıl bir eğitim soruları da takip ediyor bu çözüm yolunu. Eğitimin radikal olarak dönüşümünü öneriyorum bu konuda.
Evde, sokakta, işte, ailede, arkadaş ortamında her nerede olursa olsun etkin olarak gerçekleşecek ve insanların öğrendikleriyle eyleyebilecekleri, onların yeti ve zevklerini kısırlaştırmak ya da yok etmek yerine teşvik eden bir eğitim olacak. Sanata, sevgiye, duygulara, yaşama yer açacak işleyişi içerisinde. Sadece niceliksel hesapları kendisine kıstas almayacak. İnsanları yarış atlarına dönüştürmeyecek. Dayatma, baskı, zorlamalar yerine zevk, oyun, birliktelik, dayanışma ruhuyla hareket edecek. Böylelikle sadece insanlara değil, yaşayan her şeye karşı sevgi, saygı ve ilgi temel motto olacak. Saygı oldukça önemli burada. Bu sözcüğü yaygın anlamıyla kullanmıyorum. Büyük olanın, güçlü olanın, otoritenin sayılması demek değil saygı benim literatürümde. Ben saygı sözcüğünü kullanırken yerli toplulukların doğayla kurduğu ilişki anlamında kullanıyorum. Yerlilerin birlikte yaşama ve doğaya aidiyet etiğinde saygı tüm yaşam formlarına, yaşama ve hatta ölüme ve ölüye saygıdır. Saygı bir nevi tanıma ve tanınmadır. Ötekinin başkalığını tanıma ve senin de onun tarafından tanınman. Doğanın (yeryüzünün) mutlak ahengi bu düsturla çalışır.
Hülya Kandemir Yavuz: Sokrates’ten günümüze doğu ve batı felsefesinin ana problemlerinden biri olan Delphi tapınaklarında da yazan “Kendini bilmek” sizce nedir?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Gnothi seauthon! Kendini bil! Antik Yunan dünyasında birinin kendi sınır ve olanaklarını tanıması demektir. Delphi tapınağının kapısını süsleyen ancak sıklıkla yanlış anlaşılan bu söz, kişinin erdemli bir yaşam sürmesini salık vermektedir. Arete olarak erdem, kişinin yapabileceğinin en iyisini yapmasıyla ve dolayısıyla kendisi için mümkün en iyi yaşamı istemesi ve yaşamasıyla ilgilidir. Elbette Sokrates bu sözü söylerken felsefi bir yaşama, filozofun nasıl bir yaşam sürmesi gerektiğine işaret eder. Zaten göklerde ve yerlerde olup biteni bilemesek de diyor Sokrates, tartışmasız bir hakikat vardır ki o da birinin kendini bilmesidir. Bununla birlikte bilme sözcüğü burada bilgikuramsal (epistemolojik) ya da bilişsel (zihinsel) anlamda kullanılmamıştır. Grek dünyasında ve felsefesinde henüz birlik ve bütünlük esas olduğu için bu türden bir ayrım da söz konusu değildir. Yani varlık, bilgi, etik, estetik alanları ayrılmamıştır. Burada bilmek, arayış halinde olmaktır. Birinin kendini kozmosa ait kılma, onunla bir kılma arayışıdır. “Bir olmak” Antik Yunan dünyasında Sokrates öncesi de dahil olmak üzere felsefi sorgulamanın nihai uğrağıdır.
Kozmos mutlak ve yetkin olan yani ideal modeldir ve insan için bu ideali model almak, onunla uyum (ahenk, harmonia) halinde yaşamak bir olmanın yolunu açar. Böylelikle felsefi bir yaşam sürmek Platon’un Timaios diyalogunda güzelin, iyinin ve doğrunun mutlak birliği ve uyumu (kalokagathia) olarak erdemli Kozmosu göstermesi, insan için kendini bilmenin de mutlak açıklığını belirginleştirir. Kozmos erdemli olduğu için, birinin erdemli olması yani hakikatin görüngüleri olan bilgelik, adalet, ölçülülük, cesaret erdemlerine göre yaşaması ve kendi olması da mümkündür.
Hülya Kandemir Yavuz: Eski Japon ideolojisi olan ikigai sabahları uyanma amacınız olan ve devam etmenizi sağlayan şeydir. İyi olduğun şey, dünyanın neye ihtiyacı olduğu, ne için ödeme alabileceğin ve tabii ki neyi sevdiğiniz; amacınızı veya yaşamdaki değeri bulmanın anahtarıdır. Hocam sizce eğitim sistemimiz bunu sağlayabiliyor mu?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Mevcut eğitim sistemimizin yaşama gayemiz ya da yaşamımızın anlamı, neyi sevdiğimiz ya da sevebileceğimiz, bizim için değerli olan şeylerin ne olduğunu önemsediğini zannetmiyorum. Adı üzerinde eğitim sistem olduğu anda zaten tüm bu özellikleri kaybetmiş demektir. Heidegger çalışmış biri olarak ve filozofun da sıklıkla çeşitli kitaplarında vurguladığı gibi sistem kavramının ölü bir kavram olduğunu belirtmeliyim. Eğitim bir sisteme dönüştüğünde yaşayan, canlı, pratik, maddi tüm unsurlarından vazgeçmiştir. Kısaca şöyle açıklayabilirim: Sistem nasıl çalışır ya da sistemi mümkün kılan en önemli özelliği nedir? Kendi iç işleyişine ve çıkarına tehdit oluşturabilecek ya da bu işleyişe uygun olmayan şeyleri ötekileştirmek ya da dışarıya atmak. Dolayısıyla sistem kendi sınırları içinde mekanik olarak işleyen bir zapt etme ya da hükmetme alanıdır. Eğitim de bir sistem olduğu vakit tam da böyle mekanik ve ölü bir kabuğa dönüşmüştür. Tek gaye kendi bekasını sürdürmek olan bir baskı ve zorlama alanı. Michel Foucault’nun oldukça haklı teorisinde olduğu gibi hastane, okul, hapishane ve tüm devlet kurumları hem mekânsal özellikleri bakımından hem de iç işleyişi (disiplin başta olmak üzere) birbirine benzemektedir. Öğrenme etkinliğinin birlikte, eğiten-eğitilen, öğreten-öğrenen arasına uçurumlar, keskin hatlar konulmaksızın gerçekleşmesi, bilginin praksisiyle bir arada kavranması, eğitimin yaşamın her alanına genişlemesi, disiplinden, baskıdan, zorunluluklardan değil yaratıcılık, özel yetenekler, sevgi ve saygının birlikteliği, dinleme ve yanıt vermenin karşılıklılığından oluşması, eğlencenin, oyunun, dayanışmanın teşvik edilmesi benim eğitim denildiğinde anladığım budur. Ancak maalesef bireysel mücadele ve girişimlerden ya da azınlıkta bazı toplulukların çabalarından başka bir şey yok henüz ortada. Üniversite ve ilk-orta öğretimi birbirinden ayırmaksızın hepimiz için eğitimin bahsettiğim ve daha da çoğaltabileceğimiz nitelikleri barındıracak şekilde radikal bir değişime acilen ihtiyacı olduğu kanaatindeyim.
Hülya Kandemir Yavuz: Albert Einstein “Hayat iki şekilde yaşanır: Ya hiç mucize yokmuş gibi ya da her şey birer mucizeymiş gibi…” diyor, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Einstein gibi ya/ya da olarak anlamıyorum ben bunu. Hayatı yaşamakla ilgili böyle kesin hükümleri de pek sevmiyorum. Hayat, kocaman bir öğrenme, eyleme ve karşılaşma alanı bence. Mucizelerin yani sıradanın dışına çıkan, yönetip yönlendiremeyeceğimiz belirsizliklerin varlığı hayatı gizemli kılıyor. Ancak hiçbir biçimde tüm yaşamı mucizelerin eline bırakalım demeye çalışmıyorum. İnsan varoluşu canlı ve cansız varlıklarıyla tüm yeryüzünün hem bir parçası hem de yabancısı. Hisleri, duyguları, aklı ve tüm yapıp ettikleriyle insan hem kendi yaşamını hem de tüm yeryüzünü kontrol etmek ister. Bu onun doğayla ilişkisinde de ön plana çıkar. Bilmediği şeyleri bilmek, ona tehdit oluşturan şeyleri ehlileştirmek, anlayıp baş edebileceği şeylere dönüştürmek insan olmanın en temel gerçekliği. Sofokles’in Antigone trajedisinde insan olmanın tekinsizliği çok açıktır. İnsan hem övülesi bir varlıktır hem de her şeyden mutlak olarak sorumludur. Mucize onun tekinsizliğinde hem var hem de yoktur. Sartre’ın mutlak özgürlük varlığı olarak konumlandırdığı insan varoluşu bu ikiliğe mahkumdur, bana kalırsa. Belirsiz ve belirli olan, var ve yok, mucize ve gerçek (Einstein kanımca burada bilimi vurguluyor) hayatın anlamlı ve anlamsız yüzlerini oluştururlar. Bunlar arasında bir seçim yapmaktan ziyade onları dengede tutabilmek insanın yaşamını bir sanata dönüştürebilmesini mümkün kılabilir.
Hülya Kandemir Yavuz: “Yaşamak istemek, istemek acı çekmektir.” Schopenhauer’a göre biz acı çekiyoruz. Ve bu acı öyle bir acı ki bunun sonu yok. Biz var olduğumuz sürece devam edecek bir acı. Çünkü acı istemelerimizden geliyor. İstemelerimizin doyumsuzluğundan. Ona göre hayatın anlam kazanabilmesi için, insanın bireysel ışığını fark etmesi gerekir. Schopenhauer, “ölmeden önce ölmeyi öğrenin” cümlesiyle istemimizi kontrol altına almayı öğrenmeyi, mümkün olduğunca az şeyle yetinebilmeyi öğrenmeyi açıklar. Sizce insanların mutsuzluğunun sebebi bu mudur, hocam?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Schopenhauer, daha sonra en azından erken döneminde Nietzsche’nin de sürdüreceği bu kökensel acı felsefesiyle yani acının dünyanın kaynağı olduğu iddiasıyla derin bir hiçliğe seslenmektedir. Bir kötümserlik (pesimizm) felsefesinden bahsediyoruz. Lord Byron, Schopenhauer, Nietzsche’nin öncülük ettiği bu türden bir felsefe Antik Yunan’dan beri süregelen iyilik tutkusu ve idealine meydan okumaktadır. Dünyanın kaynağında acı vardır. İnsan varoluşu için tek yol sizin de belirttiğiniz gibi istemesi aracılığıyla bu acıyla baş etmek, onu sanatın (özellikle de müziğin) gücüyle yaşanır bir hale getirmektir. Yaşam boyu acı çekeceğiz. Yapabileceğimiz tek şey, acının bizi dönüştürmesi ve bu yolla bizim de acıyı yaratıcılığa dönüştürmemizdir. Acının bir yoksunluk hali olduğunu düşünürsek elbette insan acısıyla yaşamayı ve hatta yaralarını sevmeyi öğrendiğinde, böyle bir yaşamı ustalıkla yaşadığında, sanatçının yapıtını yapması gibi yaşamını acı ve hiçliğin materyalinden yontmayı başarabildiğinde kendine özgü bir bilgeliğe, yetkinliğe ulaşacaktır. Günümüz dünyasında mutluluk keyif, haz, çıkar, sahip olma anlamına geldiğinden ve insan tüketim dünyasının devasa özendirisi içinde kaybolup gittiğinden Schopenhauer’in bahsettiği yaşama düsturundan oldukça uzaktayız. Biz bugün acı, endişe, kaygı, umutsuzluk, yas ve ölümü yaşamın bir parçası olarak görmüyoruz. Duygularımızdan, hissettiklerimizden bile çoğu zaman kurtulmak istiyoruz. T.S. Eliot’ın ifadesiyle içi oyuk, grileşmiş kabuklar gibiyiz. Ruhumuzun tüm yaşam belirtilerini psikiyatr koltuklarında öldürmek istiyoruz. Mutluluk, insanın kendiyle ve kendinde bir olabilmesi, yaşamı ve ölümü kendi silueti ve eylemlerinde kucaklayabilmesidir. Günümüz insanı ve ona sunulan ya da dayatılan koşullarda böyle bir mutluluğa ne kadar yer vardır bilemiyorum…
Hülya Kandemir Yavuz: Gerçekten anladığımız ve kendi istediğimiz yaşamı mı yaşıyoruz yoksa bize sunulan yaşamı mı? Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz hocam? Kendi hayatımızı yaşayabilmek için ebeveyn, öğretmen ve topluma nasıl görevler düşmektedir?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Bize sunulanın ya da dayatılanın içinde kendi yaşamımızı yaşamaya çalışıyoruz. En azından bazılarımız. Herkes böyle bir çabanın içinde mi bilemiyorum. Bazıları için başkalarının yaşamını yaşamak sorun teşkil etmeyebiliyor. Karşı çıkmak, meydan okumak, mücadele etmek herkesin yaşama gayesi olmayabiliyor. Karakterimiz, ailemiz, içine doğup var olduğumuz yer, karşılaştığımız insanlar, olaylar vb. tüm bunlar bizler için bir çerçeve oluşturuyor. Biz kendi yolumuzu bulma, kendimiz olma, sorgulama zahmetine girişmediğimizde ya da bunlar bizi kaygılandırmadığında bu çerçeve gittikçe kemikleşerek içinden çıkılamaz ve kişi için korunaklı (dolayısıyla konforlu) bir yere dönüşüyor. Bunun tam aksi durumda ise kişi için yaşam mutlak bir mücadele alanına dönüşüyor. Diğer yandan, öncelikle şunu belirtmeliyim ki toplumsal koşullar değişmeden ebeveyn ve öğretmenler tek başına yeterli olmayacaktır. Yine de “neler yapılabilir daha doğrusu nasıl bir tavır takınılabilir?” konusuna gelirsek öncelikle dinlemeyi ve anlamayı, dayatmak, baskılamak, yasaklamak, suçlamak ya da yargılamanın yerine geçirmeliyiz. Bunun için de ebeveynlerin koruyan, sınırlayan her koşulda affeden evcil sevgilerinden önce saygıya, karşılarındakinin varlığına, kendiliğine saygıya yer açmaları gerekiyor. Öğretmenler için de geçerli bu. Şöyle bir örnek verelim biri sizi sevdiğini, her koşulda sevdiğini söylüyor ancak sizin isteklerinize, hedeflerinize, sizin siz olmanıza, kendiliğinize saygı duymuyor. Aslen sevginin de öncelikle saygı olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak o zaman etik bir şeye dönüşebilecektir. Ötekinin başkalığını tanıyan bir etiğe. Tabii ki bu etiğin toplumsal ve politik yapıların, kurumların işleyişinde de etkili olması gerektiğini düşünüyorum. Kendi yaşamımızı yaşayabilmemiz için hem kendi mücadelemize hem de öyle bir etiğin tüm yaşam alanlarımızda ve hatta dünya çapında işlemesi gerekmekte.
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam sizce başarı akademik başarı elde etmek midir yoksa hayatta kalma becerisi kazanabilmek midir?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Akademik başarıyı herkese genelleyemeyiz. Her insanın kendince başarmak istediği şeyler vardır. Kendi adıma akademik başarı benim yaşamımın mutlak hedefi olmadı hiçbir zaman. Ben okumayı, sorgulamayı, kendimle kalmayı, acının, yalnızlığın ve sessizliğin öğrettiklerini seven bir çocuktum. Melankolik diye tabir ettikleri türden. Çok küçük yaşlardan itibaren annemin de büyük desteği ve öz verisiyle kitaplar arasında büyüdüm. Kitaplar benim her şeyimdi. Hayal etmeyi, sorgulamayı ve mutlu olmayı onlarla öğrendim. Bu yüzden çoğu zaman etrafımdaki insanlar beni anlamadılar. Bunun yerine beni yargılamayı ya da değiştirmeye çalışmayı tercih ettiler. Onların zevk aldıkları şeylerden zevk almıyordum. Onlar gibi her ortamın gereğine göre davranmam gerektiğini de düşünmüyordum ve sürekli bu saçmalıklarla mücadele ediyordum. Yani anlayacağınız benim yaşamım zaten sorgulama ve sonsuzca öğrenmenin hazlarından oluşmakta. Akademik süreç bunu sadece mesleki olarak sürdürmemi sağladı. Hatta çoğunlukla son derece gereksiz prosedürler ve makine gibi işleyen bürokrasiler nedeniyle önüme bu sonsuz haz aldığım okuma, yazma, başkalarıyla paylaşma hususunda engeller çıkardığını, akademi öncesi insanlara karşı mücadelemin akademi sonrasında da devam ettiğini söyleyebilirim. Tüm bu anlattıklarım içinde başarı bana sıradan ve anlamsız bir kavram gibi geliyor. Diğer yandan sadece hayatta kalma becerileri de eğer tümüyle boş bir hayat yaşıyorsanız yani hazlarınız, umutlarınız, duygular ve arzularınız, anlamlı acılarınız ve hatta uğruna öleceğiniz bir gayeniz yoksa neye yarar ki. Kim için, kime ve neye göre başarı? Başarı bana kalırsa insan kaynakları ya da benzeri alanlarda hazırlanan iş verimini arttırma stratejilerine ait bir kavram. Ben bu kavramı pek sevmiyorum. Nitekim başarının insan olmanın trajedisindeki anlamsızlığını bana, “hakikatin yenilgi” olduğu iddiasıyla felsefi jargonda bir devrim yapan Kierkegaard ve Heidegger ve hatta “her eylemin başarısız” olduğunu edebi ve teatral olarak anlatma çabası veren Sartre’nin özgürlük felsefesi öğretti. Umarım sorunuza yanıt olabilmiştir söylediklerim…
Hülya Kandemir Yavuz: Son sorum hocam, günümüzde yaşanan pandemi ile ilgili mücadelede bizleri sosyolojik, psikolojik ve ekonomik olarak sizce neler bekliyor?
Doç. Dr. Senem Kurtar: Dünya çapında olağanüstü bir süreci yaşıyoruz. Elbette daha önce farklı virüslerin neden olduğu salgın dönemleri yaşanmıştı. Ancak hiçbiri bu denli çaresiz bırakmamıştı bizleri. Korunma, önlem alma dışında bir çaresizlikten bahsediyorum. Ben bir ekonomist değilim ancak hem içinde bulunduğumuz süreç hem de sonrası için ekonomik krizin kapıda olduğunu söylemek için ekonomist olmaya da gerek yok, bu son derece açık. Tabii burada en önemli husus yaşanan bu dönemden gerekli dersi çıkartarak bu türden yaşamı felç etme tehlikesi barındıran durumlar için devlet politikalarının oldukça sağlam bir içimde inşa edilme zorunluluğu. İşi yardım kampanyalarına, bireylerin vicdanlarına bırakmaksızın gereken tedbir, önlem, destek ne varsa zaten devlet tarafından planlanmış olmalı. Pandeminin ekonomik ve politik boyutu oldukça geniş bir tartışma alanı ve gerekli uzmanlığa sahip olmayı gerektiriyor ciddiyetli bir görüş bildirebilmek için. Ama yaşanan sorunlar herkesçe bariz diye düşünüyorum. İşsizlik, ekonomik kriz, insanların yeterince bilinçli olmaması gibi. Sonuncusu kendi adıma (bir eğitimci olarak) oldukça önemli. Belki bu konuda bir şeyler söyleyebilirim. Pandemi sürecinin özel ve kamusal yaşamda nasıl atlatılabileceği konusunda bizler bugün haberler, belki bazen reklamlar ve kamu spotlarındaki bilgilendirme unsurlarından başka hiçbir şey görmüyoruz. Bence en önemli şey burada büyük küçük demeden insanların bu konuda bilinçlendirilmesi. Şu an uyarı ve önlemlere rağmen insanların ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranmalarının kaynağında bu bilinçsizlik yatmakta. Eğitim seviyesi, sosyo- kültürel ya da ekonomik durumu ne olursa olsun herkes için geçerli bu bilinçsizlik.
Son olarak psikolojik etki ve sonuçlarına gelirsek, çağımız kafe, avm, sokaklar, spor ve sinema salonları vb. kamusal ortamlarda fazlaca vakit geçirilen bir çağ olduğu için insanlar bir anda boşluğa düştüler. Evde kalmak bir buhran gibi lanse edildi. Buna karşın evin güzelliğine dikkat çekildi, ancak o da olmadı ekonomik sıkıntı nedeniyle insanlar yeniden sokaklara, kafelere vb. çağrıldı ya da kendileri dayanamayıp sözüm ona “normal” yaşama geri dönmek istediler. Şimdi muhtemelen yeniden yasak süreçleri başlayacak. Elbette iş ortamlarının olağan işleyişinin idame ettirilmesi de gerekiyor. Anlayacağınız durum oldukça karışık olduğu gibi kafalar ve ruh halleri de son derece karmaşık. Bir yanda ekonomik buhran, diğer yanda psikolojik buhran. İkisi arasında salınıp duran insanlar. Umarım en kısa zamanda atlatırız. Ancak atlatıldıktan sonra ne olur bilemiyorum. Olması gereken bu sürecin bize ekonomik, psikolojik, politik, toplumsal anlamda bir bilinçlenme ve yenilenme olarak geri dönmesi. Bunun için, başta da söz ettiğim gibi toplumsal ve politik kurumlar bu türden olağan üstü durumları göz önünde bulundurarak radikal bir biçimde yapılandırılmalı. Zaten sağlık sektöründe bu gereksinim kendini fazlasıyla gösterdi.
Sonuç olarak salgınlar tarihte hep olmuştur. Pandemi sürecinin özelliği modern bilim ve teknolojiye olan itimadın son derece” güçlü olduğu bir dünyada yaşanıyor olmasıdır. “Paranın ya da bilim ve teknolojinin başaramayacağı şey yoktur!” mottosunu şiar edinmiş bir çağda gelişmiş, az gelişmiş, gelişememiş ayrımlarına bakılmaksızın dünya çapında bir kriz yaşanıyorsa oturup her şeyi sil baştan yeniden düşünmek gerekiyor demektir. Elbette burada bilime, teknolojiye olumsuz bir yaklaşım ortaya koymak değil niyetim. Onlara olan sıkı inanç ve güvenin bir anda bu denli tepe taklak olması. Sorun bilim, teknoloji, para politikalarıyla ilgili daha çok. Buna dikkat etmek lazım. Bu oldukça geniş bir konu. Burada izninizle bu kadarıyla yetineceğim. Teşekkür ediyorum…
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için hem Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi ailesi adına hem de okuyucularımız adına çok teşekkür ederiz.